Kendini layık görmediğin statüye, eloğlu sıttin kere layık görmez seni..

Marksist-Leninistler; "Devrim için savaşmayana devrimci denmez" derler. Tümüyle doğru bir belirlemedir bu.. Biz Kürtler'in önemli bir kesimi çok büyük laflar eder. Yazılarında yakar yıkarlar. Ama iş pratiğe gelince koydunsa bul.. Kılını bile kıpırdatmaz böylesi biri. Hep başkaları yapsın da o uzaktan eleştirsin diye bakarlar. Oysa Kürdistan'ın bağımsızlığını mı şart koşuyor ve bu"olmazsa olmaz" diyorsun, o halde ettiğin lafa göre vaziyet al, örgütlen sahaya çık, milletinin bekası uğruna şart gördüğün o hedefe varmak için bedel öde.. Millet, şu anda içinde bulunduğu şartlar itibariyle olsun, günlük aşağınlanma, itilme, kakılma gösterileri arasında bir çıkış yolu beklerken, canını, malını, şeref ve haysiyetini ortaya koymaya hazır olduğunu göstermiştir. Ayrışmıştır, Türkle bir arada yaşamanın imkansızlığını iliklerine kadar hissetmektedir.

Yazı yazanlar arasında ben de varım. Milletimin kendi kaderini kendisinin tayin etmesi gerektiğini, bundan asla vaz geçilemeyeceğini, delilleri ile defalarca belirtmiş bulunuyorum. Ama ben de pratik alanında yokum! Bu dürüstlük mü? Hayır! Kürt Milleti'nin kendi kaderini kendisinin tayin etmesini "olmazsa olmaz" bir şart olarak öne sürüyorsam ve bunun gereğini bilerek isteyerek yerine getirmiyorsam bu sahtekarlıktır. Affedilemez. Çünkü "ben yazayım da başkası yapsın" deyip kendini emniyete almak ahlaki olarak başka anlama gelmez.

"Sen neden örgütlenme alanına bizzat girmiyorsun"? "Neden bu konuda hep geri planda kalmayı yeğliyorsun"? "Hap başkası mı taşın altına elini koymalı?" Bu tür soruları asla affetmeden soracaksınız. Bunu elbete kendinize de ve yazan çizen herkese de soracaksınız. Bedavadan eleştirmek, "şu neden şunu yapmadı?", "ötekisi şu şu şu işleri neden beceremedi" gibi pratikte görünmediğiniz veya kendinize biçtiğiniz rolu doğru tarif etmediğiniz taktirde geçersizdir. Ahlak, Ulusal Kurtuluş Savaşımı'nda çok önemli bir öge olmalıdır. Bir örgütü alkışla ama omuz verme.. Gerillayı, peşmergeyi alkışla ama sakın bulaşma.. En geniş bağımsızlık şiarını yaz, çiz süsle, ama bunu gerçekleştirmek için fiiliyata geçme! Bu vicdan işi midir?

Ben ilk örgütlenme deneyimimi 1965 Yılı'nda geçirdiğimden beri, bir örgütlenme deneyi daha ve iki defa da TKDP'de siyaset yapma deneyi geçirdim. Dördünde de gerek kişisel eğilimlerim ve gerekse iyi niyetten gelen gevşekliğimden dolayı muvaffak olamadım. Oysa Kürdistan'da aktif politika yapan öncü kadroların demokrasi adına gevşek davranmaları halinde, sonuçta; dağınıklığı, ahbab-çavuş ilişkilerini, ben merkezciliği ön planda tutan Kürt Kişiliği'nin harekete geçmesine sebep olurlar. Kürdistan'da zor kullanma siyasi alanda çoğu zaman kaçınılmazdır. Ben bunu yapamıyordum. Bu bakımdan Kürt Milleti'nin geleceğine en ufak bir zarar vermemek için aktif siyaseti gençlere bıraktım. Fakat zengin deneyimler edindim, insanlar tanıdım, Fırsatçıların hareket tarzını izledim, Kürt Kişiliği'ni geniş ölçüde çözümledim. Güce tapanların, fırsatçıların, zoru görünce kaybolanların, aşiretçi-bölgeci unsurların fazlalığı beni gerçekten şaşırttı. Güç kullanmadan elini maddi yardım için bile cebine sokmayanlar şaşkınlık verecek kadar çoktu. Lafazanlığa gelince üstüne yoktu bu kişiliklerin. Bu deneyimleri örgütlenmeye hazır kararlı gençlere ve genç ruhlu her yaştan Kürt'e aktarmaya hazırım, bir kısım deneyimimi yazılarımda aktardım bile. Ama zorlanırsam sahaya inmekte, aktif siyasi alana girmekte tereddüt etmeyeceğim kesindir. Bunu burada bırakıyorum.

Peki örgütler niçin kurulur? Cevabı, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi açısından basittir: Köleliğe son vermek ve böylece kendi ulusal kişiliğine kavuşmak ve giderek kendi tarihini yaşamak için.. Yani tarih sahnesine kişilikli olarak çıkmak için. Kürt Milleti'nin evlatları tarafından kurulan örgütlerin istemi de kuruluş gerekçeleri itibariyle böyledir. Hiç bir örgüt kölelik ilişkilerinin sürdüğü bir çözümü içine sindiremez.. Dolayısıyla en aşağısından başlangıç itibariyle, ilhakın kalkmasını, sömürge-sömürgeci ilişkisinin çözülmesini şart koşan bir program önüne koyar.

1938'de Kuzey'de silahlar Kürtler açısından sustuğundan beri işler değişti. 1968 kuşağı Kürt partileri kuruluncaya kadar bağımsızlık talebi rafa kaldırıldı. Kendimize "bölgesel otonomi" gibi bazı hakları layık görmeye başlamıştık. Güçlü düşman karşısında uzın vadeli bir vizyonla hareket etmiyor, düşmanın teknik ve askeri gücünü mutlaklaştırıyorduk. Bir milletin bağımsızlık isteğinin, haklılığının, kendisini birinci sınıf insan olarak görmesinin vereceği manevi gücün, eninde sonunda düşmanın sayısal ve teknolojik üstünlüğünü yerle bir edeceğini hiç hatırlamıyordu insanlarımız. Hele 1960'lı yılların sonlarına kadar devam eden Kürt-Türk Marksist koalisyonu, kurtuluşu Türkiye işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesine kadar erteliyordu. Kendimizi birinci sınıf insan olmaya layık görmüyorduk anlaşılan..

1968 kuşağı Kürt Gençliği, ulusal sorunda tavır almaya çok hızlı başladı. Kurulan ve kurulmuş olan tüm Kürt parti ve örgütleri'nin programları, ya Bağımsız, birleşik Kürdistan, ya Kürt Milleti'nin kendi kaderini kendisinin tayin etmesi ilkesi ya da federasyon esasına dayalı hale geldi veya partiler bu esasa göre doğdu. Fakat 1975'ten itibaren kurulan Kürt parti ve örgütleri esas olarak düşmanı değil, biribirleri hedef almışlardı. Bu çatışmalardan en kanlısı PKK ile Kürdistan Ulusal kurtuluşçuları arasında cereyan etti, düşmanla çarpışmak için örgütlenen yüzlerce can toprağı boyladı. Partilerin iç çatışmaları, tasfiyeler vs bu kuşak partilerimizde bir alışkanlık haline gelmişti.

Nihayet 1980 askeri darbesi geldi ve tüm partileri hazırlıksız yakaladı. Dışarıya kapağı atan üst düzey kadrolar orada da iç boğuşmayı sürdürdüler. 1984'te PKK'nin "bağımsız, birleşik ve demokratik (sosyalist anlamına demokratik) Kürdistan" özet programı ile silahlı mücadeleyi başlatması ile işler değişti. Halk kısa bir süre içerisinde heyecana geldi, destek verdi. Bunda PKK kadrolarının ve liderliğinin çok disiplinli çalışmasının rolu büyüktü. Fakat kısa bir süre sonra bu partinin içinde de tasfiyeler hızlandı, değerli kadrolar tasfiye edildi veya düşman saflara itildi.

1999'daki esaret şartları başlayınca bu partinin programı ve pratiği de değişti. Bağımsızlık şiarı kalktı. Önce içi boş bir "demokratik cumhuriyet" konsepti geliştirildi. Ardından pek çok talep rafa kaldırıldı. Türk Bayrağı, Türk Devleti'nin Kürdistanı da kapsayan sınırları değişmez kabul edildi. Üst kimlik olarak Türkiyelilik kabul edildi. Daha sonra bu da geride bırakılarak anarko-sosyalist diyebileceğimiz bir "konfederasyon" tezi geliştirildi. Diğer örgütlerin federasyon, kendi kaderini tayin hakkı ve bağımsızlık gibi tezleri ise olduğu gibi kaldı, fakat bu talepleri gerçekleştirecek bir hareket hattı ve vasıtaları sağlamaktan uzak kaldılar. Hele yemin billah ederek "silahlı mücadeleye karşıyız" gibi bir program maddesi ile ortaya çıkanların "bazı adımlar" atılacak umudunu hep diri tutmalarını anlamakta gerçekten güçlük çekiyoruz.

Şimdi çok tuhaf bir durum var Kürdistan'da: Bağımsızlık isteyen bir kısım örgütler dahil, federasyoncular, kendi kaderini tayin hakkı savunucuları Kürt Milleti'ne "uslu dur"mayı tavsiye ederken "hiç bir talebimiz yok" diyen (bkz Duran Kalkan'ın demeci) PKK kanadı ise silah kullanmak dahil herşeyi yapıyor.. Gönül isterdi ki talepler yer değiştirsin ve aktif olan örgüt Kürdistani davranışını Kürdistani bir programla taçlandırsın..
Pratik bize Türk'ün kuvvete taptığını, ilkel yayılmacı bir zihniyete sahip olduğunu, uygun, iyi ayarlanmış ve gerekirse uzun vadeli bir şiddet politikasına maruz kalmadan değişmeyeceğini gösterdi. Türk, kendisini güçlü hissettiği anda Çanakkale gibi inatçı direnişler sergiler, ama dengeler değiştiğinde aynı Çanakkale'yi bir tek kurşun sıkmadan terk etmekte hiçbir sakınca görmez.

Aynı şey uluslararası ilişkilerde de geçerlidir. Bir gücün, birliğin ve inancın olduğunda direnir, direncin oranında uluslararsı bir aktör durumuna gelirsin. Eğer gücün yoksa, sadece sömürgecilerin müsaade ettiği ölçüde örgütlenip, direnmişsen hiç bir şekilde ciddiye alınmazsın. Çünkü siyaset alış-veriştir. Sen, tek verebileceğin şey olan istikrarın anahtarını elinde tutmazsan bu alış-verişte yerin olmaz. Güç esastır.

Fanon, çaresiz sömürge halkının, kendi kişiliğini ve kimliğini kazanmak için vermesi gereken sıcak tepkiden bahsederken işin bam teline parmak basmıştı.

"Jean Paul Sartre sömürgeciliğe karşı adeta bir manifesto olan "Dünyanın Lanetlileri" için yazdığı önsözde, sömürgeciye karşı şiddet konusunda Fanon'dan çok daha ileri gidiyordu: O sorumsuz şiddetin sebeplerini mükemmel bir şekilde bize gösteriyor. Bu böyle saçma bir fırtına değil, ne vahşi içgüdülerin ortaya dökülüşü, ne de sürüp giden bir kan davası: bu parçalanmış insanın bütünleşmesi. Bu gerçeği bir zamanlar biz de öğrenmiştik, sonra unuttuk. Şiddetin izlerini hiçbir duygu silemeyecektir: onu ancak gene şiddet yıkabilir. Sömürülen, sömürge nevrozundan, sömürgeci ağayı silahla kovduğunda kurtulacaktır. Kin ve hiddeti patlayınca çoktan kaybolmuş saydamlığına kavuşuyor. Kendini yarattıkça tanımını gerçekleştiriyor; uzaktan onun savaşını barbarlığın zaferi olarak görüyoruz, ama savaş dövüşenin kurtuluşunu hazırlıyor. İçinde ve dışında çöreklenen sömürge umacısını atıyor. Savaş bir kere başlamaya görsün, devamı amansız oluyor. Ya korkak olmalı ya da korkutmalı: Başka bir deyimle ya uydurma bir hayatın çözülüşüne kendini bırakmalı, ya da yaratılışımızın bütünlüğünü koparıp almalı. Köylüler silaha ellerini sürer sürmez: eski püskü efsaneler kafalarında donuklaşıyor; yasaklar bir bir devriliyor; silah dövüşenin insanlığı oluyor. İsyanın ilk anında öldürmek gerek: Bir Avrupalıyı (siz bunu Türk diye okuyunuz-NB) öldürmek, bir taşla iki kuş vurmak demektir: ortadan hem ezik kişi hem de ezici kalkıyor: bir ölü ve bir hür adam ortaya çıkıyor" (A Faruk Özgür'den).

Aksini savunanları da delilleri ile dinlemeye hazırım. Ama Türk sadece şiddetten anlar. Onlara anladıkları dilden cevap verilecektir.

2006-04-27

Sirac Bilgin

2006-04-27




Gorusunuz