Kitaplarım - Yapraklar Açana Dek - "Satranç"


altıncı bölüm

İstikamet Xizgînos

8. Nisan.. Gece yarısı.. Yukarı çıktıklarında herkesin sağda solda kendine göre bulduğu bir yerde, uyumakta olduğunu gördüler. İnsanlar adeta kendilerinden geçmişlerdi. Oysa normal şartlarda yağan bu sulu şeyin altında ve bu soğukta uyumak mümkün değildi. Hele bir tokat gibi suratlarına çarpan o soğuk esen kuzey rüzgarlarına rağmen! Bareş deniyor Kürtçe'de bu tür rüzgarlara.. Kuzeyden esen keskin bir fırtınaya dönüşür bazen Bareş. Estiğinde uzun yürüyüşe çıkmışsan eğer, yüzünün fırtınaya maruz kalan tarafının uyuşacağını bilmelisin.. Felç olur yüzün kısacası. Ama onlar sanki Hilton'da uyuyor gibiydiler.. Tepede sadece yönetimdeki komutanlar uyanıktı o kadar. Belki de bir tek onlar uyumayacaklardı. Akif, komuta heyetinin bulunduğu noktaya varır varmaz devam etmekte olan toplantıya alındı. Yürüyüş istikameti ve hedefi saptanıyordu. Araziyi iyi bilen Akif'in görüşleri çok gerekliydi onlara. Saat epey ilerlemişti. Bu arada problem üstüne problem doğuyordu. Düşünün, hala noktaya ulaşmayan birlikler bile vardı.

Az sonra uyuyanlar uyandırıldı. Eşyalar alındı ve marş verildi. İstikamet Xizgînos olmak üzere ilk birlikler yürüyüşe geçmişti bile. Bareş'e, yağan o sulu şeye, tepeden tırnağa yaş olmuş elbiselerine, bellerini aşan kara rağmen yürüyeceklerdi. Cemal, Remzi ve Akif gibi komutanlar önde yürüyorlardı. Öncülerin görevi çok ağırdı. Geçit vermez kar örtüsünü yararak arkadakilere yol açmak, bu aç ve perişan insanlara ayrı bir yük yüklemişti.

Bir ara Akif'in gözü hemen önünde yürümekte olan Remzi'ye takıldı. Mekanikleşmişti bu komutan. Belden yukarısı kaskatı kesilmişti. Sürekli hareket halinde olan bacakları bir makinenin işleyişini andırırcasına otomatikleşmiş gibiydi. Bir ara şarjörü düştü. Akif bunu gördü ve arkadaşını uyardı;

"Hevalę Remzi, şarjörün düşmüş." Beriki sanki çok önemsiz bir şeymiş, ya da düşen şey onunki değilmiş gibi lakayt lakayt:

"Şarjör düştüyse düştü, bana ne?" Vay be! Bu Remzi miydi? Hayır hayır, kendinde olamazdı Remzi.. İlk anda affedilmez bir ilgisizlik gibi gelmişti bu tavrı Akif'e. Hani koskoca bir gerilla komutanı olacaksın, şarjörün düşecek de "bana ne?" diyeceksin, bu affedilir bir hata değildi. Ama onun açısından düşündü. Yaşanan o uzun ve hala devam eden günü gözünün önüne getirdi.. Aralıksız olarak çalışan ve hala en ön saflarda yürüyen Remzi'nin durumunu anladı. Bir yerde insanın yenilebileceğini düşünmeden edemedi. Akif yerdeki şarjörü alıp arkadaşına uzattı dostça. Sarıldı ona.. Remzi uykudan uyanmış gibi oldu onun bu hareketiyle. Sonra biraz arkada olmak üzere yeniden ilerlemeye çalıştı.

Bir süre böyle zorlu bir yürüyüşten sonra yeni bir vadiye açılan dar bir boğaza girdiler. Hafif bir rampayı çıkacaklardı burada. Fakat herkes takattan düşmüştü. Dövsen, bir kişiyi dahi tırmandıramazsın! Bu sırada ta baştan beri sırtında beyaz bir torba taşıyan yeni katılım bir arkadaşları, Agit idi adı, öne çıktı. Kendinden çok emin görünüyordu Agit. Torbasını indirdi ve herkese birer miktar toz şeker dağıtmaya başladı! Onun bu hareketi inanılmaz bir etki yarattı gerillanın morali üstünde. Onları hayran bırakmıştı bu yeni katılım gerillanın hareketi. Onun daha henüz tam anlamıyla gerillalaşmadan moral dağıtmaya çalışması harika bir etki yaratmıştı. Herkes bir anda canlanmıştı sanki. Eline şekeri alan her gerilla, bir avuç da kar alıp katık yapıyordu şekere ve yiyiyordu. Bunun verdiği moral ve fiili enerjiyle gerillalar hemen hemen sorunsuz bir şekilde tepeye tırmandılar.

Büyük bir boğazın tepesindeydiler. Büklümlü bir boğazdı burası. Şafak söktü sökecek gibi bir şey. O alaca karanlıkta çıktıkları tepeden görülen manzara müthişti. Sonsuz gibi görünen bir coğrafyadaydılar. Bir tepenin diğerini takip ettiği bitmez tükenmez bir manzara vardı karşılarında. Bembeyazdı hertaraf. Kıvrıntılı bir vadinin tam tepesindeydiler. Tepesinde bulundukları vadiye birdenbire sis çökmüştü. Bu oldukça iyiydi onlar açısından.. Tabii bir kalkan görevi yüklenecekti bu sis. Artık Xizgînos'a giren yolun başındaydılar.

"Kurtulduk arkadaşlar. Çemberi yardık!" diye bağırdı Akif keyifle. Sise bir kurtarıcı gözüyle bakıyordu haklı olarak.. Bir süre sonra vadiye inen meyilli bir araziye gelmişlerdi. Oradan keyifle kaydılar aşağıya. Noktaya varmışlardı böylece.. Yeni ve galiba nisbeten rahat bir gün başlıyordu..

***

7-8. Nisan, gece.. Rizgar kan ve barut kokan derede hiçbir şey göremeden arkadaşları ile birlikte güçlükle ilerliyordu. Aldığı yaralar alabildiğine sızlamaya başlamıştı. Yorgunluk ve uykusuzluk işin cabası. Bazı arkadaşları ayakta uyuyorlardı. Onları hem sarsarak uyandırıyor, hem de yürütmeye çalışıyorlardı. Bir ara yolu şaşırır gibi oldular. Fakat sonradan toparlanarak tekrar devam ettiler yollarına. Bir yerlere varacaklardı elbette. "Şu yağış da tam yağacağı zamanı buluyor" diye düşündü Rizgar kızgınca. Bir müddet aşağılara doğru yürüdüler amaçsızca. Orada bir kısım gerillaya rastladılar. Tepeleri tutan diğer bazı gerillalar da oraya ulaşmıştı. Aralarında yaralı olanları da vardı. Fakat yaraları hafifti bunların. Sevindi buna Rizgar.

"Diğer arkadaşlar nerede heval?"

Ana guruba ulaşmak istiyordu Rizgar. Sorusu bundandı.

"Suyun karşı tarafındalar. Tepeyi çıktın mı görürsün" dedi gerillalardan biri. Karşı taraftaki arkadaşlarına ulaşmalıydılar. Şatos Suyu'nun üstündeki köprüye inip oradan karşıya geçmeyi düşündü Rizgar. Biraz ilerideydi köprü. Zana'ya;

"siz de oraya gelirsiniz" dedi.

"Tamam heval."

Döndü yürüdü. Köprüyü geçti ve biraz ileride oturdu. Merkezi bir yer olduğu için arkadaşları mutlaka oradan geçeceklerdi. Arkasını bir taşa yaslayarak beklemeye koyuldu. Silahsız ve tek başınaydı. Bir ara bastıran uykuya dayanamadı. Daldı, gitti ister istemez. İçi geçmişti hani.. Az sonra biri dürtmüş gibi uyandığında saatin kaç olduğunu merak etti. Ama bulamadı mereti kolunda. Çünkü yaralarından akan kana bulanmış olan saatini arkadaşları kolundan çıkarmış, yanlarına almışlardı. Vakit epey geçmişe benziyordu. Arkadaşlarını bulması gerektiği ortadaydı. Eğer bir an önce onlara ulaşamazsa burada yalnız başına kaldığının resmiydi. Bulundukları yöreyi avucunun içi gibi bildiğinden, onların hangi hattan çekilebilecekleri tahmin edebiliyordu. Kalktı o yöne doğru yürüdü. Az sonra karşısına çıkan bir tepeye tırmandı. Bir iki ses bağırdı. "Kimse var mı buralarda!" falan diye bağırdıysa da duyan olmadı.

Çaresiz indi tepeden. Bir kez daha yürümeye başladı. Beşyüz metre kadar ilermişti ki bir kaç karartı gördü. Biraz daha yaklaştı ihtiyatla. Üç kişiydiler ve kendisine doğru geliyorlardı. Hemen yanıbaşındaki taşı siper alarak sindi. Düşman olabilirdi gelenler. Orada gerillanın bulunması için bir sebep de bulamıyordu Rizgar. Ama düşmanın da bu saatte ulu orta dolaşması sürpriz olacaktı. Üçlü epey yaklaşmıştı bulunduğu yere. Biraz daha bekledi. Aralarında 50 metre kadar bir mesafe kalmıştı. Birden;

"Kimsin! Kendini tanıt!" diye bağırdı. Kürtçe konuşmuştu. Gelenler düşman olsaydı hemen sipere yatacaklardı. Fakat cevap veren tanıdık biriydi, Mustafa:

"Benim heval, Mustafa. Ne arıyorsun burada sen?"

"Suyu geçmiştim. Uyukladım biraz. Arkadaşlar gelip beni bulamadan geçmiş olacaklar. Şimdi diğerlerinin yanına gitmek istiyorum. Nerden gidebilirim?"

"Tek başına mısın burada heval?"

"Tek başımayım."

Mustafa ona yolu tarif ettikten sonra yanındakilerle birlikte gözden kayboldu, gitti. Rizgar ise diğer arkadaşlarını bulmak üzere yola koyulmuştu.. Orada Zerdeşt ve Şoreş gibi bazı tanıdık arkadaşlarına rastlamıştı. Yaralıydılar. Onlarla ilgilendi, fakat kendisi de epey güçten düştüğü için daha fazla dayanamadı. Bir köşeye sığındı.. Yağan şey her neyse ona vız geliyordu.. Sızdı, kaldı.

***

8. Nisan gece.. Durmadan inen yağmur mu kar mı ne olduğu belirsiz yağışın yoğunluğu ile görüş mesafesi neredeyse sıfıra inmişti. Önünüzdekini bile göremeyeceğiniz bir dumanlı havaydı anlayacağınız.. Önce yaralı arkadaşlarını bir araya toparladılar. Daha sonra her komutan kendi taburunu, bölüğünü, takımını veya mangasını her neyse hazırlamaya koyuldu. O zifiri karanlıkta herkes kayıp arkadaşı var mı diye büyük bir gayretle araştırıyordu. Kopuk gerillalar saptandı. Bunların çoğunluğu, yorgunluk ve açlığın yarattığı bitkinlikten dolayı şurada burada sızıp kalmış küçük guruplardı. Bu arada Hebûn ve Kalender'in komuta ettiği bir gerilla takımının (30 kişi) toptan kopuk olduğu saptandı. Manga düzeyinde olmasa da bazı diğer kopuk timlerin varlığı da ortaya çıktı. Her birliğin elinde telsiz olmadığı içindi yaşanmakta olan bu hengame. Bazı yerlere araştırma gurupları çıkarıldı ve uzun uğraşlardan sonra harekete hazır hale gelindi. Bu kopuk guruplar daha sonra ulaşabilmişti onlara. Mesela altı kişilik bir gurup, tam altı gün sonra ulaşabilmişti arkadaşlarına.

Biraz yukarılarından geçen toprak bir araba yolu vardı. Bulundukları yerden hafif meyilli bir yamacı tırmanıp o yola varılabilirdi. Tüm birliklerin orada buluşması kararlaştırılmıştı. Her komutan kendi komutası altındaki gücü harekete geçirerek bu buluşma noktasına sevk ediyordu. Gerillalar, seçilen noktayı merkez alan geniş bir sahaya yayılmışlardı. Her taraftan oraya yönelebilirlerdi. Bundan dolayı bir araya gelmek için en uygun yerdi burası.

Herkes çok yorgun olduğu için noktaya varır varmaz birer köşede sızmışlardı. Cemal, bu düzensizlikte durumun ne olduğunu saptamaları için, Sakine ve Mustafa'yı görevlendirmişti. Bu iki komutanın kendileri de ayakta duramayacak kadar yorgundular, fakat görevleri çok önemliydi ve birilerinin yapması gerekiyordu. "Tamam" dedi Sakine. Sonra elinde olmadan oturdu. "Durumum kötü Mustafa arkadaş!" dedi kaldı orada. Yağış, kuru bir nokta bırakmamıştı elbisesinin herhangi bir yerinde. Ama vücudu hiç bir uyarıyı kabul etmiyordu. Sızdı kaldı çöktüğü yerde. Uyumuştu.

***

8. Nisan.. Şafaktan önce.. Uyandığında aralıksız dört saat sızmış olduğunu farketti. Öfkelendi. "Neden uyudun!" diye söylenip duruyordu kendi kendisine. Görevini yerine getiremediğine kahrediyordu anlaşılan. Fakat Mustafa onun da yapması gereken işleri yapmıştı. Bu bakımdan endişelenecek bir şey olmadığı ortadaydı. Ama bu "hafifletici sebebi" dikkate alamıyor, içi içini yemeye devam ediyordu..

Herşey hazırdı artık. Harekete geçebilecekleri duruma gelmişlerdi yani. Gerçi hava çok karanlık ve soğuktu. Durmadan yağan sulu kar herkesi ıslatmıştı. Bundan dolayı da bir kaç kilo fazlalığı taşımak durumundaydılar. Ama düşman da enselerindeydi.Yürümeliydiler. Bu onların son şansı sayılabilirdi. Müthiş ve müthiş olduğu kadar da soğuk bir fırtına kopmuştu bu arada. Tokat gibi geliyordu onlara hava darbeleri. Yüzlerinin rüzgar tarafından sürekli dövülen tarafı uyuşmuş gibiydi. Yol çok uzun olacaktı bu kez. Islak kar, yumuşamış, bastıkça batıyordu dibe kadar. Sürekli bat çık, bat çık yarım saat dayanamıyorlardı öndekiler. Daima değişiyordu öndekiler. Herkes aç. Herkes yorgun. Ama yürüyeceklerdi. Başka çare yoktu. Hele komuta heyetine mensupsan hiç bir şikayete hakkın yok demektir. Sen şikayet edersen, kim yürütecek bu küçük orduyu?

Epey yol almışlardı Şatos tepesinin altına vardıklarında. Bu tepenin alt taraflarında bir yerlerde Şatos karakolu vardı. Yani karakol azmanı, bir askeri üs açıkçası. O karakola bakan tepeye çıktılar. Oradaki kayalıkların arasında mevzilendiler. Tepeye çıkışları 4 saatlerini almıştı. Çıktıkları yer oldukça yüksek ve çıplak bir tepeydi. Her tarafı karla kaplı olan bu tepede gündüz gözüyle görünmeden kalmak imkansızdı. Ama düşmalarının, -karakola hakim bir yer olduğundan dolayı-, gerillaların burada mevzilenebileceklerini tahmin edemeyeceğini hesaplamışlardı. Fakat yanlış! Karakoldakiler onların oradaki varlıklarını anında saptamışlardı. Dinledikleri düşman cihazlarında geçen konuşmalardan bu açıkça anlaşılıyordu. Çünkü biri cihazla karşısındakine‚

"…100-200 kişilik bir gurup, kuzeye doğru ilerliyor" deyip duruyordu.

Sabah saatleri epey yaklaşmıştı. Artık orada kalamazlardı. Geri çekilmeye devam etmeleri gerekiyordu. Ama nereye?.. Nereye olursa! Bu arada tepelerde yerleşmiş olan bitkin gerillaları ayağa kaldırmak büyük bir problem olmuştu yine.

"Haydi heval!. Haydi kardeşim" falan gibi sözleri tehditler, hatta bazan itişmeler takip ediyordu. Sonunda tüm birlik yeniden harekete geçebilmişti. Tepenin hemen alt taraflarından geçmekte olan büklümlü ve başı sonu görünmeyen bir vadiye girmişlerdi. Bu vadi onları Xizginos'a götürecekti. Sürekli büklümler yapan bu derede yürümek bir işkenceydi adeta. Şu büklümü geçtim mi bitti dediğin anda karşına başka bir büklüm çıkıyor, onu ise bir başkası izliyordu..

***

8. Nisan.. Gündüz saatleri.. Bir buçuk saat böyle yürüdüler. Gün ışımıştı artık. Bu, korku saatleri başladı demektir gerilla kafilesi için. Nasıl olmasın ki? Tabak gibi ortada oldukları bir arazide ilerliyorlardı ve her an bir keşif helikopteri tarafından görülebilirlerdi.. Tam o sırada garip bir yarış başladı. Bir taraftan havada bulutlar, öte yandan da aşağı taraflardan yoğun bir sis belirdi. Her iki tabiat "harikası" da onlara doğru ilerliyordu. Fakat bunların ikisinin yarattığı umuda karşın, bir helikopterin o uğursuz uğultusu da gittikçe daha kuvvetle duyulmaya başlanmıştı. Ama yarışı, onları kısa bir süre saklayacak olan sis kazandı. Gerillalar daha henüz vadinin diplerine varamamışlardı. Bu şemsiyenin altında daha güvenle ilerliyorlardı. Her tarafı karla kaplı bir arazide ilerliyorlardı sürekli olarak. Bundan dolayı yorgunluklarına yorgunluk katılmıştı. Üstelik tabak gibi ortadaydılar. Yürüyemeyenleri ellerinden tutarak, kendinden geçenleri tokatlayarak sürüklüyorlardı. Başka çare yoktu ki! Sonra üstleri kalın bir sis perdesi ile örtüldü.. Görünmezleştiler. Tabii ki kısa bir süre için.

Böylece Xizginos vadisine açılan meyilli bir arazinin başına kadar geldiler. Kar örtüsü kuzeye gittikçe daha bir kalınlaşmıştı. Bu hafif meyilli yamaç kaymaya çok uygundu. Çocuklukları geldi akıllarına. Kendilerini bıraktıkları gibi vadinin dibine kadar keyifle kayıyorlardı. Kızakla kayar gibi.. Altlarında askerlerden ele geçirdikleri "panço" denilen naylon yağmurluklar vardı. Pelerin gibi olan bu yağmurluklar Meksikalılar'ı hatırlattığı için "panço" diyordu gerillalar bunlara.. Bu eğlenceli kayma işi neredeyse bir saat kadar devam etti. Vadideydiler artık.

Kısa bir süre içerisinde vadiye yayıldılar. Biteviye yağan yağmur onları bezdirmişti. Ritmik bir şekilde yağ babam yağ.. Çin işkencesi gibi bir şey. Her birlik ayrı bir yerde "karargahını" kurdu. Bir şeyler yeme, ateş yakma ve kurulanma beklentisi gerillaları belli belirsiz canlandırmıştı. Akif, Cemal'in kontrolunda yapılan bazı düzenlemelerde hazır bulunuyordu. Araziyi bildiği için tabii ki. Sakine ise arkadaşlarını almış, aşağı taraflarda suyun kenarındaki küçük bir düzlüğü seçmişti geçici karargah olarak. Tam bu sırada soğuk duş etkisi yapan sesler yeniden duyuldu.. O uğursuz helikopterlerin hırıltısıydı duydukları. Savunmasız kalmış olan savaşçıların korkulu rüyası. O sırada 250 cıvarındaki gerillanın büyük bir kısmı hala vadiye ulaşmak için karda yürüyorlardı. Hava açılmıştı yine. Bu ise kahrediyordu komuta heyetini. Helikopterin birinin onların üstünden geçmesi demek, görülmeleri demekti kaçınılmaz olarak. Bembeyaz karın üstünde yürüyen karınca sürüsünü görmemek mümkün müydü?

Tam o sırada cihazdan da sesler gelmeye başladı:

"Selam ve saygılar heval. Bir gurup arkadaş gerilerde kalmış. Açıkçası düşmüşler. Donma ihtimalleri yüksektir. Pek çok şehit verebilirler. Onlara takviye bir güç yetişmeli."

"Selam ve saygılar heval. Tamam, alındı."

Cemal etrafına bakındı. Hemen hemen hiç kimse görünmüyordu ortalıkta. Sonra Akif'e döndü.

"Heval kimse görünmüyor ortalıkta. Sen bir kaç arkadaş alarak bir bakıver şunlara."

Akif, o koskoca 250 kişilik guruba şöyle bir göz gezdirdi. Hiç kimseyi gözüne kestiremedi. Bir bitkinler alayı uzanıyordu vadinin derinliklerine doğru. Kimisi şurda, kimisi burda bir kuytuluk köşe bulmuş dinlenmeye çalışıyordu. Ayakta kalan bir tek ferdi göremedi. Yine de 5 kişiyi seçti aralarından. Daha henüz bir kaç yüz metre bile gitmeden bunlardan iki kişi kendini gizledi. Saklanıp kaçtı gerisin geriye. Normalde büyük bir suçtu bu. Fakat Akif günlerin perişanlığını üstünde taşıyan bu arkadaşlarının kaçışını görmezlikten geldi. Çaresiz, diğer arkadaşlarıyla yöneldi yardım edecekleri arkadaşlarına. Fakat kendileri de pek bir işe yaramıyorlardı ki!.

Soğuk, yorgunluk ve açlıktan dolayı düşüp kalmış olan arkadaşlarının yanına vardıklarında helikopterlerin orayı yoğun bir bombardıman altına almış olduğunu gördüler. Manzara tam anlamıyla dehşet vericiydi. Onları yerde boylu boyunca uzanan 6 cenaze olarak gördüklerinde üzülmeye bile vakitleri olmadı.. Hemen teker teker daldıkları o ölüm uykusundan vazgeçirmeye çalıştılar bu arkadaşlarını. Bir yandan dürtüyor, bir yandan da tokatlayarak akıllarını başlarına getirmeye çalışıyorlardı. Uyumamaları gerekiyordu bunların. Uyumak ölümdü çünkü. Böylece uğraşa uğraşa teker teker uyandırdılar yerde yatanları. Bu arada her uyanan boş gözlerle onlara bakıyor ve;

"Ne oluyor? Neredeyim?" diye soruyor, şuuru biraz daha yerine gelince de büyük bir umutsuzlukla "beni kurtar" gibi şeyler söylüyordu. Oryantasyon duygusunu kaybetmişlerdi. Bilinçleri bulanıktı. Hele aralarında bulunan Doktor Welat, Alişêr gibi yeni gerillalar problemi daha da ağırlaştıracak bir panik havasının yayılmasına yol açıyorlardı. Yeni gerillaların çoğunluğu, böylesi anlarda daha zayıf oluyorlardı. Bu, hiç kuşkusuz deneyim eksikliğinden geliyordu. "Aman beni kurtar", "beni sıcak bir yere yetiştir” falan gibi haykırışlar, bu gerillaların pişmesi için daha henüz zamana ihtiyaçları olduğunu gösteriyordu. Bu kez su verilmişti onlara. Eğer yaşarlarsa, bir dahaki seferin değişik olacağının garantisiydi bu. Zaman içinde sertleşecekti çelik. Yardımlarına koşan tecrübeli arkadaşlarını dev gibi görüyorlardı bunlar. Yenilmez, yorulmaz, üşümez birer dev! İşin aksi, bu insanların onları dev gibi gören şu yerde yatan arkadaşlarına verebilecek kuru bir mendilleri dahi yoktu! Buna rağmen onlara olan güvenleri, bu bitme noktasına gelmiş olan gerillaları hayatta tutabilirdi. Bundan dolayı güven verici sözler sarfetmeye gayret edeceklerdi. Vakitleri sonsuz değildi. Kendilerinin de bu arkadaşları ile birlikte donmaması için aşağılara inmeleri gerekiyordu. Ama bu arkadaşlarını yanlarında götürecek kadar güçlü ve kalabalık değillerdi. Takviye almak gerekiyordu. Donmuş olan arkadaşlarını, yanlarında getirdikleri naylonlara sararak karın üstüne bıraktılar. Onlara;

"Sizi şimdilik burada bırakıyoruz. Az sonra yapacağımız çay ve yiyecekleri alıp daha kalabalık bir gurupla geri döneceğiz. Merak etmeyin, orada sobalar kuruluyor. Etraf kurutuluyor. Sizi mutlaka noktaya götüreceğiz."

Sonra Doktor Welat'ın yanına döndüler. Doktor, Akif'in koluna yapışmış;

"Ne olur beni burada bırakmayın. Birlikte götürün! Bak seninle çok yerlerde badireler atlattık. Aynı birliğe mensuptuk. Sen benim komutanımdın. Bırakma beni burada" diye söylenip duruyordu. Çok ağır bir ruhsal baskı altına girmişti. İnsanlar bu psikolojiyi ancak yaşadıklarında anlayabilirler. "Sanki götürme olanağım var da, onu özellikle orada bırakıyorum sanıyor" diye düşündü Akif. İnsan bir kez paniğe kapılmaya görsün.. Arkası kendiliğinden gelirdi. İşte böyle! Ölüm anı. Paniğe kapılmamak için onlarca badire atlatmış olmak gerekiyordu. Arkadaşlarının yapabilecek hiçbir şeysi yoktu. Bunu düşünebilecek durumda değildiler. Kim düşünebilirdi ki? Götürmeye kalksalar, sırtlarında taşımak zorundaydılar. Yaralı çünkü, hem de ayağından. Donmuş, ya da açlıktan dolayı halden düşmüş. Taşısa, bir süre sonra onu sırtlayan da halden düşecek. İkisi birden ölecekler. Akif, sırtındaki pançoyu doktora giydirdi. Daha doğrusu sardı doktoru pançoya. Mümkün mertebe korunaklı bir yere, ki aşağı yukarı bir metrekarelik karsız bir alan vardı, oraya yerleştirdi. Hemen suyun yanı başı olan bir yerdi orası. Moral verici sözler etti.

Akif ile yanındaki arkadaşları gitmeden önce son kez görmekte oldukları oradaki arkadaşlarına dönerek;

"gidip hemen döneceğiz. Dayanın arkadaşlar" dediler. Sonra slogan atmaya başladılar:

"Bijî Serok Apo!" "Bijî Kurdistan!"

Bu sloganlar, sanki orada kalanlara da güç vermişti. Bir anda kendilerine gelir gibi oldular. Uykudan uyanmış gibi bir halleri vardı. Panik halinin yerinde yeller esiyordu artık. Onlar da iştirak ettiler sloganlara. Hem de büyük bir coşkuyla. Ölüm vız gelirdi artık onlara. Zafer işareti yaptılar gidenlerin arkasından. Fakat çok uykuları vardı. Sonsuz bir uykuya ihtiyaçları vardı. Az sonra bir daha uyanamayacakları bu uyku özlemi bütün benliklerini sardı. Rahattılar artık. Soğuk vız geliyordu onlara. Gözler, bir daha açılmamacasına çifter çifter kapanıyordu ard arda.

Geride bıraktıklarının bu durumundan habersiz olan Akif ile birlikte geldiği üç gerilla kendilerini aşağıya, geçici karargah olarak seçtikleri yere doğru salıvermişlerdi bile. Vakit akşamı bulmuş, helikopterler kaybolmuştu ortalıktan. Doğruca Cemal'in yanına gittiler. Akif tekmilini verdi ve;

"Arkadaşların durumu çok kritiktir. Hemen bir yardım gurubu daha çıkarmamız gerekiyor. Onlara yiyecek bir şeyler de birlikte götürülse daha iyi olur" diye görüşünü de ilave etti.

"Tamam" dedi Cemal "sen dinlen.” Bu kez Yılmaz'ı çağırdı yanına.

"Hevalę Yılmaz, yanına bir gurup arkadaş alacaksın. Gidip yukarıdaki arkadaşları getirmeniz gerekiyor.”

"Tamam" dedi Yılmaz ve ayrıldı. Oysa yukarıda sadece altı şehit vardı göreceği...

***

Hayat devam ediyordu işte. Geçici karargah olarak kullandıkları vadide gerillalar yiyecek birşeyler de hazırlamaya çalışıyorlardı. Hani ya "mideler bayram edecek" derler ya, işte öyle bir şey. Çünkü Karat tepesindeki savaşta yedikleri konservelerin dışında hiç bir şey yememişlerdi. Dört gözle bekliyorlardı yemeğin pişmesini. Bu arada tasfiye edilen askerlerin, ele geçirilen malzemenin, insan olarak verilen kayıpların, yaralıların listesi yapılacaktı. Her birliğin komutanı birliği ile ilgili listeyi hazırlayacaktı. Ayrıca elde kalan cephane de bildirilecekti. Bu listelerin tümünü birleştirecek olan Cemal, durumu eyalet sorumlusu olarak merkez karargahına rapor etmek zorundaydı. Gerilla bürokrasisi işte.. Merkez karargahı çok sıkı tutuyordu bu rapor işini. Cesedinin üstüne gidilmeyen askerin tasfiye edildiği kuvvetli bir ihtimal olsa dahi, "öldürüldü" diye rapor edilemezdi. Sadece "öldürüldüğünü sanıyorum" diyebilirlerdi. "Şu kadar asker tasfiye ettik" diyen bir komutanın öne sürebileceği tek garantili delil, ele geçen silahtı. Böylesine sıkı tutuluyordu iş.

Akif kısa bir süre içerisinde listesini hazırladı ve verdi. Bu arada lojistik görevlileri ekmek ve bulgur pilavından oluşan günün menülerini hazırlamışlardı. Gerillalar, büyük bir ziyafetteymiş gibi yumuldular pilava. Şimdi artık gündüz vakti de yağan yağmur dışında onları rahatsız eden bir durum kalmamış gibiydi. Bu yağmur da olmasa keyifleri keyifti hani.. Akşama kadar sadece dinlendiler. Çok yorgun ve uykusuzdular, ama hayret edilecek şey, kimse uyuyamıyordu..

***

Ateş yakılacak, yemek yapılacak ve manga yerleri belirlenecekti.. Komuta heyeti bu işlerin tümünü organize etmeden istirahata çekilemezdi. Sakine, bu işlerden payına düşenlerinin üstesinden gelmek için emrindeki güçleri alarak vadinin aşağı taraflarına doğru çekilmişti. Geçici karargah olarak seçtiği yerde sis falan yoktu. Öte yandan odunların ve yerlerin yaş oluşu ateşin yakılmasını çok güçleştiriyordu. Ama yandı işte nihayet.. Herkes ateşin başına oturmuş, bir an için de olsa ısınmanın keyfini çıkarmaya çalışıyordu. Fakat ne gezer! Helikopterler koku almış gibi anında damladılar oraya. Üfff be! Ne şans.. Bütün kafalarda aynı soru vardı; "olur mu bu be? Tam da ısınacakken yapılır mı bu kalleşlik?" Fakat güvenlik güvenlikti, düşman da düşman. Çantalarını aldılar ve mümkün olan en yüksek hızla tarlalara yöneldiler. Uygun yerlere mevzileneceklerdi. Artık düşmanın tatmin olup çekilmesini beklemekten başka yapacak bir şeyleri yoktu. Sıkı bir bombardıman başlamıştı. Sayıları bazan altıyı bulan bu ateş kusan canavarlar, Super Kobra türü helikopterlerdi. Yani Türkler'in elinde bulunan en azgın canavarlar. Araziyi saatlerce dövdüler.

"Vadileri ilk kez ta diplere kadar inip vuruyorlar. Oysa eskiden hiçbir şekilde alçalmazdı bunlar. Türk olmaları mümkün değil bu pilotların. Demek ki İsrail-Türk antlaşması yürürlüğe girmiş, bize karşı da ilk meyvelerini veriyor. Bu pilotlar İsrailli'dir garanti! Görmüyor musun yapılan manevralar kelimenin tam anlamıyla harika. Bir kaç gün içerisinde rüyalarında mı gördü Türk pilotları da bu manevra kaabiliyetlerini kaptılar? Hayır, hayır İsraili'dir bunlar." Tartışan gerillaların dile getirdikleri düşüncelerdi bunlar.

Savaşın başından beri edindikleri deneyimden anladıkları kadarıyla, bunlar kıpırdayan şeyleri daha kolay saptıyorlardı. Yerde en ufak bir kıpırtı gördüklerinde, hemen anında oraya boşaltıyorlardı bombalarını. Bundan dolayı kesin talimat verilmişti. Ne olursa olsun, bombardıman esnasında hiç kimse yerinden kıpırdamayacaktı. Fakat helikopterlere bazı araçlar da monte edilmişti herhalde. İnsan ısısına duyarlı bazı araçlar mesela.. Çünkü ağacın dibine gidip gövdeyi siper alıyorsun, herif hemen gelip tam da orayı vuruyor!

Akşama kadar sürdü bombardıman. Akşam üstü ise, her gece olduğu gibi havan atışları başladı.. Rahat bırakılmak yoktu kısacası. Gerillaların üstleri başları hala ıslaktı ve yiyecek birşeylerin hazırlanmasını bekliyorlardı. Havanlar noktaya ulaşamıyordu. Kenarları vuruyorlardı boyuna. Türk havancıların atış yapmaktaki acemiliği rahatlatıcı olmuştu tabii ki. Sakine biraz daha bekledi. Atışların gerçekten rastgele yapıldığına emin olduktan sonra mangaların kendilerine kuru birer yer yapmaları için talimat verdi. Bu güvensiz yerde o gece de kalacaklardı. Başka çareleri yoktu. Çünkü şu ana kadar soğuk ve açlık, onlardan altı can almıştı bile. Yaşadıkları bu yorgunluk, bitkinlik ve açlıkla ha deyince yer değiştirmek mümkün değildi ki! Hele yaralıların durumu.. Yerlerini terkederlerse, bu sadece şehitlerin sayısının artmasına yardım ederdi. Hepsi bu! Öncelikle dinlenmeleri gerekiyordu. Biraz da birşeyler yemeleri..

***

9. Nisan.. O gece gerillaların herbiri bir kaç saat uyuyabilmişti. Gerçek bir uyku yerine buna kısa süreli kendinden geçiş de denilebilir. Çünkü bırakın rahat uyumak için, aksine insanı uyanık tutacak tüm kötü şartlar mevcuttu orada. Karın üstünde yatmak zorunda idiler, altlarından buz gibi kar suyu akıyordu durmamacasına. Fırtına ve bir de şu çiseleyen yağmur cabası.. Eğer o müthiş yorgunluk ve uykusuzluk olmasaydı bu şartlarda uyumaları mümkün değildi.

Sabahın erken saatlerinde ortalık yeniden helikopter homurtuları ile çınlamaya başladı. Her komutan hemen kendi birliğini en yakın kayalığa doğru kaydırdı ve uygun yerlere mevzilendirdi. Helikopterler noktaya varır varmaz vurmaya başladılar. Akif iyi bir yer seçmişti kendine. Fakat bir ara tam tepesindeki bir yere büyük bir gümbürtüyle roket isabet etti. Bu merminin yarattı şok dalgasıyla kafası sağa sola çarparken, birden üstünden bir karartı havalandı ve önündeki suyun kıyısına pat diye düştü. Üstüne de bir taş..

"Ayyyy! Yandım anam!" diye bir bağırtı duydu o şeyin düştüğü yerden yana. Hemen oraya doğru fırladı. Manzara korkunçtu. Bir arkadaşlarıydı o havalanıp önüne düşen. Roket, arkadaşlarının sığındığı yerin alt tarafındaki taş ve toprağı vurmuştu. Vuruş o kadar şiddetliydi ki, arkadaşlarını üstünde bulunduğu toprak ile birlikte havalandırdığı gibi fırlatmıştı. Akif, hemen eşelemeye başladı yığını. Kısa bir uğraşıdan sonra arkadaşının vücuduna ulaştı. Bir yandan yara alan gerillanın korkunç bağırtısı, bir yandan da kan rengine dönüşmüş olan suyun verdiği ürküntü ile sarsıldı, kaldı yerinde. Fakat kendisini çabucak toparladı, üstü toprak ve taşlarla kaplanmış olan yaralı arkadaşına sarıldı. Liceli yeni katılım bir gerillaydı bu. Liceli, Akif'in ona sarılması ile kurtulduğuna kanaat getirdi, sevinir gibi oldu. Ama sürekli inliyordu. Haşat olmuştu kısacası. Beli tutmuyordu Liceli'nin. Onu kayaların arasındaki daha emin bir yere taşıdı Akif. Bir süre teskin etti. Fakat inlemesine, çok acı çekmesine rağmen bu gerilla sorun çıkaracağa benzemiyordu.

Bu arada helikopterlerin dalışları bitmek tükenmek bilmiyordu. Biri gidip diğeri gelen kobralar, tonlarca bomba bırakıyorlardı her defasında. Ama her şeye rağmen, herkesin sığınabileceği "emin" bir yeri vardı. Tepelerde birşeylerin döndüğünü fark eden Akif, cihazını alarak oralara doğru tımanmaya başladı. Başta tabur komutanları olmak üzere komuta heyetinin hemen hemen tümü oradaydı. Durumu ayaküstü şöyle bir tartıştıyorlardı. Bir süre öylece seyrettiler durumu. Sonra sakinleşmeye başladı ortalık. Helikopterler doyunca bomba yağdırdıktan sonra ara vermişlerdi bombardımanlarına. Anlaşıldığı kadarıyla bulundukları yer yine deşifre olmuştu gerillaların. Buradan gitmeleri konusunda tüm komutanlar fikir birliği içindeydiler. Bu kuşatmayı bir an önce yarmaları gerekiyordu. Gideceklerdi gitmesine, ama gidecekleri emin bir yerleri yoktu. Her taraf karla kaplıydı. Nereye yönelseler iz bırakıyorlardı. Bulundukları yerde de kalamıyorlardı.. Düşmanın bir yerlerden onları izlediği kesindi. Ama nereden? Velhasıl bir çıkmazı yaşıyorlardı. Bu sırada cihazdan cızırtılar yükselmeye başladı. Cemal'dı arayan:

"…hemen birliklerinizi alarak tepelere mevzilenin. Cihazdan aldığım bilgiye göre az sonra jetlerle saldırıya geçecekler."

"Alındı heval, selamlar, saygılar."

"Selamlar, saygılar."

Akif bunun üzerine hemen elindeki güçleri toparladı. İki takımlık bir güç vardı orada. Biri bayanlardan, diğeri erkeklerden oluşuyordu bu takımların. Kısa bir süre için bu güçleri en uygun olarak nereye yerleştirebileceğini düşündü. Uçak saldırılarında vadilerin dipleri yerine sırtlara mevzilenmeyi tercih ediyorlardı gerillalar. Helikopter saldırılarında ise tersini. Bunu hatırladı ve arkadaşlarını tepelerin sırtlarındaki kayalık gibi yerlere yönlendirdi. Elindeki gücü oralara mevzilendirecekti. Bazı komutanların ellerindeki güçlerle birlikte vadinin içlerine doğru kaydıklarını gördü. Oralara mevzileneceklerdi. "Yanlış bir mevzilenme" diye düşündü Akif. O ise, arkadaşlarıyla birlikte tepedeki bir kayalığın uygun yerlerine mevzilendi. Her manga bulduğu uygun bir yerde karın üstüne yatmıştı.

Az sonra jetler göründü. Görünmeleriyle dalış yaptılar ve Akif'le arkadaşlarının alt taraflarında uzanan vadiyi dövmeye başladılar. Uzun bir bombardıman süreci başlamıştı yine. Öğleden sonraya kadar zayiatsız sürdü bu bombardıman. Öğleden sonraki bombardıman daha şiddetli geçti. Bu sırada jetler ve helikopterler önemli bir kısım gerillanın üslenmiş olduğu vadiye dalış yaptılar. Büyük bir gümbürtü koptu ve arkasından bağırtılar yükseldi. Akif, yüzüne yerleşen endişeli bakışlarını yanındaki arkadaşına çevirdi; "seslerden anlaşıldığı kadarıyla orayı çok kötü vurdular" dedi. Arkadaşı da aynı endişeyi dile getirdi. Sonradan öğrendiklerine göre, kazan adı verilen roketlerden biri orada mevzilenmiş olan bayan gerillaların tam ortasına düşmüştü. Çok sayıda ölü ve yaralı olması ihtimali yüksekti.

O sırada, Akif'in yanıbaşındaki mevzide yatmakta olan Özgür adındaki 12 yaşlarındaki bir çocuk gerilla, büyük bir paniğe kapıldı. Babası da gerilla olan Özgür müthiş bir korku krizine kapılmış, bağırıp çağırıyordu.

"Az sonra bizi de vuracaklar. Kazan tam ortamıza düşecek! Hepimiz öleceğiz. Bunu biliyorum" diye bağıran Özgürcük, tam bir panik kaynağı olmuştu. Bıraksalar kalkıp bağıra çağıra koşacak. "Bir bu eksikti" dedi kendi kendine Akif. Şimdi artık kendi endişelerini unutmuş, onu teskin etmeye çalışıyordu. Önce kendine gelmesi için bir tokat çaktı suratına. Sonra kucakladı bu genç arkadaşını:

"Bir şey olmayacak Özgür. Kendine gel. Bak bizim yerimiz çok iyi.. Bizi vurmadıklarını görmüyor musun? Haydi, kes artık sesini."

Bu kızma ile karışık teskin manevrası kısa bir süre içerisinde tuttu. Özgür sesini kesmişti. Fakat bu kez de adeta yapışmıştı Akif'e.. Püsküllü bela. Ondan ayrılmak istemiyordu bir türlü. Akif, bir dev kesilmişti Özgür'ün gözünde. Sımsıkı yapışmıştı ona Özgür. Özgür'ün kafasına komutanın ölmezliği fikri yerleşmişti bir kere. O halde ölmemek için ona yapışmalıydı.. Akif çaresizdi ve çekecekti bunu artık.

Akif'in birliğinde fazla bir zayiat yok gibiydi. Vadide yerleşmiş olan bayan birliğini vurmuştu jetler. Sakine'ye bağlı olan bir bayan birliğiydi bu. O sırada üstlerine gelen ve adeta kalanları temizleme misyonu üstlenmiş olan helikopterler çok sıkı bir tarama işlemi yürütüyorlardı. Akif ve arkadaşlarının en fazla rahatsız edildiği dakikalardı bunlar. Jetlerin ve helikopterlerin bu müşterek saldırısı havanın kararmasına kadar sürdü ve başladığı gibi bitti. Hava saldırısı sonuçlandıktan hemen sonra, her zaman olduğu gibi havan atışlarına başladı askerler. Etkili değildi bu atışlar, ama tedirginlik yaratıyordu yine de. Bu arada gerillalar Darêyênî'ye doğru açılma kararı almışlardı. Tek kurtuluşları oraya varmaktı herhalde. Hemen hazırlıklara girişmeli ve yola koyulmalıydılar. Hem de o gece. Uzun ve meçhullerle dolu bir yolculuk bekliyordu onları.

***

Aynı gün, sabah.. Sakine bütün arkadaşlarını uyandırdı. Dünkü helikopter saldırılarını gözönünde bulunduran komutan, bugün kapsamlı bir hava saldırısı daha bekliyordu. Bunun için elindeki güçleri birlik birlik mevzilendirecekti. Sakine'nin komuta ettiği güç üç takım gerilladan oluşuyordu. Bunlardan biri sadece bayanlardan, biri erkeklerden oluşuyordu. Bir diğeri ise kurumların birleşik takımı olduğu için karma idi. Çabucak mevzilendirdi arkadaşlarını. Mevzilenmek için, dünden edindiği deneyimi de göz önünde bulundurarak mümkün olan en korunaklı yerleri seçmişti Sakine. Arkadaşlarını mevzilendirdikten sonra sıra davetsiz misafirlerinin beklenmesine gelmişti. Heyecanlı bekleyişleri uzun sürmedi. Ürküntü veren homurtularıyla görünen helikopterlerin, vadiye varmalarıyla bombalarını boşaltmaları bir oldu. Ortalık yine toz dumandı.

Bu arada açlık dayanılmaz bir seviyeye erdiği için, devam eden yoğun hava bombardımanına rağmen, Sakine lojistiğe bakan Barzan'ı çağırdı. Barzan bazı kişisel problemleri olan bir arkadaşlarıydı. Bunun için sadece lojistiğe bakıyordu. Görevini çok seviyordu Barzan. O kadar ki aşıktı sanki bu işe. Bugünlerde bir derdi vardı Barzan'ın; arkadaşlarına mayalı, şöyle iyice kızartılmış ekmek sunabilmek.. Mayalı ekmek ha! Öf be.. Sakine:

"Hevalę Barzan, tüm birlikleri dolaş, mümkün olduğu kadar çok un ve yağ topla. Yağlı ekmek yap bizlere. Bugün jetler de gelse helikopterler de gelse, kıyamet de kopsa sen bizi doyuracaksın. Tamam mı?"

"Tamam, oldu bil hevala Sakine" dedi bütün sevimliliği ile ve kayboldu. Tüm birlikleri dolaştı. Un, yağ ne bulduysa bir araya getirdi ve bomba yağmuru altında çalışmaya başladı. Yoğun bir faaliyet sonucu ekmeklerini hazırladı ve arkadaşlarına sunmaya başladı. Ayın beşinden beri hiçbir şey yemeyen gerillalar için bu bulunmaz bir nimet, bir ziyafetti. Ekmek yiyorlardı. Üstelik sıcaktı yedikleri ekmek, hem de yağlı! Ebatı biraz küçük de olsa, insanı tam doyurmasa da yağlı ekmek yemiş oluyorlardı işte.. Yoğun helikopter baskısı altında alınan bu ziyafet gerillalara büyük bir moral vermişti. Ama Kürt savaşçıları önlerindeki yağlı ekmekleri yerken hiç de rahat görünmüyorlardı. hayret edilecek bir şeydi bu. Oradakilerin Çoğunluğu;

"Yaralı ... arkadaş yedi mi?". "Ya .. arkadaşı göremiyorum, o da yedi mi?" "Nöbetteki.... arkadaşın payı kaldırıldı mı?" gibi, kendilerinden ziyade arkadaşlarını düşündüklerini ortaya koyan sorular soruyorlardı. Bir aile idiler, büyük ve yenilmez, yok edilemez bir aile! Onların bu kadar büyük bir askeri yöneliş karşısında hala ayakta kalmalarının sırrı buydu.. Yoksa 350 insan, bu kadar teknolojik imkanlar kullanan, yüzlerce uçak ve helikopter ile donatılmış 35.000 kişilik tok bir orduya karşı, bu açlığa , bu yorgunluğa rağmen ayakta durabilir miydi?

***

Sabah faslındaki vuruşu yeterli bulmamış olacaklardı ki, Türk helikopterleri öğleden hemen sonra yine belirdiler havada. Sakine emrindeki tüm güçleri eski düzenlerine soktu. Bu arada bayan gerillalar açıkta kalmışlardı. Onları alıp suyun kenarına gitti. Oradaki müsait yerlere mevzilendirdi. Fakat helikopterlerin vuruşu için en uygun yer de bu bayan gerillaların yerleştikleri alandı. Direkt oraya yöneldiler. Bayan gerillalar çok dar bir sahaya yerleştirilmekteydiler. Suyun sağ ve sol kıyısındaki kayalıklara mevzilendiriyordu arkadaşlarını. Bir ara Sakine bazı arkadaşlarını yerleştirmek için karşı tarafa geçti. Tam da o sırada helikopterler Ronahi, Neval ve Sultan'ın açıkta bulunduğu yeri vurmaya başladılar. Büyük bir gümbürtüyle sarsıldı ortalık. Bir kazan isabet etmişti bu bayan gerillaların bulunduğu noktaya. Durumu gören Sakine hemen oraya koştu.

Noktaya vardığında Ronahi'nin sol bacağından yara aldığını ve yürüyemediğini gördü. Neval da ayağından yemişti şarapneli. Basamıyordu üstüne. Diğer bazı arkadaşları da ufak tefek sıyrıklar almışlardı, fakat bunlar önemli değildi. Ronahi savaş başlamadan üç gün önce katılmıştı gerillaya. Daha henüz askeri elbise bile giymemişti. Bu genç bayan, üniversite mezunu, Güney-batı Kürdistanlı bir gerillaydı. Çok inançlı olmasına rağmen, bu yaralanma olayı onu şoke etmişti. Yaralarından dolayı terkedilme korkusu onu bitiriyordu. Sakine bunu ilk bakışta anlamıştı. Bunun için yüzüstü bırakılmayacağına dair güvence verdi Ronahi'ye, sakinleştirdi.

Bu sırada birkaç yerinden yara almış olan Rizgar da oraya geldi. O haliyle yardımcı olmak istedi arkadaşlarına. Fakat berikiler onun, yoluna devam ederek kendisine uygun bir sığınak bulmasını istediler. Bunun üzerine kıyı boyu ilerlemeye devam etti. Biraz ilerde bir kayanın kovuğunda mevzilenmiş olan bir kaç gerillaya rastladı. Fazla kan kaybetmiş olan Rizgar titriyordu durmadan. Dayanamıyordu soğuğa. Kayanın kovuğuna mevzilenmiş olan gerillalardan Nedim'in bir pançosu vardı. Nedim bu pançoyu Rizgar'a verdi ve gece geri çekilme harekatı başlatacaklarından dolayı biraz uyuyarak dinlenmesini istedi. Bir oyukta kendisine yatacak bir yer hazırlandı. O sırada güneş yüzünü şöyle bir göstermişti. Isınır gibi oldu. Kıvrıldı oracığa, uyumuştu. Bu arada iki arkadaşı daha oraya sığınmıştı.

Az sonra müthiş bir ses ve şok dalgaları ile sıçradı yerinden. Kazan denilen roketlerden biri hemen yanıbaşına düşmüştü. Yukarı doğru baktı bir kazan daha salınmıştı jetlerden biri tarafından. Roket yavaş yavaş onlara doğru süzülüyordu. Geliyorum diyen ölümdü bu. Yanında Nedim, Cudi ve Kulplu Firaz vardı. Bunlar kalkıp koşabilirlerdi, fakat kendisinin böyle bir şansı yoktu. Sakattı. Durumu elvermiyordu buna. Yanındaki arkadaşları kalkıp çil yavrusu gibi dağıldılar. Kendisi ise olduğu yerde oturdu. Öylece kalakaldı.. Kazan tam da kaçanların yanıbaşlarına vurmuştu. Ortalık birden karardı. "Benim sonum böyle olacaktı demek ki!" diye düşündü Rizgar. Her tarafına parçalar isabet etmişti. roketin fırlattığı taş parçaları, toprak ve şarapneller cehennemi bir görüntü yaratmıştı. Etrafına baktı, Cudi yanıbaşında yatıyordu. Rizgar'ın kendi belinde de bir ağırlık vardı. "Herhalde öldürücü darbeyi buradan yedim." Etrafa aldırmadan kendi kendine söyleniyordu.

Bu sırada yerde yatan Cudi, elinde tuttuğu bir el bombasını son bir gayretle Rizgar'a uzatıyordu. Rizgar bombayı onun elinden adeta kaparak aldı. "Herhalde şok esnasında pimini çekmiştir" diye düşünmüştü. Sonra dikkatle baktı bombaya, hayır, pimi yerindeydi. Bu iyiydi işte. Aradan az bir süre geçti geçmedi, hiçbir yara izi bulunmayan Cudi birden bire şişmeye başladı ve hareketsiz kaldı. Bir daha hiç kıpırdamayacaktı.. Nedim de aldığı yaralarla şehit düşmüştü. Suya kapılan naaşını arkadaşları güçlükle çıkardılar oradan. Firaz ise ağır yaralanmıştı. Öyle görünüyordu ki, üçü olduğu yerde kalsaydı, belki hiç biri yara dahi almayacaktı.

Aldığı yeni yara Rizgar için hem psikolojik açıdan, hem de fiziki açıdan tam bir yıkım getirmişti. Akşam geri çekilme harekatı başlayacaktı. Ama o, belki de hiç hareket edemeyecek bir durumdaydı. Planlamada da durumu görüşülmüştü Rizgar'ın. Normalde gidemezdi gurupla. Ama eski bir gerillaydı, tecrubeliydi. Kararını kendisi vermeliydi. Rizgar ise ilk anlarda gidip gitmemek arasında tereddüt geçirmişti. Fakat sonunda gitmeye karar verdi. Çünkü araziyi biliyordu ve arkadaşlarının bu en sıkışık anlarında ona ihtiyaçları vardı. Kanlı elbiseleri vücuduna yapışmış olan Rizgar, arkadaşlara yardımcı olmayı dahi teklif ediyordu.. Rizgar'ın şahsında su almıştı çelik..

***

Aynı gün, öğleden sonra.. Sakine Ronahi'yi ayağa kaldırdı, fakat beriki basamıyordu ayağının üstüne. Tekrar olduğu yere bıraktı dikkatlice. Sonra yaralarının durumuna bakmak için pantolonunu indirdi arkadaşının. Bacağına baktı, onbeş yerden yara almıştı Ronahi. Görüldüğü kadarıyla aldığı yaralarla bacak berbat bir vaziyetteydi. Bir başka arkadaşını daha yardıma çağırdı Sakine. İkisi birden koltuğunun altına girerek daha iyi bir yere kadar götürdüler onu. Orada etrafına yüksekçe bir duvar ördüler. Böylece şarapnel parçalarının ona ulaşmasına mani olacaklardı. Bu arada ayağından yaralanmış olan Neval'ı da zor bela yanına aldı. Onu adeta "taşıyarak" bir patikaya saptı. O sırada güneş açmıştı. İnsanın içini ısıtan bir hava vardı o gün. Şurdan burdan çıkan buharlar ortalığın yeteri kadar ısındığını gösteriyordu. Fakat onlar bu manzarayı gördükçe mutlu olacaklarına moralleri bozuluyordu. Hava akınlarının tüm hızıyla sürdüğü bu saatlerde, helikopterlere yol gösterci olan bu güneş onları nasıl sevindirebilirdi ki?

Patika boyunca noktada bulunan tüm arkadaşlarını toparlayıp birlikte götürüyorlardı. Yürüdükçe yeni iştiraklerle sayıları arttı. En sonunda 15 kişi kadar oldular. Böylece çoğala çoğala diğer arkadaşlarının bulunduğu yere vardılar. Vardıkları yerde arkadaşlarının vadi boyunca dört ana noktada mevzilendiklerini gördüler. Vadinin bir tarafındaki yamaçta, tepelere kadar olan bir alanda ikili üçlü guruplar halinde oturuyorlardı. Sakine arkadaşlarını bu düzene göre yerleştirdi. Sonra vadi boyunca ilerlemesini sürdürdü. Biraz ilerideki bir tümseğin kenarında oturmuş olan Cemal ve bir kaç arkadaşını kendilerini bekler buldu.

Sakine komutanına tekmilini ayak üstü verdi. Olayı ve verilen kayıpları olduğu gibi anlattı. Orada Ronahi'nin dışında kimsenin kalmadığını söyledi. Cemal, komuta heyetindeki diğer arkadaşlarını da çağırdı. Ayaküstü bir toplantıya dönüştü bu görüşme. Komutan, oradaki herkese yeni durumla ilgili olarak görüşlerini soruyordu. Ne yapmaları gerekiyordu? Aklın yolu birdi. Herkes aynı cevapta birleşmişti; ne olursa olsun bu gece burayı terk etmeliydiler. Bu görüş kısa bir süre içerisinde karara dönüştü. Akşam bütün sevimliliği ile iniyordu vadiye. O sırada adeta rutin hale gelmiş olan BBC'yi dinleme saati gelmişti. Hemen radyolar bulundu ve istenen istasyon aranmaya başlandı. BBC, Türk Genelkurmayı'nın önemli ve yol gösterici bir açıklamasını yayınlıyordu. Türk Savaş Komutanlığı, bir gurup gerillayı karlı ve çıplak bir alana sıkıştırdıklarını, yakında kesin bir darbeyle imha edeceklerini bildiriyordu. Bu uyarıcı bir açıklamaydı. Demek ki orayı alelacele terk etme kararlarında haklıydılar. Hem de hemen terk etmeliydiler bu uğursuz sahayı. Bu gece!

***

Akşamın siyah örtüsü onları örttüğü anda terk edeceklerdi bu alanı. Cemal, Sakine, Yılmaz, Remzi ve Sinan bu amaçla, şurada veya burada mevzilenmekte olan tüm arkadaşlarını dolaştılar. Kararı sebepleriyle birlikte bildiriyorlardı onlara. Mevzileri ziyaret etmeyi sürdürürken bir ara patikadan çıkmış, dere boyundan ilerliyorlardı. Yakınlarından geçen bir karayolunun yerden biraz yüksekçe olan kenarlarını siper alan bazı arkadaşlarını geçtiler. Bazıları ise karlı alanları siper almaya çalışıyorlardı. Ne siper! O sırada Türk jetleri havada tur atıp duruyorlardı. Keşif yapıyorlardı açıkçası. Az sonra kazan atışlarına başlıyacaklardı herhalde. Cemal ve yanındakiler buna rağmen mevzilerde yerleşmiş olan arkadaşlarının yanına gitmeye karar vermişlerdi. Fakat durum uygun değildi. Hele bölge sorumlusu Cemal'in güvenliği açısından hiç!

Bunun üzerine karayoluna sapmak yerine, derenin içine dalarak başka bir yere yöneldiler. Suyun karşı tarafı daha mı uygundu ne? Geçtiler suyu. Tam o sırada havadan süzülmekte olan kazanı farkettiler. Salmıştı demek ki Türk jeti bombasını. Sakine bu bombanın hemen yanlarına düşeceğini hesapladı. "Dikkat!" dedi ve atıldı, Cemal'i bir hamlede yere düşürdü. Remzi de gelmişti. İkisi birden kendi vücutlarıyla komutanlarının üstünü kapattılar. Bomba on metre kadar yakınlarına düştü ve yeri göğü sarsan bir gürültüyle patladı. Birden her taraf kararmıştı. Çamur, taş her ne varsa üstlerine sıçratıyordu roket. Fakat bu üçlüye hiçbir şey yapmayan bomba yakınına düştüğü bir arkadaşlarının, Nedim'in şehadetine yol açmıştı. Bir can daha vermişlerdi böylece. Bu arada Cudi ile Firaz da yaralanmıştı. Firaz'ın çenesi, eli ayakları, beli tümüyle sakatlanmıştı. Kurtulacağına ihtimal veren yoktu. Az sonra Cudi de sessizce can verdi. Yapacak hiçbir şey yoktu. Kupkuru kesildiler. Sonra akılları başlarına gelir gibi oldu. Saygı duruşunda bulundular arkadaşları için. Yaralı arkadaşları Firaz'ı kenara alıp emniyetini sağladıktan sonra başına birini verip yukarılara çıkmaya devam ettiler. Can pazarıydı bu. En ufak bir savsaklama daha başka ölümlere yol açacaktı. Kısacası isteseler de arkadaşlarının bir saat dahi yasını tutmaya vakitleri yoktu.

Çıktıkları sırtta düşmanlarının harekât tarzını daha yakından izlemeyi umuyorlardı. Bu arada yollarının üstünde buldukları tüm arkadaşlarının yerlerini değiştirdiler. Çünkü orası iyiden iyiye deşifre olmuştu. Her gelen hava aracının "yükünü" oraya boşaltmasından bu açıkça anlaşılıyordu. Yeni ve daha güvenli yerler buldular arkadaşları için. Türk jetlerinin kazan denilen roket atışları hiçbir zaman böyle isabetli olmamıştı. İsabet oranının bu derecede artması ne İsrail faktörüne, ne de Türk pilotlarının ustalaşmasına bağlanamazdı. Tek sebep, gerillaların taktik bir hata yaparak belli ve deşifre olmuş bir sahaya yoğunlaşmasıydı. Yani herhangi bir bomba atıldığında gidip de vuramayacağı boş bir alan kalmamıştı ki!

Son gün boyunca yaşanan isabetli bombardımanı etkileyen bir faktör daha vardı, ki bu da çok önemli bir faktördü; coğrafya. Çok kıvrımlı bir vadideydi gerillalar. Bu vadiye yüzlerce küçük derecik iniyordu. Eriyen karlar bu dereciklerin bol su ile dolmasına yol açmıştı. Gerillalar bu durumda çok dar bir şeritte mevzilenmek zorunda kalıyorlardı. Üstelik tüm coğrafyayı da kullanmıyorlardı. Şimdiye kadar hiç bir zaman mecbur kalmadıkları bir mevzilenme durumuydu bu. Türk jetleri, gerillaların böylesi dar şeritlere yerleştiklerini saptadıklarından dolayı yukarıdan aşağıya doğru sistemli bir bombardımana girişmişlerdi. Kazanlardan biri vadiye inen bir dereciğin sağ yamacına inerken, diğeri sol yamacına iniyordu. Bu işlemi tüm derecikler için ayrı ayrı uyguladıklarından vadide bombalanmadık bir tek yer bırakmamışlardı. Çok masraflı bir işlemdi bu, fakat işe yarıyordu Türkler açısından.

Jetler işlerini bitirdikten sonra sıra tekrar helikopterlere gelmişti. Onlar da akşama kadar jetlerin bıraktıkları yerden devam etmişlerdi bombardımana. Malum olduğu üzere, gecenin karanlığından sonra bu kez havanlar devreye girdi. Fakat sadece kazanların verdiği zararla o günü kapattı gerillalar. O saatlerde ikinci bir toplantı için bir araya gelecek, hazırlıkları son bir kez gözden geçireceklerdi.