Bilimsel Sosyalizm ve anarko-sosyalizm laboratuarı Kürdistan..III

Şimdi çözülemeyen Bilimsel Sosyalizm'in bütün iddialarını yerle bir eden bu problemleri teker teker ve mümkün mertebe kısaca ele alalım:

Proletarya Diktatörlüğü

Bilimsel sosyalistler'in (M-L) hemen hemen ilk öğrendikleri "ezber" kavramlardan biri; Devlet, hakim sınıfların baskı aracıdır.. Onlara göre bu, işin alfabesidir. Hapishaneleri, hukuk sistemleri, orduları, bürokrasileri vs tümüyle kendilerinden olmayanları baskı altında tutarak hakimiyetlerini pekiştirmek için kullanılır.

Bu anlamda proletarya diktatörlüğü; Marx'ın bahsettiği, Lenin'in hem teorik temellerini güçlendirdiği, hem de pratiğe geçirdiği "proletaryanın baskı aracı olan devlet"i kuracak olan araçtır. Bujuvaziye karşı dikattörlük, proletarya için demokrasiyi yaratacak olan bu iktidar şekli çok tartışılmıştır. Lenin'in pratikte teşkil ettiği Sovyetler Birliği; tarım ücretlileri sovyeti, işçi vekilleri sovyeti, asker vekilleri sovyetinden oluşuyordu. Bir nevi parlamento niteliğindeki Sovyetler, devlet olarak, proletarya diktatörlüğünün en önemli organı olacaktı.

Proletarya diktatörlüğü, burjuvaziye karşı bir dikta, proletarya için demokrasiyi gerçekleştirecekti.

Fakat pratik, zorlayıcıydı ve teorinin çok önemle çözümlemeye çalıştığı proletarya diktatörlüğüne asla varılamamıştı. Pratik, diktatörlüğün şu hiyerarşi esas alınarak oluşmasını emrediyordu: Sovyetler Birliği Komünist Partisi işçi sınıfı adına iktidarı ele alan yönetici organdı. Parti yönetim organının nasıl oluşacağına teoride kongre üyeleri serbest iradeleri ile karar vericekti.. Ama pratikte kongre gelegeleri, belli bir mekanizma dahilinde seçilmişlerin tayin ettiği delegelerden oluşuyordu. Bu delegeler faaliyet raporlarını onaylıyor, merkez komitesini seçiyordu. Merkez komitesi üyeleri arasından saptanan sayıda bir polit-büro oluşuyor, bunun da tepesinde "parti sekreteri" veya (Çin) "komünist partisi başkanı" seçiliyordu. Bu kişi ise kelimenin tam anlamı ile diktatördü.

1917'den itibaren bazen biribirine düşman, hatta Sovyetler Birliği'nin Macaristan ve Çekoslovakya'ya, Viet Nam'ın Pol Pot rejimine karşı uyguladığı işgaller, Çin'in Viet Nam'ı işgal teşebbüsü gibi sıcak temas pratiklerin de yaşandığı kafa bulandırıcı yaptırımları izledik. Çekoslovakya'nın işgali Küba ve VietNam tarafından onaylanırken, tüm halk olarak direnen Çekler ile Slovaklar'ın feryatlarına kulaklar tıkanmıştı. "İşçi sınıfı çoğulculuğu"nun ifadesi olabilecek muhalif bir ses çıkmaması, bu diktatörlüklerin karekterlerini ortaya koymaya yeterliydi.. Bir halkın iradesi apaçık bir şekilde ayaklar altına alınıyordu. İşgali eleşriten bazı "Euro Komunistler" ise baştan emperyalizmin işbirlikçileri olarak niteleniyordu. Buna karşı getirilen eleştirilere "parçanın bütüne feda edilmesi" gibi cevaplar her zaman havada kalmış, halkın gelişmesinin önüne konan set tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştı. Öte yandan Çin'in Tibet'i işgalini Mao, "Büyük halkların küçük halklar aleyhine yayılma hakları vardır" der..

Bu proletarya diktatörlükleri arasında Küba, Arnavutluk, Sovyetler birliği, Pol Pot'un Kamboçyası, Çin, Kuzey Kore ve Viet Nam modelleri ön plana çıktı. Herkes biribirine "revizyonist", "Sosyal emperyalist" vs gibi suçlamalarda bulunuyordu. Ama hiç biri Proletarya Diktatörlüğü öncülüğünde ezilenlerin demokrasisini geliştiremedi. Tam tersine sekreterler diktaturasına teslim olundu, ki bu eşyanın tabiatı gereği idi. Sovyetler Birliği'ni ele alınız. Hapishanelere tıkıştırılan, çalışma kamplarına sürülen "Gulag Takımadaları" mukimlerinden hemen hemen hiç biri proletarya iktidarına karşı çıkmamıştır. Onlar, Proletarya iktidarı (diktatörlüğü) ile özdeşleştirilen putlaştırılmış kişi iktidarlarını ve o kişilerin kendi yerlerini sağlamlaştırmak için yaptıkları manevraları eleştirmişlerdi.

Bazı Marxisler (ki o zamanlar Türkler arasında bu tartışamyı gayet bilimsel bir şekilde yürüten Birikim Dergisi'nin başında bulunan Murat Belge de Marksistti) proteletarya diktatörlüğü'nün hayata geçirilememesinin sebebi olarak "İşçi sınıfı çoğulculuğu"nun yasaklanmasını gösteriyorlardı. Bunun için ise proletaryanın iktidara geldiği alanlarda birden fazla komunist veya işçi sınıfı partisinin yarışması sonucu gelişmiş bir proletarya demokrasisinin yaratılabileceğini düşünenler çoğalmaya başlamıştı. Böylece işçi sınıfının yaratıcılığı açıkça geliştirilebilecekti. Fakat diğerleri "burjuva sızması tehlikesi"ni öne sürerek bu fikri red etmekteydiler. Sonuçta tek parti, tek merkez idesi galip geldi ve hemen Stalin döneminde NEP'in (Lenin'in "yeni ekonomi politik" uygulamasının) tarihe karışması ile buna yakın düşünce sahiplerine de savaş açıldı, kelleler uçuruldu. Yineliyorum, tek lider olmak gibi bir "tercih"te bulunmak bir sevda değil, iktidarı ele geçiren(ler)in onu muhafaza etme zorunluluğundan ileri geliyordu.

Böylece büyük kan, gözyaşı ve emeklere mal olan proletarya iktidarı, kendi demokrasisini kurmakta, savaşla alt ettiği, Kautsky'nin de gerisine düştü ve yıkılış sebeplerini bir ur gibi içinde taşıyarak kaçınılmaz sona doğru yürüdü (bu konuya, ciddi sorular yöneltilirse tekrar döneceğim).

Böylece Bilimsel Sosyalizm veya haydi yumuşatalım; Bilimsel Sosyalist'im diyenler, kendilerini nihai hedefe götürecek olan saçayaklarından en önemlisini peşinen ve işin başında kaybettiler.. Yineliyorum, bu, işin tabiatı gereğiydi..

2006-11-16

Sirac Bilgin

2006-11-16




Gorusunuz