Kitaplarım - Yapraklar Açana Dek - "Satranç"


yedinci bölüm

Yürüyüş

9-10. Nisan gecesi.. Tüm birlikler ellerinden gelen bir hızla yol hazırlıklarına girişmişlerdi. Ağırlıkları çok fazla olduğu için götüremeyecekleri eşyaları, kitapları ve evrağı yakmayı tercih ediyor Akif. Eğer şartlar gereği yine değişmezse hedefleri Darêyênî cıvarındaki bir yerler olacaktı. Bunun için orada bırakmaya karar verdikleri 25 kişiye ayıracakları lojistik malzemeleri saptanmalıydı. Sakine ve Akif bir yandan bunları saptıyorlardı, bir yandan da götüremeyecekleri eşyaları ya yok ediyor, ya da dikkatlice gömüyorlardı. Bilhassa son savaş boyunca askerlerden ele geçirdikleri malzemeleri elden geçirmeleri gerekmişti. Çünkü çok fazlaydı bu malzeme. Çoğu kullanamayacakları şeyler. Bunların da bir kısmını yakıyorlardı. Bu arada harlanan ateşi gören oraya yönelmeye başlamıştı. Gelenlerden bazıları yakılan ateşin gürlüğünü görünce istekle soruyorlardı;

"Heval bu gece burada mı kalacağız?" Akif onların morallarını bozmak istemiyordu. Fakat gerçeği söylemekten başka çaresi de yoktu.

"Yok heval, bu gece burayı terk etmemiz gerek."

"Ateşin gürlüğünü görünce!"

"Düşmanın eline geçmesini istemediğimiz evrakları yakıyoruz. Kitaplar, partinin çözümlemeleri falan.." Bunu duyan yorgun gerillaların morali bozuluyor, bet beniz gidiyordu. Yine mi yol! Aman Allahım! Başka çaresi yok muydu bu işin?

Gecenin geç saatlerinde kafile tekrar yola koyuldu. Yola koyulmalarıyla yağış da başladı. Üstelik iklimin daha da sertleştiği kuzeye yönelmişlerdi. Daha sıkıntılı saatlerdi şimdi başlayanlar. 6-7 gündür kendi yaktıkları dışında bir ışık görmemişlerdi. Asker hariç, tek bir canlının yüzünü gördükleri yoktu. Gördükleri kandı, baruttu, parçalanmış vücutlardı, ölümdü, sevgiydi, paylaşma duygusuydu, hayattı. Ama hepsi kendi bünyelerinde. Kendi içlerinde, kapalı bir alem haline gelmişlerdi. Bir süre daha öyle kalmaları ihtimali de yüksekti.

Akif'in birliği önde yürüyordu. Bazı öncü keşif gurupları da çıkarmışlardı, ki bu rutindi. Kar örtüsü yine rahat hareket etmelerini engelleyecek kadar kalındı. Öndekiler karı yara yara yürüdükleri için çabuk yoruluyorlardı. Onlar yorulunca bu kez başkaları ön tarafa geçip yol açmaktaydılar. Kuzeye doğru gittikçe de kalınlaşıyordu bu kar denilen meret! Bir ara o kadar kalınlaştı ki açılan yolu farkedemeyen arkadakiler yolu şaşırdılar. Gurup ne olduğunu anlamadan ikiye hatta üçe bölünmüştü. Güç bela toparlanmalarına rağmen bu iş defalarca tekrarlandı. En önde Sinan, öncü gücüyle birlikte yürüyordu. Ortada Akif büyük bir gurupla gidiyordu. Cemal ise geride kalan diğer arkadaşlarıyla birlikte geliyordu. Cihazla "yavaş gidin. Biribirimizi kaybediyoruz" falan diyordu. Ama yavaş gidildiğinde insanlar donma noktasına geliyorlardı. Hızlanınca da bu kez kopmalar oluyordu. İki tarafı da pislik bulaşmış değnek misali. Kuzeye doğru gittikçe kar artıyordu, kar arttıkça da soğuk da artıyordu. Bir iki kişi değil, herkes donma noktasına gelmişti. Bu arada boyuna haber geliyordu; "falanca geride kaldı." "bebanca geride kaldı" diye. "Geride kaldının normal dile tercümesi; "öldü" idi.. Sabaha kadar geride kalanların sayısı 14'ü bulacaktı! Bu bir rekordu. Savaşta 12 kişi kaybeden gerillalar, doğal şartlara 20 kurban veriyorlardı. Vay be! Çok çetin geçen veya baskın yedikleri bir savaşta bile bu kadar insan kaybettikleri yoktu.

Akif, çare olarak hızlı gidenlerin yerlerinde hızlı saymalarını istedi. Birinin olduğu yerde durduğunu gördüğünde hemen bağırıyordu; "heval! Hareket et!" Çünkü eğer hareket etmezse, soğuk onu yutacak. Bu kesindi. Bazan bir bakıyorlardı ki biri gözlerinin önünde dondu ve bir kütük gibi devrilerek hareketsiz kaldı. Ölüm kol geziyordu velhasıl. Dayanılmaz bir durumu yaşıyorlardı. Akif bir ara kenara çekildi. Cihazın gizli kanalından Cemal'i aradı ve acı çektiği belli bir ses tonuyla bir teklif götürdü ona:

"Hevalę Cemal, şu yavaş giden bazı arkadaşları vuralım!.. Bilhassa yaralı bazı arkadaşlar çok kişiyi kendileri ile birlikte ölüme sürüklüyorlar. Evet, onlar da kurtulmak istiyor. Onların kurtulması için ise daha güçlü olan arkadaşlar da onları kurtarmak için geride kalıyorlar. Bu defa onlar da ölüyor. Bu durum karşısında zayıfları vurursak, daha fazla arkadaş kurtarmış oluruz.."

Şoke olan Cemal bağırdı cihazda; "ne diyorsun sen heval, olmaz böyle şey!. Bu tür fikirleri çıkar aklından. Ya hep, ya hiç. Anlaşıldı mı?"

"Alındı heval. Kesin öyle olacak!"

Aslında Akif'i bu teklifi yapmaya götüren, yaşadıkları müthiş zorlukların yarattığı psikolojiydi. Durum dayanılmaz bir hale gelmişti demek ki.. Burada Akif için kişisel hiçbir endişe yoktu. Akif, hayatlarından sorumlu olduğu kitlenin çoğunluğunu düşünüyordu. Bu olağanüstü durumdan kurtulabilmek için, büyük kitleyi kurtarmak için, birkaç kişinin feda edilmesi gerektiğini düşünecek bir noktaya gelmişti. Böylesi bir kurtuluşu düşünecek kadar büyük bir bela ile karşı karşıya olduklarını görüyordu.. Cemal ise tümünün komutanı, babası konumunda hissediyordu kendisini. Zayıf evladını, kuvvetlilere feda edemezdi.. Tabii ki hiçbir zaman hayata geçmeyecek olan bu teklif unutuldu gitti.

Bir ara guruplar birleşir gibi oldu. Evet, en aşağısından Cemal, Yılmaz ve Akif'in komuta ettiği guruplar bir araya gelmişlerdi. Üç komutan uygun bir yerde toplandılar. Çok sıkıntılıydılar. İçinde bulundukları çıkmaz, çıldırma noktasına getirmişti insanları. Ne olursa olsun, fiatı ne olursa olsun, kestirmeden kurtulmak istiyorlardı artık. Bunun için gerillaların arasından araziyi iyi tanıyan birini arıyorlardı. Çevrede, hemen yakınlarında karakol, korucu köyü her ne varsa yolunu tarif etmelerini istiyorlardı. Neresi olsa tereddütsüz saldıracaklardı. Çare yoktu. Merkez de olsa fark etmez. Saldırıp zapt edeceklerdi. Fakat bulundukları yere yakın hiçbir yerleşim birimi yoktu. İnsansızlaştırılmış bir arazinin tam ortasındaydılar. Yürümekten başka çareleri yoktu. Yürüdüler. Bir tepeyi aştılar. Onun arkasındakini de. Sonra bir başkasını. Yürürken zayıflara moral vermekten de geri durmuyorlardı. "Şu tepenin ardı kurtuluştur" falan gibi laflar ediliyordu umutlansınlar da yürüsünler diye. Yalan olduğunu bile bile yutuyorlardı yorgun insanlar bu telkinleri..

Böylece biribirlerini kandıra kandıra yüksek bir tepeyi çıktılar. Çıkmaları ile birlikte gözleri dört açıldı. Evet, kurtuluşun fotografıydı gördükleri! Günlerdir bir tek pencere ışığı dahi görmeyen o gerilla gözlerinin önünde bir ışık seli uzanıyordu. Bingöl'ün ışıkları! Müthiş bir manzaraydı bu. Herkes heyecana gelmişti. Yemek yemiş, istirahat etmiş gibi gelmişti herkese bu manzara. Moraller birden bire yükselmişti.. "Kuurtulduuuk!.." Bağıracaktı Akif. Utanmazsa bağıracaktı. İnsan göreceklerdi en aşağısından. Gerilla ve asker dışında, bayağı normal insan! Büyük bir umut yayıldı etrafa. Burada düşman yığınağı yoktu garanti. Bir yolunu bulacaklardı artık.

O anda meçhule gidiş yerine, umuda doğru yol alıyorlardı. Asker yoktu burada.. Çok çok bir kaç veya bilemedin üç kilometre ötede bir köye girebilirlerdi. Öncü guruptakilerin arasında yorgun argın yürüyen Akif'i, uyku belası sarmıştı bu arada. Boyuna uyuklayıp duruyordu. Arkadaşları dürterek zorla uyandırıyorlardı onu. Noktaya epey yaklaşmışlardı. Bu arada ilginç bir şey oldu. Askerlerin arasından geçtikleri halde ne askerler onları, ne de gerillalar askerleri görebilmişlerdi. Böyle bir sürprizi yaşayarak hedefledikleri noktaya ulaşmışlardı. Öncü gücün başında Akif, ardcıların başında ise Sakine vardı. Hemen yanıbaşlarında meskun bir de köy vardı..

***

Aynı gece.. İlk halletmeleri gereken problemin, yürüyemeyecek durumda olan arkadaşlarının güvenlik içinde kalmaları olduğunu biliyordu Sakine. Kendisi orada kalmayı önerdi. Fakat bölgenin ikinci adamı olduğu için kalmasına müsaade edilemezdi. Geri çekilecek olan büyük gücün ona ihtiyacı vardı. 25 kişilik yürüyemeyecek durumda bulunan bir takım büyüklüğündeki bu güçle birlikte takım komutanlarından Apê Musa'nın kalması kararlaştırıldı. Apê Musa, güvenliklerinin yanında onların ihtiyaçlarını giderecek tedbirlere de nezaret edecekti. Emrine bölgeyi iyi tanıyan gerillalardan bir kaç kişi verilmişti. Ellerinde bulunan erzağın tümünü, noktada kalacak olan arkadaşlarına bıraktılar. Zaten pek de bir şey kalmamıştı ki ellerinde. Biraz un, bulgur, yağ, fasulye ve biraz da daha önce pişirdikleri ekmeklerden arta kalanlar, hepsi o kadar. Ama bulundukları noktadan iki saat kadar uzaklıkta, Dorşin cıvarındaki gizli bir noktada bulunan lojistik deposunda erzak bol sayılırdı. Yedek erzak depolarının en önemlilerinden biri oradaydı. Bu yaralı arkadaşlarla kalacak olan sağlam arkadaşları, daha sonra peyderpey getirebilirlerdi Dorşin'deki erzağı.

Ayrılık saati gelip çatmıştı. Kalanların psikolojik durumları çok bozuk görünüyordu. Onlardan bir kısmı adeta ölüme terkedildiklerini hissediyorlardı. Fakat kendilerine, şimdi planlanan geri çekilme harekâtının o zamana dek yapılanlardan çok daha çetin geçeceği anlatıldı. Yaralıydılar. Kaç kilometre dayanabilirlerdi o halleriyle? O müthiş soğuğu, yer yer üç metreyi bulan karı ve insanın yüzünü yakan o fırtınayı göğüsleyebilirler miydi? Garanti daha birinci saatte düşerlerdi. Kendileri düşeceği gibi başka arkadaşlarını da birlikte ölüme sürüklerlerdi. Savaşı savaş mantığı içinde ele almaları gerektiği anlatıldı bu arkadaşlarına. Savaşta duygusallık yoktu.. Bunlar anlatıldıkça berikilerde gevşeme işaretleri görülmeye başlandı. Sonra arttı bu işaretler. En nihayetinde ikna oldular. Bazıları günlük tutacaklarını bile söylüyorlardı. Dönüşlerinde arkadaşlarına bu günlüklerini okuyacaklardı..

Gidici olanlar çok süratli hareket ederek bir yerlere varmayı planlıyorlardı. Bu kez görüntü vermemeye kararlıydılar. Bundan dolayı bir an önce yola koyulacaklardı. Bölük bölük dizilmişlerdi yolun ağzına. Kalacak olanlarla el sıkıştılar. Sonra sloganlar atarak yürümeye başladılar. Meçhule doğru bir yürüyüş daha başlamıştı. Belki de bir kader yürüyüşüydü bu planladıkları. Düşmanları ile tutuştukları satrançtaki en önemli hamle sayılabilirdi şimdiki hamleleri. Hiç vakit kaybetmeden "marşa bastılar". İşte tam da yürüyüşçülerin yola biraz ısındıkları bir sırada gizli düşmanları yüzünü göstermişti bile. Evet, bareşti bu. Yürüyüş başlayalı daha henüz 15 dakika olmuştu ki şiddetli bir fırtına koptu. Buna kar ve tipi eşlik ediyordu. Hava buz kesmişti. İnsanı canından bıktıran bir karmaşa vardı havada. Öyle ki ard arda yürüyen iki gerilladan arkadaki öndekini göremiyor, bazan ona çarpıyordu. Gözün gözü göremediği bu tipide meçhule doğru yürüyorlardı. Rastgele. Bazıları için son yolculuk olacaktı bu. Düşecekleri ve bir daha kalkamayacakları bir yamaç, bir tepe veya bir küçük plato mezar olacaktı zayıf gerillalara. En az bir metre kar vardı yol boyunca.

Çiya yeni katılım bir gerillaydı. Kulplu'ydu. Komutan Cemal'in yeğeni. Yürüyemiyordu o da. Yanında yürüyen Sakine, Çiya'yı hareket ettirmek için büyük bir gayret sarfediyordu. Fakat olmadı bir türlü. Tokatladı, yerden sürükledi.. Olmuyordu işte. Sakine'yi de gerilerde bırakmaya başlamıştı. Bir çare bulmalıydılar. Sonunda böyle zayıflardan oluşan bir gurup oluşturmaya karar verdiler. Bu gurubu Rizgar yönlendirecekti. Böylece zaten ana guruptan kopmuş olan zayıf gerillalar, arkadaki öndeki tutacak şekilde yürütülmeye başlandı. Ama elleri bir şey his etmediği için sökmedi bu metod. Herkes kendi başına yürümeye başladı yine. Bu arada bir tepeyi tırmanırken düştü Çiya.. Düşenlerin ilkiydi. Tahta kesilmişti adeta. Bir daha hiç kalkamadı.

***

Yaralı gerilla Rizgar, noktada kalanlar arasına girmedi. O da yürüyüşçüler arasındaydı. Hatta zayıf gerilla gurubunun başına getirilmişti. İlk saatlerde yeni katılım gerillalardan daha iyiydi yürürken. Ama aradan üç saat ya geçti ya geçmedi, büyük bir yorgunluk hissetmeye başladı. Bir tepeye tırmanıyorlardı. Oturdu, "biraz dinleneceğim" diyordu. Oturur oturmaz gözleri ağırlaştı, müthiş bir uyuma isteği sardı benliğini. Uyuyacaktı. Derin ve bir daha uyanmamacasına. Gözlerinin önünden uyuyup bir daha uyanamayan arkadaşları geldi, bir film şeridi gibi geçti. Ama yine de karşı koyamıyordu bu uyuma isteğine. Demek onun sonu da böyle olacaktı. Uçağın başaramadığını uyku başaracak gibiydi. Kalsaydı daha mı iyi olacaktı ne. Ama sistemli düşünemiyordu. Kopuk kopuktu aklından geçenler. Bu sırada aynı köyden, akrabası Sozdar gelip başına dikildi:

"Ne yapıyorsun heval! Kalk! Yürümen lazım. Donarsın yoksa" diye çıkıştı. Beriki halinden memnundu.

"Hayır gelmiyorum. Sen git."

"Kalkacaksın! Hiç çaresi yok!"

"Git başımdan! Bela mısın sen?"

Çok kararlı bir şekilde konuştuğu için Sozdar vazgeçti çıkışmaktan. Son bir kez bakar gibiydi yüzüne. Bir ölüye bakılıyor gibi hissetti Rizgar, kendisine yönelen bu bakışları. Acıma ve merhamet dolu.. Ama beriki mutlu hissediyordu kendini. Çaresiz, çekildi bir kenara ve akrabasının hazin sununu beklemeye koyuldu Sozdar. Ama "eloğlu" rahat bırakacak gibi değildi Rizgar'ı. Bu kez Berivan yetişti oraya. Onu istese de istemese de kaldırdılar bu kez. Yine yürümeye başladı. Canlanmış gibiydi. Hatta bir ara öndeki arkadaşlarının yolu şaşırdıklarını görünce hemen haber saldı onlara:

"Yanlış yöne gidiyorsunuz, doğru yol....."

Yöreyi iyi biliyordu Rizgar. Ama şu kahrolası yaralar yok mu! Öndekiler, arkadan ahkam kesen bu adamın neden önde yürümediğini merak edip kızıyorlardı. "Neden önde yürümüyor?" diye haber gönderiyorlardı, sakat olduğunu bilmeden. Böylece saatlerce yürüdüler. Nihayet Ziktê mıntıkasına varmışlardı. Oradaki Oliyon yöresindeki Siprîs Tepesi'ndeydiler. Bu tepeden kendilerini aşağıya saldıklarında ilk insanlarla karşılaşabileceklerdi. Ama yine de yanlıştı geldikleri yer. Rizgar söz geçirememişti öndekilere.

***

Aynı gece.. Gerilla kafilesi çok yavaş yol alıyordu. Bütün gece boyunca tepeleri ine çıka ancak bir önemli tepeye, Şatos Tepesi'ne çıkmışlardı. Tepede bir saat kadar yol aldıklarında ise gün ağarmaya yüz tutmuştu bile. Oysa gerillalar normalde geri çekilme işlemlerini çok süratle yerine getirirlerdi. Ama kar, soğuk ve fırtına onları haddinden fazla engellemekteydi. Bir set çekmişti önlerine tabiat. Sakine şimdi düşünüyordu da; o 25 kişilik arkadaş gurubunu geride bırakmakla ne kadar isabetli hareket ettiklerini daha iyi anladı, sevindi. Çünkü eğer onları da getirselerdi, bu 25 kişi, en az bir 25 kişiyi daha yanlarına alıp öbür tarafa göçeceklerdi. Tam bir katliam.

Sakine tepeye vardı ve orada öndeki guruptan kopan arkadaşlarını bekledi. Beklerken ciddi bir şekilde donma tehlikesine maruz kalmıştı. Donmayı engellemek için hoplayıp zıplamaya başlamıştı. Fakat yine de onları beklemek zorundaydı. Çünkü şu anda bulunduğu yerde yol çatallaşıyordu. Eğer onlara doğru yolu tarif etmezse, zaten sisli olan bu havada yanlış yola sapabilirlerdi. O zaman bu soğukta gel de ayıkla pirincin taşını! Nihayet kafilenin ucu göründü. Sakine onlara almaları gereken yolu tarif ettikten sonra, yeni gelen bir arkadaşının yardımıyla yeniden yürümeye başladı. Artık biri itmeden yol alamayacak durumdaydı bu dirençli komutan.

Sakine yanındaki arkadaşlarına, "şimdiye kadar kaç kişiyi şehit verdik" diye sordu bir ara. "14 kişi” dedi en gerilerden gelmekte olan biri. Yanıbaşında düşüp kalkmayanlar vardı, fakat kesin sayının ne olduğunu bilmiyordu. Sonra durdu düşündü. Çok yönlü bir savaşın içine girmişlerdi. Açlıkla, yorgunlukla, soğukla, düşmanlarıyla, zamanla velhasıl düşünülebilecek her türlü güçlükle bir savaş vardı. Kendilerini birer yarışçı gibi görüyordu artık. Bütün bunlara yakalanmamak için hayatlarını ortaya koydukları birer yarışçı idiler onlar. Hiç kimsenin düşmeye hakkı yoktu. Daha doğrusu düştükten sonra yeniden yarışa katılma hakkı.. Düştün mü gittin. Hepsi bu!

Müthiş bir yardımlaşma ve dayanışma tablosu sergileniyordu bu yarışta. Aile ötesi bir sosyal birim haline gelmişlerdi. Şöye bir etrafına baktığında, herbir gerillanın en aşağısından bir diğer arkadaşıyla meşgul olduğunu gördü. Büyük bir kenetlenme vardı bu uçsuz bucaksız dağ sırtlarında.. Bir büyük aile haline gelmişlerdi yaşadıklarıyla. Kenetlenme ruhunun, birlik ruhunun en ust düzeyini yakalamışlardı.Neredeyse tek kozmik adam denebilirdi bu topluluğa. Çok güç şartlardı onları bunca kenetlendiren. Gün boyu süren çatışmaların ardından geceleri de geri çekilme.. Sonra sabahın ilk ışıklarıyla birlikte vardıkları yeni noktada gözden ırak olmanın zevkini yaşama hayali içindeyken yeni bir kapışma.. Ardından bir daha geri çekilme.. Soğuk..Kar.. Bir daha.. Bir daha.. Apê Musa Anter'in Kımıl adlı şiir kitabında dediği gibi; "Ho rebbiyo ew qas bela ji ku tê!