Kitaplarım - Yapraklar Açana Dek - "Satranç"


dokuzuncu bölüm

Mezra Qaz

10-11. Nisan gecesi.. Noktada Şartların elverdiği kadar hummalı bir çalışma vardı. Aldıkları talimatın çok kesin olmasından dolayıydı bu hareketlilik.. Tüm birlikler zamanında hazırlanacaklardı bu kez. Geç kalmak yoktu. Manga ve takım komutanları tek tek ilgileniyorlardı arkadaşları ile. Hiçbir aksaklığa mahal vermeyeceklerdi bu kez. Her birlik gün boyu mücadele verdiği alandan yola çıkıyordu bu kez. Yani daha önce yaptıkları gibi tümü bir araya gelerek değil. Ama hedef aynıydı ve bunu her gurup sorumlusu gayet net bir şekilde biliyordu. Akif kendi birliğinin hazırlıklarını bitirdikten sonra gidip komutanına tekmilini verdi. Cihazlarının kanallarını da ayarladılar. Artık yola çıkabilirlerdi.

Harekete geçer geçmez de pusu ile karşılaştılar. Bu çok zayıf bir pusuydu. Geçtikleri yola hakim noktalarda bulunan tepelere mevzilenmiş olan düşmanları, kullandıkları gece görüşlü dürbünleriyle hareketlenmeyi görmüş olacaklardı. Hareket etmelerinin üstünden daha bir kaç dakika bile geçmeden başlayan bu kurşun yağmuru etkisizdi, fakat rahatsız ediciydi. Yeniden mi deşifre oluyordu hareket yönleri ne? Hele düşman mevzilerinden sıkılan izli mermilerin yarattığı aydınlık kötü oluyordu galiba. Fakat yine de sıkılan kurşunlar o kadar uzaktan atılıyordu ki bulundukları yere ulaşamıyordu bile. Bunun için fütursuzca devam ettiler yollarına.

Bölge kısa bir süre içerisinde geride kalmıştı. Önce Çewlig'i Amed'e bağlayan asfaltı geçmeleri gerekiyordu. Fakat bu yol boyunca bazı pusular vardı. Bunları da sorunsuz aştılar. Takip eden falan yoktu. Bu bakımdan rahattılar. Fakat yorgunluk, açlık ve soğuk gibi eski etkenlerin yarattığı ruh hali olduğu gibi devam ediyordu. Bundan dolayı içinden geçmekte oldukları bir köyde biraz sıkıntı yaşadılar. Çünkü herkes evlere girip ısınmak ve birşeyler yemek istiyordu. Bunun için komutanlara müracaat ediyorlardı. Fakat hedefleri belliydi. Yol üstü bu hedefleri saptırmak kimsenin gücü dahilinde değildi. Komutan Cemal'de bu kez hedefledikleri noktaya zamanında varmak için var gücüyle çaba harcadığından böylesi taleplere karşı tavizsizdi. Kısacası yürüyeceklerdi.

Yemeği ve sıcak bir odayı pas geçmek bazı gerillaları kızdırmasına rağmen renk vermedi bunlar. Akif biraz arkada kalmıştı bir ara. Yaralı ve zayıf gerillalara moral vererek yürümelerine yardımcı oluyordu büyük bir özveriyle. Fakat herkes uyarılara aynı duyarlılıkla cevap veremiyordu. Arkalarda yalpalaya yalpalaya yürüyen Kara Sultan, bunlardan biriydi. Sitemkar bir tavırla yaklaştı ona:

"Ne o sen de mi bize sahip çıkmıyorsun?"

Yaralıydı Kara Sultan. Bunun için gerilerde kalmıştı. Yaralıların kendi kaderlerine terk edildiği şeklinde kafasında geliştirdiği bir düşünce onu tümüyle etkisine almış gibiydi. Bu düşüncesi onu o kadar etkilemişti ki, şimdiye kadar yapılan kollektif fedakarlıkları göremez duruma gelmişti. Dünyası artık kendisi ile başlıyor, kendisi ile bitiyordu. Akif bu moral bozukluğunu çabuk yakaladı.

"Neler söylüyorsun, hevala Sultan! Seninle ilgilenmemek mümkün mü? Hem görüyorsun, her arkadaş üstüne düşeni fazlasıyla yapmaya çalışıyor."

Sonra arkadaşlarına dönerek sordu:

"Cebinde yiyecek bir şeysi kalan var mı?"

Bir iki gerilla ceplerine davrandı. Bir miktar şeker kalmıştı zulalarında. Verdiler bunu Sultan'a. Biraz da moral verici sözler ettiler. Kara Sultan canlanır gibi oldu. Fakat ikna olduğuna dair hiç bir ipucu vermiyordu. Fakat yürüyordu ya, bu da yeterdi. Böylece yeniden yürümeye başladı artçılar. Yürüyüş, noktaya yakın bir tepeye kadar sorunsuz devam etti. O sırada öncü gurup bir güvenlik tedbiri olarak köyün hemen arkasındaki tepeye tırmanıyordu. Öncü gurup tepeye yerleşinceye kadar kimse kıpırdamadı yerinden. Akif'in içinde yer aldığı ardcı gurup ise Mezra Qaz denilen köyün arka taraflarında bekliyordu. Tam bu sırada harekete geçen mide enzimlerinin de etkisiyle olacak, herkes kendinden geçer gibi oldu. Yığılıp kaldılar oldukları yerde. Fakat Akif'in içinde, kurtulduklarına dair bir his vardı o gün.

Tepeciler mevzilendikten sonra, ha babam de babam diğer arkadaşlarını da ayağa kaldırıp noktaya kadar götürdüler. Noktaya varan her gerilla kendisine korunaklı bir yer buldu ve yerleşti. Alışkanlık işte, yumuşak ve rahat edebilecekleri yerleri değil de onları kurşunlardan koruyacak bir kayalığı tercih ediyorlardı oturmak için. Şöyle bir de siper aldılar mı, tamamdı lüksleri! Tüm mangalar, takımlar, kim varsa artık, herkes yerleşti bir yerlere. Bu sırada Mustafa geldi. Akif onunla durumu tartıştı biraz, biraz da şakalaştı. Stress atmış oldular.

Sonra sırt sırta vererek uyudular bir süre. Bu iyi gelmişti. Uyandıklarında saat ikiydi. Son birkaç saat içerisinde hiçbir olumsuzluk cereyan etmediği için açlığa rağmen rahattılar. Bir müddet sonra talimat geldi, köye ineceklerdi. Vay be! Demek ısınma zamanı, yemek yeme zamanı, dinlenme zamanı gelmişti nihayet. Tüm birlikler hemen hazırlandı ve köye yollandı. Akif de kendi takımını alıp bazı evlere yerleştirdi, kendisi de bir gurup arkadaşı ile birlikte giderek tanıdık bir eve "mecburi misafir" oldu. Çok sıcak karşılandı bu evde. Bu arada Akif, bir şeyler yemeden önce arkadaşlarına bir doktor gibi tavsiyelerde bulunuyordu:

"Arkadaşlar, yedi günden beridir bir şey yemediğiniz için mideniz küçülmüştür. Bundan dolayı azar azar yiyin. Mideniz şöyle bir alışsın yemek yemeye."

Önce çay içtiler, sıcak sıcak. Ben olsam başım ağrırdı ya, ama bu onlara iyi gelmişti. Sonra biraz süt geldi, onu da mideye indirdiler.. Ohhhh! Dünya varmış.. Sonra ilk sofra kuruldu. Sıcak yemek vardı sofrada. İnanılmaz bir şeydi bu. Yemek yemekteydiler nihayet! Bir çırpıda süpürdüler sofradakileri. Akif dahi tavsiyelerini unutmuş, yarışa kaptırmıştı kendisini. Sonra bir sofra daha kuruldu, bir daha, bir daha.. Tam dört kez yediler o evde. Herkes doyurmuştu karnını, fakat gözler hala açtı. Rahatlamışlardı. Fakat rahat verilmeyecekti onlara. Çünkü Akif'e, askerlerin yavaş da olsa köye doğru ilerlemekte olduğuna dair haber ulaşmıştı bile. Tam da sırasıydı hani!

Bu sırada bir anda uzun süredir boş duran mideye fazla yüklendikleri için, gerillaların çoğu şeker reaksiyonundan dolayı olacak, baygınlık gibi bir şey geçiriyorlardı. Akif, onları dürttü. Fakat uyandırmak mümkün olmuyordu. Askerler ise yavaş da olsa köye doğru ilerlemelerini sürdürmekteydiler bu sırada. Arkadaşlarını bırakamıyorlardı tabii ki. Sırtlayıp da götürmeye kalksalar altından kalkamazlardı. Bu kadar direnişten sağ salim kurtulan arkadaşlarını kurda kaptıracak değillerdi ya. Hemen sağlam arkadaşlarını bu gelen davetsiz misafirleri karşılamak için köyün dışına gönderdiler.

Bu arada Akif onları uyandırmak için uğraşmaya devam etti. Sonunda uyuyan bütün arkadaşlarını uyandırdı, süratle köyün dışına çıkardı. Akif, köyün dışına çıktıklarında Cemal'e yaklaştı.

"Cemal arkadaş, ben elli kişi alıp bu düşmanı vurmak istiyorum."

Akif, şu az ilerideki yolun üstünde tedirginlik içinde bekleşen askerlerin kendilerini birer yem gibi his ettiklerini düşündü. Yol boyunca cemseler, panzerler, tanklar dizmişler, fakat saldırmak için parmaklarını bile kıpırdatmıyorlar. Dürbünle seyretti onları.

"Bak şunlara, hepsi bitmiş bunların. Bir saldırı düzenlemeye kalkarsak, oradakilerin tümünü bitirmek, işten bile değil."

Fakat Cemal buna yanaşacak gibi değildi:

"Olmaz heval. Zamanı değil. Çünkü bizim de durumumuz iyi değil"

Bunun sökmediğini gören Akif, bu kez Miston'a doğru yürüyüş düzeni üzerine bir teklif getirdi:

"Madem Miston'a gitmekten başka yolumuz yok, o zaman; yavaş yürüyenler ve hızlı yürüyenler olarak iki kol halinde ilerleyelim. Bu daha güvenlikli olur."

Bu teklif aklına yatmıştı Cemal'in. Hemen düzenlemeye gidildi. Kolların yöneticileri ve yürüyüş düzenleri saptandı. Kısa bir süre içerisinde hazırdılar ve iki kol halinde ilerlemeye başladılar. Cemal, Sinan ve Akif önden gidiyorlardı. Bu defa şanslıydılar galiba. Çünkü yolda hiçbir sorunla karşılaşmıyorlardı.

***

10-11. Nisan, gece.. Akşam olmuş,gücün ana kolu bir araya toplanmıştı. Yol alırken gündüze kalıp yeniden saldırıya uğramamak için acele etmeleri gerekiyordu. Ama nasıl? Etraflarındaki kuşatma halen olduğu gibi devam ediyordu. Hiçbir köşesinden kıramamışlardı bunu. Tek yol kalıyordu tutabilecekleri. Onu deneyeceklerdi. Bulundukları yerin alt tarafından Çewlig-Amed asfaltı geçiyordu. Kurtulmak için öncelikle orayı geçmeleri gerekiyordu. Orayı geçtiler mi, epey geniş bir coğrafyada hareket etme veya manevra yapma şansını elde edeceklerdi.

Ama bu hat boydan boya pusularla doluydu. Ayrıca tanklar, panzerler ve zırhlı kariyer gibi araçlar bir duvar gibi dizilmişti asfalt boyunca. Burayı savaşarak yarmaları gerekecekti galiba. Eğer yarma harekâtında başarılı olamazlarsa, çemberde kalacak, ertesi gün de aç, uykusuz ve yorgun bir vaziyette savaşmak zorunda kalacaklardı. Oysa onlar artık takatlarının sonuna gelip dayanmışlardı. Yarmaları gerekiyordu çemberi bu halkadan. Evet, evet Tanklara, panzerlere, kariyerlere rağmen, atılan pusulara rağmen en zayıf halka buydu. En kuvvetli sanılan halka en zayıftı. Çemberi oradan yaracaklardı.

Cemal planını, gerillaların disiplinli mücadelesi üzerine kurmuştu. Komutanlara bunu anlatıyordu:

"Arkadaşlar, biz bu yolu geçeceğiz. Hepiniz kendi birliklerinizin başında olacak ve en uygun bir şekilde yöneceksiniz onları. Böylesi bir gecede bizi kurtaracak olan şey düzendir, disiplindir, karanlıktan iyi yararlanmaktır, kopup parçalanmamaktır. Düşman bize yüklendiğinde büyük bir direniş göstermeliyiz. Daha doğrusu mutlaka, her ne pahasına olursa olsun direneceğiz. Bunların çemberini yarıp geçmek mecburiyetinde olduğumuzu asla unutmayacaksınız. Haydi, serkeftin!"

Arkadaşları bu söylenenleri tartışmasız onayladılar. Komutanlar "serkeftin" diyerek derhal birliklerinin başına döndüler. Orada konuşulanları tümüyle diğer arkadaşlarına naklettiler. Tartışma çıkmadı. Onlar da onayladıktan sonra hiç beklemeden savaş düzenine geçtiler. Bu arada geride yine çantalar ve silahlar kalmıştı. Kimi şehit düşmüş, kimi yaralanmış, kimi ise guruptan kopmuştu bu çantaların ve silahların sahipleri. Bunlar saklanmıştı tabii ki. Fakat aralarında iki çanta vardı ki bunların bu şartlar altında terkedilmesi mümkün değildi. Çünkü mermi, şarjör ve diğer mühimmat gibi vazgeçilmez şeyler doluydu bunlar. Sakine bunların içindeki malzemeyi arkadaşları arasında bölüştürdü. Böylece bu önemli yükün geride kalmamasını sağladı. Kafile sorumluları son talimatlarını veriyorlardı:

"Hevalno! Bu yürüyüş esnasında mesafeli yürümeye, sessiz olmaya, disiplini bozmamaya, kopmamaya ve uyanık olmaya daha fazla dikkat edeceksiniz. Anlaşıldı mı?"

Kalabalıktan; "Anlaşıldı" cevabını alan komutan yerini aldı ve "serkeftin" diyerek işareti verdi. Yürüyüş bu kararlılıkla başladı.

Yürüyüşün belli bir aşamasında kafile birdenbire durdu. Sakine bu duraklamaya bir anlam verememişti. Biraz da endişeyle şöyle bir sağa baktı yoktu bir şey, sola baktı o tarafta da bir şey yoktu. Aradan 4-5 dakika geçtiği halde hiç bir kıpırtı yoktu kafilede. Sakine dayanamadı, öne doğru seğirtti. Herkes olduğu yerde durduğu halde arkadaşlarından biri boylu boyunca yatıyordu. Aldıkları talimat gereği hiç kimse yerinden kıpırdamadığından, biri gidip de "ne oluyor" diye bakmıyordu. Ama şu vardı, madem ki arkadaş yere yatmıştı o halde önemli bir şey var demekti bu. Sakine usulca yanına yaklaştı yerde uzanan arkadaşlarının. Dürttü, ses yok. Yine dürttü, bu kez sıçradı yerinden.

"Ne oluyor" diye uykulu gözlerle sormaz mı? Sakine başında dikildi ve diklendi:

"Heval, yerde yatan sensin. Neden yattığını sen söyleyeceksin"

Şaşkın şaşkın bakınıyordu etrafına beriki. Sonra uyanır gibi oldu. Şimdi hatırlıyordu durumu. Yürüyüşteydiler. Kendisi bu yürüyüşün öncüsüydü ve ayakta uyumuştu!..Mahcup, mahcup kalktı. Baktı arkadaşlarına sessizce. Sakine durumu anlayınca duyguları öfkeyle merhamet arasında gitti, geldi. Nihayet içinde bulundukları zorlukları göz önüne getirdi, hiç bir kırıcı laf etmedi. Sessizce yollarına devam ettiler. Belli bir süre sonra kafile yine durdu. Yine bir anlam veremedi bu duraklamaya. Bir arkadaşları daha düşüp uyumuştu. Bu durumda ilerliyemezlerdi. Yolu bilenler önde yürütülüyorlardı. Fakat onlar da patır patır dökülüyorlardı uykusuzluktan. Bunun üzerine yolu hiç bilmemesine rağmen Sakine öne geçti. Öylece yürümeye başladılar.

El yordamıyla yürüyorlardı adeta. Fakat bir müddet sonra yerde hiç bir iz bulunmadığını gördü. Islıkla veya herhangi bir şekilde ses çıkararak arkadaşlarını uyarmak da mümkün değildi. Çünkü askerlerin kurduğu pusuların tam içinden geçiyorlardı. En ufak bir ses çatışma anlamına gelirdi. Bu ise istedikleri en son şey olurdu o şartlarda.

Bu arada düşmanlarının attığı pusular da ilginçti. Bu pusular çatışmaya zorlayıcı veya öldürmeye yönelik pusular değildi. Karat deneyinden çıkardıkları dersle, gerillaları yeni bir intihar saldırısına kalkmaları için tahrik etmemeye azami dikkat sarfediyorlardı galiba. Pusu yeri olarak yüksek tepeler yerine daha alçak yerleri seçmişlerdi. Korkutmakla yetiniyorlardı bu kez. Bundan dolayı askerler kendileri için çok güvenli yerlere mevzilenmişlerdi. Gerillalar ise patikalardan inip kendilerini aşağılara doğru salmaya kalktıklarında, bir de bakıyorlardı ki her yerden kurşun geliyor. Bu kurşunlar, tepelerden gelmiyorlardı. Alışılmış pusuların aksine daha düzlük yerlere atmışlardı pusuları. Bundan dolayı atılan kurşunlar gerillaların kafalarının üstünden geçiyor, fakat onlara isabet etmiyordu. Yerleştirdikleri ışıldakları da öyle. Bu ışıldaklar gerillaları görmüyor, daha yüksek yerleri tarıyordu. Pusular, sanki dostlar alışverişte görsün misali atılmıştı. Bu haliyle 9-10 pusuyu rahatlıkla atlattılar.

Yola yaklaşmışlardı nihayet. Toprak ve etrafı ormanlık bir patikayı takip ederek ileriyorlardı. Çok tehlikeli noktalara yaklaştıkları için yürek atışları müthiş hızlanmıştı. Önlerine ufak bir dere çıktı. İçi böğürtlen çalılarıyla dolu bir dereydi bu. Kafalarını eğerek yavaş ve sessizce ilerliyorlardı. Yolu geçeceklerdi. Heyecan had safhaya ermişti. Burada tanklar bulunacağını hesapladıkları içindi heyecanları. Bundan dolayı pek çok arkadaşlarını kaybedebilirlerdi. İşte asfalt. İlk arkadaşları hızla geçti, ikincisi de, üçüncüsü de.. Hiçbir hareket yoktu düşmanlarından. Demek ki burada da aynı şey söz konusuydu. Karat sendromu! Düşman çatışmayı göze alamamıştı herhalde.

Durmadılar orada. Hedefleri mezra Qaz'dı. Mezra Qaz, İkiztepe'nin arka eteklerinde bir yerdeydi. Burası çatışma alanının iki saat uzağındaki nisbeten güvenlikli bir yerdi. Etekleri alabildiğine ormanlık olan bu tepelerin bulunduğu alan, tabii korunma açısından oldukça iyiydi. Geniş bir alanda küçük tepeciklerin de bolluğu araziye belli bir genişlik sağlıyordu. Şu anda bulundukları yerden de görünüyordu burası. Zaten gündüzün çarpıştıkları yerden de görmüşlerdi bu mıntıkayı. Orada kendilerini daha garantiye alabilirlerdi. Üstelik geri çekilme söz konusu olduğunda daha geniş olanaklar sağlardı böylesi bir mıntıka.

Asfaltı aşmış İkiztepe'ye yönelmişlerdi artık. Bugünkü yürüyüşleri en sorunlu yürüyüştü. Neredeyse her beş dakikada, bir gurup gerilla kopuyordu kafileden. İnce bir yağmur tutturmuştu yine. Yol alabildiğine çamurluydu. Zaten kendilerini bile zar zor taşıyabilen kafiledeki insanlar, bir yandan kayganlaşan yolla mücadele ediyor, öte yandan da ayakkabılarına yapışan kilolarca çamuru yüklenmiş götürüyorlardı. Sabahtan beri soludukları barut kokusunun yarattığı sersemliği, kulaklarında hala uğulduyan mermi sesleri tamamlıyor, onların bilinçsizce sağda solda düşmelerine yol açıyordu. Sakine, yürürken etrafında hep insan bağırtılarını, yaralanan bir arkadaşlarının yardım isteyen çığlıklarını, patlayan bombaların çıkardığı o ürküntü verici sesleri duymaktaydı. Durmadan sağa sola bakıyor, acaba bir şey mi oldu diye araştırıyordu. Bunlar hep gündüz vakti cereyan eden o müthiş savaşın etkisiyleydi. Silinmemişti bu etki! Ama insaf tanımayan şu uykusuzluk olmazsa hepsi çekilirdi bunların.

Yürüyüş disiplini bozulmuştu artık. Birlik düzeni kalmamıştı. Karmakarışık bir şekilde yürüyorlardı şimdi. Vakit ilerledikçe uyuyanların sayısı daha da fazlalaştığı için duraklamalar da artıyordu. Bereket versin her düşen arkadaşları için duraklıyorlardı. Eğer böyle yapmasalardı o anda belki de kafilenin yarısı kopmuş olabilirdi. Bir ara Sakine sesler duymaz oldu. Rahatlamıştı enikonu. Hani şu uyku ile uyanıklık arası bir şey derler ya, öyle. "Xayis gitti" der Kürtler buna. Fakat bu rahatlığı kısa sürdü. Biri boyuna dürtüyordu onu:

"Hevala Sakine, kalk sabah oldu!"

Nihayet o da teslim olmuştu uykuya. Ardındaki tüm gurup onun uyanmasını beklemişti, ama öndekiler durumdan habersiz gitmişlerdi. Tekrar kalkarak yola koyuldular. Bu arada 5-10 dakika kadar yolu da kaybettiler. Fakat yine de kısa bir süre içerisinde, karşılarındaki heybetli ikiz tepeleri referans alarak diğer arkadaşlarına yetişip birlikte yol almaya başladılar. Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler. İki saatlik yolu sabaha kadar ancak alabilmişlerdi.

Bir ara gözleri bir taşın üstündeki bir karartıya takıldı. Artık sabaha karşıydı vakit. Dikkatle baktı Sakine, bu yeni savaşçılardan Nihal'di. Nihal iki elini de karnının üstüne bastırmıştı. Sakine onun yürüyemediğini sanmıştı. Yaklaştı:

"Ne oldu hevala Nihal, yürüyemiyor musun?"

Beriki bilinçsizce bakıyordu. Mekanik bir sesle:

"Evet, yürüyemiyorum” dedi ve boş gözlerle bakmaya devam etti. Bu arada Numan yaklaşmıştı onlara. Sakine ona döndü:

"Heval, yardım et de şu arkadaşı taşıyalım buradan."

İkisi birleşip Nihal'i yerinden kaldırmaya çalıştılar. Fakat yerinden kıpırdayamıyordu beriki. Sakine, arkadaşının yüzüne dikkatle bakınca bir tuhaflık olduğunu anlamıştı. Yüzü sapsarıydı Nihal'in. Gözleri çukurlarına kaçmış gibiydi ve onları kontrol edip bir noktaya fikse edemiyordu. Açlıktı bu! Açlık bu arkadaşlarının vücudunu iflas ettirmişti anlaşılan. Sakine ağlamaklı oldu çaresizlikten. Fakat yürütmek gerekiyordu.

"Yürümen lazım heval. Bak köy hemen şu yukarıdaki düzlükte. Oraya kadar gideceğiz. Köyde yiyecek var. Orada karnını iyice doyurur, kendine gelirsin."

Nihal teslim olmuştu şartlara. Kıpırdayamıyordu. O istek de kalmamıştı onda.

"Ben kıpırdayamıyorum artık. Beni burada vurarak bırakın. Ben gelemem" dedi güç bela.

Yeni savaşçılardandı Nihal. İradesi, onu her şart altında hayata sarılacak duruma getiren o çelikleşmiş gerilla iradesi daha henüz istenen seviyeye ermemişti görüldüğü kadarıyla. Sonra uzun bir ikna maratonu başladı. En nihayetinde, ikna mı oldu, yoksa bu kadar konuşmaya katlanmaktansa kalkmayı mı tercih etti bilinmez, Sakine ve Numan'ın yardımıyla ayağa kalktı. Onların yardımıyla hedefledikleri noktaya kadar götürülebildi. Artık kıpırdıyamıyordu. Yine bitap düşmüştü. Ama artık güvenlik içindeydi. Bir süre orada kalmasında hiç bir mahsur yoktu. Buna emin olduktan sonra bu arkadaşlarının üstüne bir yağmurluk örtüp diğer arkadaşlarıyla meşgul olmaya başladılar.

Bulundukları nokta ile kafilenin gelmiş olduğu alt taraflardaki vadiye kadar 15, bilemedin 20 dakika sürüyordu. Fakat hiç kimse bu mesafeyi çıkamıyor, herkes alt taraftaki vadide bekliyordu.. Halsizlik genelleşmişti. Ama mecburen gelinecekti oraya. Çare yoktu. Kimini elinden tutarak, kimine bağırarak, kimini sürükleyerek tümünü çıkardılar yukarıya. Müthiş bir operasyon olmuştu bu 15 dakikalık yolu almak!

Herkes çıktıktan sonra Cemal, Yılmaz ve Sakine bir araya gelmiş, nasıl bir güvenlik sistemi kuracaklarını tartışmaya başlamışlardı. Fakat biraz acele ediyorlardı galiba. Çünkü tam o sırada yukarıdan haber geldi; düşmanları harekete geçmiş onlara doğru geliyordu. İşe bak! Tam kurtulduk derken, al yeni belayı. Hayaller yeniden tuzla buz oluyordu galiba. Umutlar kırılmıştı eni konu. Bugün de çatışmaya girerlerse kaldıramayacaklarını düşünmeye başladılar.

Arkadan ilk panik çabuk geçti. Hislerle düşünmenin yerini mantıklı düşünme aldı. Başa gelen çekilirdi. Alınacak tedbirleri düşündüler ve bir iki dakika içerisinde her biri birer gurup oluşturarak üst taraflardaki tepeciklere gönderdiler. Bunlar en güçlü gerillalardı. O gün güçlü demek, ayakta kalma becerisini göstermiş olmak anlamına geliyordu. Bu ayakta kalabilen guruplar orada askerlerin hareketlerini kollayacak, eğer gelirlerse onlarla ön teması sağlayacaklardı. Daha sonra ise, komuta heyeti kalan arkadaşlarıyla birlikte yukarı çıkıp çatışmalara katılacaklardı.

Fakat düşmanları gelmedi. Biraz bekledikten sonra kafileye uyuma izni çıktı. Aç idiler. Normalde uyuyamamaları gerekiyordu. Ama ne gezer, kafayı yere koyan daldı gitti..

***

11. Nisan.. Öğlen oldu, geçti. Saat ikiyi buldu. Şiddetli bir yağmur yağıyordu açıkta yatan gerillaların üstüne. Hani "her tarafı sular seller götürüyor" derler ya, işte öyle bir şey. Bahardı enikonu. Sırılsıklam kesilmişlerdi yattıkları yerlerde. Hoş geceden beri öyleydiler ya. Ama yine de kolay uyanır gibi değillerdi. Sakine uyandırıldığında bazı arkadaşlarının köye doğru inmekte olduklarını gördü. "Demek ki vakit geldi ve etrafta bir tehlike yok" diye düşündü. Köye herkesten önce inmişti Komutan Cemal. Yerleşmiş, geriye kalan arkadaşlarının da oraya gelmelerini istemişti. Onun için herkes büyük bir şevk ve heyacanla oraya doğru gidiyordu. Gitmek ne kelime uçuyorlardı adeta. Mezra Qaz, Mezra Qaz olalı böylesi muhteşem bir topluluğu misafir etmemişti herhalde.

15-20 hanelik bir köy yavrusu olan Mezra Qal'da yaşayan halkın gerillalardan hoşlandığı falan yoktu. Fakat yine de o gün onlara dünyanın en yurtsever, en güzel köyü gibi görünmüştü bu köy. Hele girdikleri kulübe, saraydı meret saray! Yemekler pişmeden, sofraya gelmeden kokuları geliyordu. Bu kral sofrasının yemeği olsa gerek. Soba yanıyordu! Ööfff bee! Gel keyfim gel. Kaç gün olmuştu ısınmayalı? Unutmuşlardı bile.

Sakine'nin zorunlu misafir olduğu eve 12 kişi doluşmuştu. Bu küçük köye giren bunca davetsiz misafir onlara çok gelmişti, ama "başa gelen"di bunlar, çekeceklerdi ister istemez. Ne hazırda bu kadar insanı doyuracak ekmekleri, ne de yemekleri vardı. Birşeyler hazırlanması için bekleyeceklerdi biraz. Eh gümbür gümbür yanan soba da yeterdi şimdilik.. Beklemek ne ola ki!

Gerillalar kurulanırken, evin kadını önüne bir leğen koyarak hızla hamur yoğurmaya başladı. Bir yandan yoğuruyor, bir yandan da hazırda yanan kuzineye atıyordu hamurları. Sobada fazla tutmadan çıkardıkları bu az pişmiş ekmeği hiç bekletmeden paylaşıp yiyorlardı gerillalar. Yarı hamurdu ve mayasızdı yedikleri ama, hiç dokunmuyordu onlara. O anda ekmek olsun, nasıl olursa olsun yeterdi onlara. Kalite arayacak durumları yoktu. Kısa bir sürede yemek de geldi. Ne yemek ama! Şişirme hazırlanmış bir şeyler.. Ama gerillalar bunu dünyanın en lüks yemeği niyetine mideye indiriyorlardı. Yemeklerini bitirenler ya uyuşup bir köşeye kıvrılıp yattılar ya da sobanın etrafında birikerek kurulandılar. Artık bu yediklerini hazmetmekle meşguldu mideleri.

Akşam saatlerine kadar kurulandılar, istirahat ettiler. Akşamın gelmemesi için dua ediyorlardı. Ama nihayet saat ikide köye inmişlerdi. Onun için güneşin ufkun ötesine geçmesi fazla vakit almadı. Köye gecenin siyah örtüsü inmişti bile. Mesai saatleri yeniden başlamıştı. Zaten terkedeceklerdi köyü. Ama köyün dışındaki pusu gurubundan gelen haber bu işlemin acilen yerine getirilmesini gerektirici bir mahiyetteydi. Buna göre askerler köye doğru hareket halindeydiler. Bir konvoy halinde gelmiş, Mezra Qaz'ın girişinde durmuşlardı. Orada öylece bekliyorlardı askerler. Hemen bütün köydeki arkadaşlarına haber saldılar, hazırlanıp köyü terkettiler. Düşmanları yine kaçınmıştı temas sağlamaktan. Bunlar şu anda yaptıkları ile dostlar alışverişte görsün misali davranıyor gibiydiler. Tok ve istirahat etmiş olan gerillalarla sıcak temasa geçtiklerinde büyük kayıp vereceklerini hatta bir bozgun yaşayabileceklerini hesaplıyor olmalıydılar.

Qaz Mezrası'ndan sorunsuz çıkan gerillaların bu kez hedefleri Miston denilen bir mıntıkaydı.

***

10-11. Nisan, gece.. Gündüz cereyan eden çatışmalar, akşam saatlerine kadar hızından hiçbir şey kaybetmeden sürmüştü. Rizgar'ın bulunduğu mevziye nazaran aşağıda kalıyorlardı askerler. Mevzidekiler, bunun keyfini sonuna kadar çıkarmışlardı. Aşağıda, azapta olan düşmanları ile oyun oynuyorlardı adeta. Bu avantajlarının da katkısıyla mezranın aşağı tarafını mesken tutan düşmanlarının ilerlemesini durdurmuş, aşağı cepheyi güvenlik altına almışlardı. Akşam olur olmaz, kesin emir geldi. Her cephedeki gerillalar, kendi cephesinde bir araya toplanacak, İkiztepe'ye doğru gideceklerdi. Bu kez büyük bir gizlilik içinde yeni bir noktaya doğru hareket edeceklerdi. Bulundukları mevzide ve cıvar mevzilerde zaten az gerilla vardı. Hemen toparlandılar. Darçor hattını tutarak İkiztepe'ye doğru yol alacaklardı. Tüm birlikler orada, yani İkiztepe'nin eteklerinde toplanacaktı.

İkiztepe'ye yakın bir yere geldiklerinde cihazdan Cemal'in sesi yükseldi. Komutan az önce Çewlig-Amed asfaltında pusuları geçmekte olan bazı arkadaşlarının daha henüz noktaya ulaşmadıklarını söylüyordu.. Bu arkadaşları kopuktu guruptan. Açıkçası kayıptılar. Onları beklemeleri veya Rizgar araziyi bildiği için aramaları gerekiyordu. Bir süre bekledikleri halde gelen giden olmadı. Mecburen aramayı denediler. Bulundukları yoldan ayrılarak, bu gurubun geçmesi ihtimali yüksek olan bir boğaza yöneldiler. Bu boğaz, askerlerin çok iyi mevzilendikleri bir tepeye bakıyordu. Biri boğazın sağında, diğeri solundaydı bu tepelerin. Boğazı geçmeye başladıkları an görüldüler düşmanları tarafından. Anında iki havan atıldı. İsabetsizdi bu atışlar. Çevreleri toprak olduğu için şarapneller de bir şey yapamadı onlara. İlk panikle biraz gerilemişlerdi. Fakat az sonra yeniden daldılar boğaza. Boğazı mutlaka geçecek ve bulacaklardı arkadaşlarını.

İkinci teşebbüslerinde kolaylıkla geçtiler boğazı. Geçer geçmez de önde yürüyen bazı arkadaşlarına rastladılar. Biraz dikkatle bakınca bunların guruptan kopan o arkadaşları olduğunu anladı Rizgar. Bu arkadaşları, ellerindeki cihazı kullanarak Cemal'le irtibat kurmuşlardı. Cemal onlara, Rizgar ile bir gurup gerillanın kendilerini aramakta olduğunu, bu arama gurubunun takriben nerede bulunabileceğini şifreyle aktarmıştı. Guruptan ayrı düşmüş olan arkadaşları, Cemal'in tarif ettiği yeri gözönünde tutarak bu yolu tutturmuşlardı. Şimdi rastladıkları gurup buydu.

Artık İkiztepe'ye doğru yollanmalarının önünde hiçbir engel kalmamıştı. Hep birlikte bu tepelerin Qaz Mezra'sının bulunduğu cephesine doğru yürüyordu. Rizgar, Sinan'ın birliği ile beraberdi. Yolu ve araziyi iyi bilen Delil de aralarında bulunduğundan dolayı hiç güçlük çekmediler kestirme bir yol bulmakta. Delil, doğma büyüme bu yöredendi, yani Zaza'ydı. Araziyi avucunun içi gibi tanırdı. Yöre insanlarını ise çocuklarına varıncaya dek ismen bilirdi. Köylerden birine yakın geçiyordu yolları. Kafileden yorgunluk itirazları yükseldi. Evlere gitme isteği gösteriyordu gerillalar. Oralara girecek, istirahat edecek, ısınacak ve en önemlisi yemek yiyeceklerdi. Mola verildi. Fakat köye girme izni çıkmıyordu. Bunun yerine köyü iyi bilen Delil'in oraya gidip birşeyler getirmesi istendi. Delil hemen oluşturulan bir müfrezenin eşliğinde mezraya girdi. Az sonra biraz ekmek ve yiyecekle birlikte geri döndüler. Harekatın ilk gününden beri muhtelif yerlerinden yara almış, kan kaybetmiş olan Rizgar'a bu hafif yiyecekler biraz iyi gelmişti. Müthiş bir irade sergileyerek hiçbir aşamada arkadaşlarından kopmayan ve güçlük çektikleri anlarında onlara yardımcı olan Rizgar, "yemeğini" yedikten sonra üstüne bir ağırlık çöktü. Elinde olmayaraktan biraz kestirdi.

Ama az sonra diğer guruplarla birlikte, varmayı hedefledikleri köye yukarıdan bakan bir tepeye hareket etmek üzere uyandırılacaktı yine. Tüm kuvvet köye bir balkon misali hakim olan bu tepede üslenecekti bir süre. Çünkü askerlerde bir hareketlenme olduğu haberi gelmişti. Kısa bir süre tetikte beklediler. Fakat gelen giden yoktu. Bunun üzerine Komutan Cemal'den istirahat izni çıktı. Çiseleyen yağmura rağmen herkes birer köşeye çekildi ve Hilton'daymış gibi uyumaya başladı. Üstelik Rizgar'ın üstünde yatacak bir naylonu da vardı!

Öğleden sonra saat ikiye kadar uyudular orada. Biri;

"Yeter uyudunuz, haydi kalkın herkes köye indi bile" diye teker dürtüp uyandırmasaydı, daha da uyuyacaklardı. Kalktıklarında orada hemen hemen yalnız kaldıklarını gördüler. Onlar da alel acele toparlanıp indiler bir eve. Cemal'da aynı evdeydi. Gümbür gümbür yanan sobanın etrafında toplaşmış hem ısınıyor, hem de günlerdir yaş olan elbiselerini kuruluyorlardı. Üstündeki siyahlaşmış kanlı ve isabet eden -kurşun, şarapnel ne varsa- yabancı cisimlerle paramparça olmuş elbisesi ve zayıf düşmüş vücuduyla Rizgar'ın görünümü çok dokunmuştu arkadaşlarına. Onu sanki ilk kez görüyor gibiydiler.

"Hevalę Rizgar, şu yırtık şeyleri çıkar da sana köyde yeni bir elbise bulalım."

Rizgar pek oralı olacağa benzemiyordu.

"Gerek yok. Elbisemi gideceğimiz noktada gerekli tedavilerden sonra değiştirsem daha iyi olur."

"Kendin bilirsin" dedi Cemal . Bu arada yemek geldi. Fakat ard arda üç kez yaralanan Rizgar pek bir şey yiyemiyordu. Aç değildi açıkçası. Tepede yediği o hafif yemek yetmişti ona. Tuza ihtiyaç hissetmekteydi sadece. Bol da su içiyordu. Yani kendi kendine şu tuzlu serumlardan birini uyguluyordu. Az sonra tuzlu ayran getirdiler Rizgar'a. İki tas içti. İyiydi bu.. Artık hareket edebilirlerdi.