Kitaplarım - Yapraklar Açana Dek - "Satranç"


sekizinci bölüm

Çemberde

10. Nisan.. Gerillalar o gün ilk kez ciddi bir şekilde sıcak bir temas sağlanmayacağını düşünüyorlardı. Yakındaki köye gidilecek. Oradan çay ve yiyecek getirilecek, pişirilerek yenecek.. Dinlenecekti herkes. Günün hayali buydu. Şimdiden tütüyordu burunlarında taze ekmek kokusu. Ya o fokur fokur kaynayan kara çaydan!

Kendilerini bir sırttan Aşağılara doğru bıraktıklarında gün daha henüz doğmamıştı. Fakat gökyüzündeki mavileşme belirgindi artık. Sis inmekte oldukları vadiyi şöyle bir ziyaret etmiş ve gitmişti. Karşıda bir tepe vardı. Oraya yönelmiş olan bir gurup gerilla, gurubun öncüsü konumundaki Sakine'ye:

"Heval tepede askerler var" dediler.

İnanmadı Sakine. Nasıl olurdu! Aslında bu inanmamak değildi.. İnanmak istemiyorlardı böyle bir uğursuzluğa. Guruptaki hiç kimse inanmak istemiyordu buna. Yeter be!!!

"Heval, burayı bilen arkadaşlar var onlar bizi getirmiş buraya. Burada asker yok."

Ama Rizgar başka türlü konuşuyordu.

"Burada korucu köyleri var. Neden askerlerin bulunacağına inanmıyorsunuz? Ben size yanlış yoldayız demiştim. Ama kimse dinlemedi."

Durum ciddileşmişti. Sakine, hemen öncü gurubun başında bulunan Cemal'e haber saldı cihazla ve gizli kanaldan. Dikkatli olmaları gerekiyordu. Etrafta düşman saptanmıştı.. Haberi alır almaz tepelere gözcüler çıkarıldı. Evet, uzaktan görünen tüm tepeler düşmanları tarafından tutulmuştu. Nereye baksan asker! Bazı yerleri ise Ziktê korucuları tutmuştu. Hatta indikleri tepe bile düşmanın elindeydi de, ne onlar düşmanlarını ne de düşmanları onları görebilmişti. Ya da düşmanları onları gördüğü halde taktik gereği ses çıkarmamışlardı. Neticede buradaydılar. Etrafı düşmanla çevrili bir yere inmişlerdi..Çemberdeydiler açıkçası. Sessiz ve büyük bir başarıyla girmişlerdi çembere. Kurtuluşa bak!

Cemal haber salarak bütün gerilla komutanlarını bir araya topladı. Kimsenin oturmasına izin verilmeden hemen ayaküsü bir görev bölüşümü yapıldı. Her birlik belirli bir cepheyi tutacaktı. Görevi alan her komutan, bekletmeden payına düşen cephede mevzilendiriyordu arkadaşlarını. İlk çıkan birlik Sakine'nin komuta ettiği karargah taburuydu. Yakınlarındaki bir tepeyi tutmaları gerekiyordu. Büyük bir dikkat ve süratle tırmandılar tepeye. Oradan askerlerin tuttukları mevziler daha net görünüyordu. Karşılarındaki düşmanın bir kısmı da korucu idi. İnmiş oldukları vadiye hakim olan tüm tepelerin tutulmuş olduğunu gördüler. Manzara dehşet vericiydi.

Sakine çıktığı tepede boş durmuyor, bir yandan kuvvetlerine belli bir düzen verirrken, öte yandan da düşmanın haberleşme sistemine girmiş, onları dinliyordu. Savaşlarda düşmanı dinlemek çok önemlidir. Savunmanı etkiliyebilecek bilgiler alırsın onları dinlemekle. Bu kez de böyle olmuştu. Türk komutan helikopterleri çağırıyordu. Demek ki şiddetli bir hava saldırısı yoldaydı. Ortalık iyice aydınlandığından helikopterler derhal yetişti. Havada tur atmaya başlamışlardı. Aşağıdaki asker:

"Birşey görüyor musun?” diye sordu. Bu sorunun sorulması iyiydi. Nihayet mevzilenme durumlarının iyi mi kötü mü olduğunu öğreneceklerdi. Yukarıdaki:

"Sadece bazı ayak izleri görüyorum. Bunun dışında birşey yok." Bu cevap daha iyiydi. Demek ki görülmemişlerdi. Yine de tedbiri elden bırakmıyorlardı. Bu bir aldatma teşebbüsü de olabilirdi.

Evet, çok geçmeden helikopter pilotunun yalan söylediği ortaya çıktı. Cihazın gerillalar tarafından dinlenmekte olduğunu tahmin edebildiği için şaşırtmaca vermek amacıyla yalan söylüyordu. Gerillalar da boş bulunmamış, bu yalanı yutmamışlardı. Savunma mevzilerini daha da derinleştirmişlerdi helikopter pilotu tarafından keşif için harcanan süre boyunca. En kapsamlı çatışmayı bugün yaşayacakları kesindi artık. Savaşın başladığı ilk günden beri Sakine'nin en çok korktuğu gündü bu. Bir katliam kaçınılmazdı galiba. En aşağısından ilk izlenimi buydu. Gözün gördüğü her taraf düşman doluydu. Ellerindeki arazi oldukça dardı. Neredeyse nefes alamayacakları kadar dar. En yüksek tepeler düşmanlarının elindeydi. Kendilerine ise düşmanın tuttuğu sırtların uç kısmındaki bazı yükseltiler ve çok sağlıksız vadiler kalmıştı. Türk askerleri onları oturdukları balkonlardan seyrediyor gibiydiler. Sayıları, verilen kayıplarla ve kopmalarla 250'ye kadar inmişti. Yorgun ve açtılar. Bu durumda gerillaların yarısı bile kurtulursa iyiydi.

Sakine ve arkadaşlarının çıktığı tepe, ilk vardıkları vadinin 300 metre kadar yukarısına rastlıyordu. Epey taşlık bir yerdi. Orada köylülerin kendi hayvanları için ördükleri taş ağıllar da vardı. Demek ki buralar bir zamanlar yayla falan olarak kullanılmıştı. Bu ağıl kalıntıları iyi kötü, onlara mevzi görevi yüklenecekti.. Yıkılmış bir kaç taşı karın altından çıkarıp, duvara ilave ettiler mi al sana pratik bir mevzi! Hiç olmazsa suikast atışlarına karşı korurdu onları. Yeni yerler de hazırladılar bu arada. Böylece sırtı boydan boya "muhkem" bir hale getirip her tarafa yerleştiler. Postu pahallıya satacaklardı anlaşılan.

Karıncak baskını hariç, bahardan beri girdikleri tüm çatışmalarda insiyatif her zaman düşman askerlerinin elindeydi. Onlar her zaman en yüksek tepeleri tutuyorlardı. Bundan dolayı, kuşatma altında savaşmak hususunda ve tepelere karşı savaşta bir nevi uzman kesilmişlerdi. Tuhaf bir uzmanlık dalı ama zorunluluk insana çok şeyler öğretiyor işte. Buna göre ellerine geçirdikleri şimdikine benzer tepecikleri sıkı sıkıya tutmaları gerekiyordu. Düşman bu tepeleri de denetim altına alabilirse, vadilere sıkışacak olan gerillalara düşünülenden çok daha fazla kayıp verdirebilir, hatta imha dahi edebilirdi. Son savaşlardan çıkardıkları en önemli ders buydu. Ayrıca kış ayları boyunca gördükleri eğitimle saldırı ruhunu, biribirlerini koruma ruhunu ve talimatlara sımsıkı uyma ruhunu mümkün olan en yüksek bir seviyede geliştirmişlerdi. Bugünkü durum göz önüne getirildiğinde çok önemli bir husustu bu. Hele verilen talimatın mutlaka yerine getirilmesi hususundaki tavizsizlik çok önemli bir avantaj sağlıyordu gerillalara.

Sakine tepedeki güçleri, saptayabildiği kadarıyla düşmanın mevzilenme durumunu marke edecek şekilde, üç ana guruba ayırarak çeşitli alanlara yaydı. Birinci takımı ilk çıktıkları sırtın tam orta taraflarına mevzilendirmişti. Bir diğer takımı, Sakine'nin de yerleştiği bu ilk tepenin sağına düşen kayalık bir tepeye mevzilendirdi. Sonuncu takım ise iyice sol tarafa kaydırıldı. Bu soldaki takım, düşmanlarının tuttuğu sırtın mümkün mertebe alt taraflarına kadar ilerledi ve oraları tuttu. Bunların tümünün yönü düşmanlarının akşamdan beri yerleşmiş olduğu yüksek tepelere doğruydu. Her tepeye karşı bir gurup gerilla mevzilendirilmişti anlaşılacağı kadarıyla. Tüm kuvvetler, tepelere bakan düz bir hat oluşturacak şekilde mevzilenmişlerdi. Öte yandan sağ üst taraflarında kayalık ve ormanla kaplı olan yüksek bir sırtı korucular tutmuştu. Bu sırtı küçük bir dere onların bulunduğu silsileden ayırıyordu. Aşağıdaki sırtta mevzilenmiş olan gerilla birliklerini yukarıdan görüyordu bu tepe. Doğrudan bu tepedekilerin denetimi altındaydılar. Çetelerin bu avantajını kırmak ve onları savaş boyunca hareketsiz kılmak gerekiyordu. Bunun için bayan bir gerillanın komutasındaki bir gurup bu tepeyi görecek bir alana yerleşti. Bu gurubun görevi, hem oradaki çeteleri meşgul etmek, hem de imkan bulurlarsa tepeyi denetim altına almaktı. Denilebilir ki en can alıcı görevi bu gurup yüklenmişti. Çünkü çok iyi bir konumu olan çetelerin mevzilendiği karşı tepe çok stratejikti. Düşmanları, tepenin bu konumunu yeniden değerlendirdiklerinden olacak, askerlerinin bir kısmını oraya kaydırmaya başlamışlardı. Bu açıkça görülüyordu. İndirme de söz konusuydu aynı yere. Eğer o tepedekiler serbest hareket edebilirlerse, vadideki arkadaşlarının da hayatı tehlikeye girebilirdi. Bu arada köye gönderdikleri arkadaşlarının geri dönmesi de söz konusuydu. Onlar da direkt olarak vadiye geleceklerdi. Bütün bunlar, o gurubun görevinin önemini izah etmeye yeterliydi.

Sakine ve arkadaşlarını yandan gören bir tepeye yerleşen Doğan'ın komuta ettiği bir gurup, askerlerin bu güce doğru ilerlemesini engelleyecek bir şekilde, stratejik bir tepeyi tutuyordu. Fakat kısa bir süre içerisinde o taraflardan patırtılar yükselmeye başladı. Anlaşıdığı kadarıyla Doğan ve arkadaşları düşmanlarıyla erken bir sıcak temasa girmişlerdi. Patırtı kısa sürdü ve bu gurup tuttuğu tepeyi terkederek geri çekilmeye başladı. Hem çetelerin hem de askerlerin baskısı altına girmişlerdi. Ama tepeyi bırakmaları bir hataydı. Çünkü onların geri çekilmesiyle düşman hemen boşalttıkları tepeye yerleşti ve bu gurubu vurmaya başladı.

Bu arada bir gurup gerilla, köyden dönecek olan arkadaşlarının yol güvenliğini sağlamak için aşağı taraflara gönderilmişti. Uygun bir yere mevzilenerek beklemeye koyuldular. Fakat bu gurup, yukarı taraflarda mevzilenmiş olan çeteler tarafından görülmüştü. Birden aşağılara doğru hareketlenmeye başladı bu çeteler. Sakine bu hareketlenmeyi gördü. Fakat çeteler, kalın ağaç gövdelerini siper alarak sinsice indiklerinden dolayı tehlikede bulunan arkadaşları tarafından görülmemişlerdi. Bunlar dağların eteklerine mevzilenerek köyden dönecek olan gerillaları bekliyorlardı. Bunun üzerine Sakine, Tufan'ın komuta ettiği gurubu uyardı. Tufan'ın gurubu durumu anlayınca, çetelerin planlarını boşa çıkarıcı bir mevzilenme geliştirdi. Böylece köyden dönmekte olan gurup cephe gerisine çekilebildi. Durum normallaşınca Tufan'ın komuta ettiği gurup arka taraflardaki dağlık alana tırmandı, oralarda mevzilenmeye başladı. Savaş karadan ve havadan gerçekleştirilen saldırılarla kızışmaya başlamıştı bile.

***

10. Nisan.. Öncü gurup sorunsuz bir şekilde hedefledikleri noktaya varmıştı. Çok rahatlamış gibiydiler. Bu kadar savaşın ve tabii zorluğun ardından kurtulmak ve nisbi bir rahata ermek ne de güzel bir şeydi? Gerillalar, başlayan bu güzel günü istirahatla karşılamanın zevkini çıkarmak istercesine sağa sola yayılmış, yorgunluk gideriyorlardı. Gören kupkuru bir çayırdaki kır çocukları sanırdı bu halleriyle. Öbek öbek ayrılmış, mutlu bir şekilde sohbet ediyorlardı. Yanıbaşlarında bir köy vardı. Cemal, Akif'in yanına gelerek;

"Şu köye hemen bir gurup çıkaracağız. Bunlar oradan ekmek, çay, yiyecek ne varsa getirecekler. Arkadaşlar yesin. Herkes biraz moral bulsun" dedi gülerek.

Bu sözler Akif'i daha da canlandırmıştı, "Gurubu hemen hazırlarım. O konuda sorun çıkmaz."

Tam da köye gidecek olan gurubun ayrıldığı sırada arkadan biri bağırdı:

"Heval, tüm tepelerde düşman var!"

Bir bomba gibi düştü ortalığa bu sözler. Hayaller tuzla buz olmuştu yine.. O sırada sayıları 250 kişiyi bulan gerillaların tümü vadiye sıkışmış durumdaydı. Çevrelerindeki yüksek tepelerin tümünü ise düşmanları tutmuştu. Sofradaki yemek gibi hissettiler kendilerini. Kolay lokma..

Fakat o esnada, olmadık bir şey oldu, tüm vadiyi kesif bir sis kapladı. Bir örtü gibi örtmüştü üstlerini. Esaslı bir katliamdan kılpayı kurtulduklarını hissettiler, ama şimdilik. Sis çok kısa sürdü. Beş dakika kadar bir şey. Gerillalar o kısa süreyi saniyesine kadar iyi kullandılar. Hangi tepelerin kimler tarafından tutulacağı belirlenmişti. Hemen bir araya gelerek görev bölüşümü yaptılar ve hızla tutacakları tepelere intikal ettiler. Akif de arkadaşlarıyla birlikte tutacağı tepeye tırmandı. Boştu orası. Güçlerinin bir kısmını uygun yerlere mevzilendirdi. Tabur komutanları Mustafa ve bir diğer komutan Remzi de oradaydı. Arkadaşlarını yerleştirdikten sonra bu kez üçü kendilerine bir mevzi kazmaya başladılar.Yorgunluk falan vız geliyordu. Can pazarı dedik ya! Çok kısa bir süre içerisinde istediklerinden de ala bir mevzi elde etmişledi.

Tam mevziye yatacaklarken, Cemal'dan bir talimat geldi. Gerilerde kalmış bazı arkadaşlar vardı onları alıp yukarı çıkarmaları gerekiyordu. Akif hemen atıldı. Bir çırpıda saldı kendisini vadiye. Oradaki arkadaşlarını alarak tepeye doğru hareketlendi. O sırada helikopterler devreye girmiş, bulduğu hedefleri hızla vuruyordu. Onlar da helikopter için açıktaki hedefti. Vuruluyorlardı, ama isabetsiz. Büyük güçlüklerle tepeye çıkabildiler. Yeni gelenleri de uygun yerlere mevzilendirdiler. O tepede de ev kalıntısı olan bazı harabeler vardı. Yeni gelenler, kendilerine bu harabeleri mevzi olarak seçmişlerdi. Pek koruyucu olmamakla beraber, karın üstünde yatmaktan daha iyiydi böylesi yarım yamalak mevziler. Helikopter boyuna sağlarına sollarına bomba bırakıyordu. Akif'in bulunduğu yeni mevziye iki bölük komutanı ile bir takım komutanı; yani Sozdar, Robar ve Kısa Hebûn sıkışmıştı. Bir komuta heyeti oluşturmuşlardı orada, ama bırak komuta etmeyi, bombardımanın şiddetinden başlarını bile çıkarıp bakamıyorlardı etrafa. Devreye giren süper kobraların vuruşu gerçekten dehşet vericiydi. Bu canavarların canhıraş bağırtılarını, büyük bir sıklıkla indirdikleri bombaların sesleri tamamlıyordu. Sağır edici bir ses cümbüşü vardı ortalıkta.

Vaktin öğlen saatlerini bulduğu bir sırada Akif bir ara daha korunaklı gibi görünen karşı tepeye doğru koşmalarını önermeyi aklından geçirdi. Robar'ın bazı fiziki sorunları olduğunu hatırladı, vazgeçti bunu önermekten. Fakat aynı öneriyi bu kez Robar'ın kendisi yapmaz mı?

"Sen oraya kadar koşmayı göze alabiliyorsan, ne ala!" dedi Akif ve hemen davrandı. Ama böylesi bir kurşun yağmuru altında, bir koşma özürlünün bile atlet kesilebileceğini nereden bilebilirdi ki! Robar hiç de onlardan geri kalmadı. Epey bir mesafe vardı arada. Fakat zikzaklar çizerek koşan Akif ve arkadaşları karşı tepeye kısa sürede ve sağ salim varmışlardı. Oradakiler nisbeten sakince oturuyorlardı. Gerçi helikopter orayı da vuruyordu, fakat aynı sıklıkta değil. Fırsattan istifade birer de sigara içtiler. Yaralı bazı arkadaşları vardı. Onlara uğrayıp moral verdiler. Şakalaştılar onlarla. Akif bu arada tüm mevzileri dolaştı. Durumu kendi gözleriyle görmek istiyordu. Vadinin hemen karşı tarafına düşen bir yamacın dibinde kullanılmayan toprak bir yol vardı. Düşmanları oraya, boyuna ateş kusan 12 tank yerleştirmişti. Tepelerin kendilerine bakan taraflarında kelimenin tam anlamıyla kimseye nefes aldırmıyordu bu tanklar. Fakat gerillalar küçük, vadimsi bir derenin yola bakan kıyısını siper olarak kullanıyorlardı. Bu vadicik onları yeterince koruyordu tankların güllelerinden. Cihazlardan takip edebildikleri kadarıyla diğer cephelerde de fazla ciddi bir kayıpları yoktu. Anlaşıldığı kadarıyla askerler onları bu kez de fazla sıkıştıramıyorlardı. Sıkıştırsa Karat'taki durumu tekrarlayacaklarını düşünüyor olmalıydılar geç kalaraktan. Fazla kayıp vermeyi göze alamadıkları için, teknolojinin gölgesine sığınarak vurmaya çalışıyorlardı gerillaları. Savaş bu kez de dengelenmişti.

Teknoloji denince hemen devreye giren İsrail pilotları geliyordu gerilla komutanlarının aklına. Çok isabetli vuruyorlardı bu meretler. Çatışma her şeye rağmen belli bir dengeye oturdu ve bu minval üzere akşama kadar sürdü..

Akşam tekrar yola koyulacaklardı. Akif bunu biliyordu. Cemal'ın verdiği sinyal üzerine tüm gücü bir araya topladılar. Şehitler ve yaralılar vardı. Bunlar saptanacaktı. Bu kez talimat çok kesindi. Mutlaka büyük bir gizlilik içinde buradan çıkacaklar ve gün doğmadan çemberin dışında olacaklar. Şimdiye kadar yaptıkları en büyük hata, geceden başladıkları yürüyüşlerini sabahın ilk saatlerinde de sürdürerek tasarladıkları noktalarına bir tas gibi görünerek varmalarıydı. Bu kez yürüyüşü mutlaka gece bitireceklerdi. Ne pahasına olursa olsun, bu gece!

Bu şartlarda kısa bir süre içerisinde hazırlandılar ve...

***

10. Nisan.. Yanlış yöne gitmişlerdi. Asıl gitmeleri gereken vadiye değil de tam aksine korucuların bol olduğu köylerle dolu bir vadiye girmişlerdi. Cemal, yeni girdikleri vadide araziyi iyi tanıyan Rizgar'ı çağırdı. Bu alanda güvenlik içinde bulunup bulunmadıklarını anlamak istiyordu. Detaylı sorular yerine kısa ve kestirme cevaplar gerektiren sorular sordu:

"Hevalę Rizgar, burası güvenlik açısından nasıl bir yer? Halkın tutumu nasıl? Asker var mı?"

Rizgar çok sıkıntılıydı. Bu sıkıntısı az sonra olacakların habercisi gibiydi adeta.

"Valla heval, burası çetelerle dolu. Eğer bugün çatışmaya girmezsek, yarın mutlaka gireriz. Çünkü yarım saat ötemizde korucu köyü var. Şu alt taraftaki köy de onlarla içli dışlıdır. Nah işte az ötemizdeki tepenin ardı karakoldur. Gördüğün şu tepe aşıldı mı Darêyênî'ye inersin.” Bu cevaplar Cemal'in yüzünün asılmasına yetmişti. Bela hala defedilmemişti demek ki. Fakat kararlı bir şekilde:

"Tamam, o zaman biz de iner köylüleri rehin alır, yine de istirahat ederiz." Ortalık yine karışmaya başlamıştı. Az sonra arkadaki bir gerillanın;

"Hevalę Cemal, tepeler düşman askeri dolu. Görüntümüzü aldılar" diye bağırdığı duyuldu. Artık kaçınılmaz kader denilen şeyle yeniden yüzleşmişlerdi. Çaresiz direnmeleri gerekiyordu. Hemen ayaküstü konuşuldu durum. Savaşmak için mevzilenmeleri gerekiyordu. Her komutana, sonuna kadar savunacağı belli bir saha verildi. Hiçbir şart altında savunma hatlarını terk etmemeleri tembih edilmişti onlara. Guruplar, vakit kaybetmeden kendilerine düşen mevzilere dağılmaya başlamışlardı. Bu arada araziyi iyi bilen Rizgar, çıktığı bir tepede, gerillaların nerelere dağılmaları gerektiği konusunda, Cemal'e yardımcı oluyordu. Bu arada düşmanları da boş durmuyordu. Gerillalardaki olağanüstü hareketlenmeden, tuzağı farkettiklerini anladılar ve guruplar daha henüz tam yerleşemeden helikopterleri ile vurmaya başladılar. Harekâta 12 saldırı helikopteri katılmıştı. Bunun üzerine Rizgar yanına aldığı bazı yeni gerillalarla birlikte bir dereye indi. Çünkü ayak altında dolaşarak diğer savaşçıların işlerini güçleştirmelerinin yanlış olacağını düşünmüşlerdi. O sırada indikleri vadide bulunan savaşçılar, mevzilenmek üzere paylarına düşen noktalardaki tepelere tırmanıyorlardı.

Rizgar, ciddi bir hata yapılmazsa kayıpların 10 kişi ile sınırlı kalabileceğini tahmin ediyordu. Arazinin yapısını çok iyi bilen bu gerilla, böylesi bir günde sakat sakat oturduğuna kahretti çaresizce. Aklı, kendisinin özel durumuna takılmaktan vazgeçti, yeniden başlamakta olan savaşa takıldı. Düşmanları ilk bakışta avantajlı gibi görünüyordu, fakat deneyimlerinin ışığında düşündüğünde onlarında bu dar coğrafyada fazla serbest hareket edemeyecekleri ortadaydı. Arazi çok girintili çıkıntılıydı. Saklanmaya elverişli yerleri boldu bu açıdan. Herhangi bir tepeyi tuttuklarında, orada akşama kadar tutunamamaları için hiç bir sebep yoktu.

Rizgar'ın, savaş dışı kalmış arkadaşlarıyla mevzilendiği derenin aşağı taraflarında bir mezra vardı. Boş durmak istemeyen bu eski savaşçı bu kez oraya doğru yöneldi. Mezra'da düşman askeri var mı diye bakacaktı. Mezra'ya daha henüz yeni varmıştı ki, askerlerin oraya doğru gelmekte olduklarını gördü. Ama tam da mezraya hakim bir tepede Kalender, bir takım arkadaşı ile birlikte pusuya yatmıştı. Köyden yana gelecek olanları karşılamak üzere mevzilenmişlerdi oraya. Askerler bu pusuya takıldılar. Onlar da hemen pusuya yatıp çatışmaya girdiler gerillalarla. Böylece bir adım dahi ilerleme fırsatı bulamadan oldukları yerde mıhlanıp kaldılar. Savaşın tam göbeğinde kalmıştı Rizgar. Kalender ve arkadaşlarının yerleştiği mevzilere seğirtti usulca. Bundan böyle bulunduğu yerden ayrılma şansı kalmamıştı. Akşam vaktine kadar, yani bütün birliklerin belli bir noktada toplanması gerektiğine dair emir ulaşıncaya kadar orada kalacaktı.

***

Aynı gün.. Cemal ellerinde bulunan alanın ciddi bir savunma stratejisi ortaya koymak için çok dar olduğunu hesapladı. Bir yerleri ele geçirerek savunma hattını daha uzaklardan başlatmak iyi olurdu. Ellerindeki arazi dardı. Düşman bir çok koldan üstlerine geliyordu. Bu arada Türk Hava Gücü daha dar bir alanı vurmanın zevkini çıkarıyorken birer av halinde beklemek, hem Cemal'a, hem de komuta kademesindeki diğer arkadaşlarına mantıksız bir strateji gibi gelmişti. Bunun için gözlerini, Sakine ve arkadaşlarının menzilendikleri mıntıkanın karşı taraflarına düşen ve ikiz gibi duran iki tepeye dikmişti. Biraz uzaktı bu tepeler. Ama bu tepeleri ele geçirebilirlerse hem psikolojik açıdan, hem de savunma stratejisi açısından rahat bir nefes alabilirlerdi.

Bu görüş kısa sürede komuta heyeti arasında da kabul gördü. Artık bir şeyler yapmaları gerekiyordu. Cemal yanındaki arkadaşlarını alarak, Sakine ve gurubundaki gerillaların konumuna göre tarif edilirse vadinin karşı tarafına, Darêyênî'nin kuzeyine yöneldi. Oralara daha önce Serîhildan'ın komuta ettiği bir gurup gerilla gönderilmişti. Bunlar "İkiztepe"den gelecek saldırıları göğüsleyeceklerdi. Giderken Sakine'ye;

"Kendimizi o tepelere doğru salmaya çalışacağız. Eğer gidebilirsek, birçok gücü olduğu gibi sizi de çekeceğiz oraya. Hazırlıklı olun. İşareti alır almaz hareket edersiniz" dedi.

Bu tepelerin alt taraflarındaki arazi savunmaya oldukça uygundu. Küçük küçük tepeler vardı arada. Bu engebeli arazi söz konusu tepelerin zirve yaptığı yerlere kadar böyle devam ediyordu. Eğer önlerindeki bu araziyi fazla kayıp vermeden aşabilirlerse, ötesi kolaydı artık. Herhangi bir güç fazla zorlanmadan çok ağır çatışmalara dahi girebilirdi.

Darêyênî'de süren bu çatışmalarda Türk savaş kurmayları, Karat eyleminde yaptığı hatayı tekrarlamıştı. Yani araziyi öyle bir tutmuştu ki, gerillalar için nefes alacak bir delik dahi bırakmamıştı. "Kesin imha" şiarıyla hareket ettikleri belliydi. Bu ilk bakışta epey sıkıntı yaratıyordu gerillalar açısından. Fakat nihai çözümlemede, Karat savaşında olduğu gibi, gerilllaların can havliyle destan yazmalarına da yol açabilirdi. Bu kez de öyle olacağa benziyordu. En aşağısından insiyatif koyuyorlardı ilk olarak. Bu, belki de avantaj olacaktı gerillalar için. Yaşamak için var gücüyle savaşmak zorunda kalacak olan gerilla kurtulmak için mutlaka bir yolunu bulacaktı. Başka çaresi varmıydı ki?.

Bugünkü çatışma da Karat'ın bir tekrarı olmaya adaydı. İşte şu ikiztepeler, ne de çok andırıyordu o bir saat içerisinde düşürülen Karat'taki tepeyi. Hani o elli askerin tasfiye edilerek silahlarının kaldırıldığı yıldırım harekatına sahne olan tepeyi.. Sakine şimdi Karat savaşı ile bugünkü savaşı daha sağlıklı bir şekilde mukayese eder duruma gelmişti. Çatışmaların başladığı saatlerde kapıldığı paniği kaybolmuş, yerini umuda terketmişti artık. Mutlaka kurtulacaklardı. Çemberi yaracaklarına olan inancı tamdı o anda.

Bu arada yer yer başarılı baskın haberleri de gelmeye başlamıştı. Hebûn ve arkadaşlarının savunduğu tepenin cıvarında ilk temas yaşanmıştı. Yakınlarındaki bir mevziye saldıran gerillalar, oradaki dört askeri tasfiye etmişlerdi. İki de silah kaldıran baskın gurubu, kayıp vermeden kendi mevzilerine geri çekilecekti.

Doğan'ın komuta ettiği gurubun tuttuğu stratejik tepede ve Sakine'nin komutanı olduğu gücün tuttuğu tepeler silsilesinde de çok sıcak çatışmalar yaşandı. Fakat, Sakine ve arkadaşlarının mevzilendiği yer çok kötüydü. Bulundukları yere nazaran bir balkon görüntüsü veren üç yüksek tepe askerlerin elindeydi. Bu tepelerdeki mevzilerde "piknik yapan” askerlerin güvenlikleri yerindeydi ve bulundukları yerden keyifle suikast atışları yapıyorlardı aşağıdaki gerillalara. Bu ”piknik yapma" ibaresi askerlere aittir. Bir radyodaki röportajda duymuştu gerillalar. "Biz burada piknik yapıyor gibi keyfini çıkarıyoruz tabiatın” diyordu röportajında bir asker. O tepeden öylesine sıkı atışlar yapılıyordu ki, hiç kimse kafasını dahi kaldıramaya cesaret edemiyordu. Muhabere bile tehlikeye girmişti. Sakine cihazı çalıştırmak için bir iki kez elini kaldıracak oldu. Fakat acılan baraj ateşı sonucu derhal geri çekti. Eğer çekmeseydi eli, "daha da önemlisi" cihaz darbe alabilirdi. Cihazı güvenlik içinde kullanmak için tek yol kalıyordu önünde; yere uzanarak kullanmak. İyi de sonuç alıyordu hani.. Muhaberede en önemli şey düşmanın cihazlarını takip etmektir. Sakine bir ara askerlerin biribirlerine görüntü aldıkları bir gurubun yerini tarif ettiklerini duydu. Önce neresi olduğunu anlayamadı. Fakat biraz daha dikkatle dinleyince tam da kendisinin bulunduğu yerin tarif edilmekte olduğunu anladı. Demek ki çatışma, cihaz, falan derken görülmüşlerdi. Bunun üzerine kendilerini hemen aşağıya doğru yuvarladılar.. Epey aşağılardaki bir başka yerde mevziye girmişlerdi.

"Koordinatları" alan helikopter pilotu büyük bir maharetle eskiden bulundukları yere roket yağdırmaya başladı. Ortalığı toz dumana katıp, taş üstünde taş bırakmamacasına bombaladıktan sonra geldiği gibi gitti. Helikopter gittikten sonra Sakine ve arkadaşları tekrar eski yerlerine döndüler. Ordan muhabereye devam ettiler. Aynı anda alt taraflarında mevzilenmiş olan Leydan'ın komuta ettiği gurup askerlerle sıcak temas sağladı. Yeri çok kötü olan bu gurup eğer bulunduğu tepeyi kaybederse, oraya yerleşecek olan askerler, Sakine'nin komuta ettiği gerillaları büyük bir tehdit altına alacaktı. Bunu bilen Leydan insanüstü bir direniş sergiliyordu. Düşmanlarının kullandığı yüksek teknolojiye ve ateş üstünlüğüne rağmen, akşama kadar bir milim dahi gerilemediler. Aslında bu çatışma, o gün cereyan eden savaşın bir fotografıydı. Hem de düğüm noktası.. Düşmanları bu ve bunun gibi on düğümü çözemeyince imha planları da kursaklarında kalmış oldu. Evet, bunun gibi on noktada direniş sergiliyordu gerillalar. Hiç bir cephede gerilememecesine. Çünkü gerilemek ölümdü.. Gidecek başka hiç bir yerleri yoktu ki!..

O gün sergilenen direniş iradesi, savaşın başladığı 1. Nisan'dan beri sergilenen iradenin tümünü karşılardı dense, hiç şaşmayın. Görünen oydu. Açlık, yorgunluk falan gibi laflar, ağızdan çok kolay çıkıyor. Hatta çok tekrarlanınca edebiyatı yapılıyor gibi gelir insanlara. Fakat bir misal var ki bu kelimelerin tümünün ne anlama geldiğini anlatmak için yeter. Sakine'nin yanındaki mevzide çarpışan Beritan bir ara yoruldu, silahını yere bıraktı. Taşıyamayacak duruma gelmişti bu ağırlığı.. Bir kaç dakika istirahat vermişti kendi kendine. Bitkindi, rengi uçmuştu. Sonra sırtını dayadığı taştan da güç alarak büyük bir gayretle pozisyon aldı. Yerdeki silahına baktı, yutkundu. Dudakları kupkuruydu. Elini uzattı, silahı kavradı. Sonra onu yerden kaldırmaya çalıştı. O anda elleri elektriğe çarpılmış gibi titremeye başlamıştı. Silahı tutan elinin titremesini durdurmak için diğer eliyle bastırdı bu elini. Titremeler ancak aradan bir iki dakika geçtikten sonra durabildi. İşte bu titremeyi yaratan şey açlıktı; yorgunluk ve açlık. Böyleydi yaşadıkları dakikalar. O insanüstü direnişi gerillaların çoğu bu fizikle yürütüyorlardı.. Aralarında bu bilince ermemiş olanlar da vardı. Tepesini bırakanlardan tutun, teslim olanlara kadar. Beşeri zayıflıklardı bunlar. Her toplulukta görülürdü bunlar. Ama büyük bir çoğunluğun sesi tekti: İrade! Yani direniş iradesi! Gerillalar "çelikleşmiş devrimci irade” olarak niteliyorlardı bunu.

Aşağı yukarı bir haftadan beri olduğu gibi, askerlerin insiyatifi altında başlayan 10 Nisan savaşında da, saatler ilerledikçe gerillaların kendilerini toparlayarak karşı saldırılar gerçekleştirmeleri ile belli bir dengeye kavuşulmuştu. Artık "toptan imha" hayalleri bitmişti Türkler'in. Saldırı düzenleyemiyor, hatta yerlerinden bile kıpırdayamıyorlardı. Kenetlenerek tek vücut haline gelen gerillalar rahattı artık.

***

Tepede mevzilenip çarpışan ve aralarında Vedat ile Ozan'ın bulunduğu gurup bir ara epey sıkışmıştı. Oradakilere sınırsız gibi gelen teknoloji kullanan Türkler, zaman zaman bu gurubun mevzilerine inme teşebbüsünde bulunmaya başlamışlardı. Bir ara durumları epey güçleşmişti. Açlıktan zaman zaman başı dönen, gözleri kararan Ozan, bir ara yanında büyük bir gayretle çarpışmakta olan Vedat'a dönerek sordu:

"Ne dersin Hevalę Vedat, bu kez son mu?"

Vedat da aynı halsizliği yaşıyordu. Döndü, gülümsemeye çalışarak cevapladı arkadaşını

"Şehit düşeceğim belki, ama keşke bir kez daha karnımı doyurarak şehit düşseydim. Tüm isteğim bu. Şöyle kızartılmış mayalı ekmekle yiyeceğim güveçte hazırlanmış iyi pişmiş bir türlü yemeği ve yanında da tuluk ayranı.."

"Kaç gündür bir şey yemedin?"

"Altı gün oldu herhalde. Yahu hani şöyle uyuyacak bir köşe bulabilseydik, neyse ne! Onu da bırak dinlenebileceğimiz bir kaç saat de yetebilirdi. Ama ne gezer?"

"Ne dersin Heval, bilim de bizim bu savaşımızda iflas etti ha!”

"He valla. Doğrudur heval! "

İyi bir yemeğe özlemini böyle dile getiren Vedat, tüm on günlük o savaşlar dizisi boyunca en fazla fedakarlık yapan gerillalardan biriydi. Açlığın yarattığı duygularını böyle dile getiriyordu. Fakat büyük bir gayretle, kurşunlarını sanki açlığa sıkıyorlarmış gibi savaştılar akşama dek ve sarkmaya çalışan düşmanlarını bulundukları yere mıhlamayı başararak, o cephede de dengeyi sağlayacaklardı.

***

O gün akşama kadar hem sıcak çatışmalar yaşandı, hem de tepelerindeki 12 helikopterin baskısı devam etti. Üstelik büyük bir ihtimalle İsrail pilotlarıydı bunlar. Bu direniş gerçekten Türk savaş kurmaylarını çıldırtıyor, onları gerillalara ve komutanları Cemal'e hayran bırakıyordu. Dostalarının telefonla bildirdiğine göre kendi aralarında:

"Bu herif bunları nasıl yetiştirmiş? Adamlardaki iradeye bakın. Tüm hamleleri boşa çıkmış satranççılara döndürdü bizi. Açıkçası helal olsun. Kutlamak gerek bu adamı."

Bu arada İkiztepe'ye doğru kayan kuvvetlerin başında bulunan Cemal'dan bir talimat geldi. Ellerinde bulunan kuvvetleri yavaş yavaş İkiztepe istikametine kaydıracaklardı. Bu işlem hemen başlatılmalıydı. Akşamın karanlığı başlamak üzere olduğundan pek de takip edilme tehlikesi kalmamıştı. Yine de tepelerin güvenliğini tehlikeye atmadan yapıyorlardı bu işi. Çünkü eğer tepeleri bir anda boşaltarak bu işi yaparlarsa tamamen dar bir koridora sıkıştırılmış olacaklardı. Bu ise ölüm demekti. Arkadaşlarını teker teker geçirdikleri bir patika vardı. Bu patika, bir bayan gerillanın komuta ettiği gerilla birliğinin ateş altında tuttuğu korucuların mevzilendikleri tepe var ya, işte o tepenin tam karşısına düşüyordu. Bu çeteler o patikanın üstünde ilerliyen gerillaları çok net bir şekilde görüyorlardı. Gördükleri anda da "komutanlarına" bildiriyorlardı. İstihbaratı alan Türk komutanın emriyle de helikopterler gönderilerek bombalanıyordu patika. Bundan dolayı gerillaların yeni mevzilerine nakilleri çok uzun zaman almaktaydı.

Bir ara 12 gerilla birden patikaya çıktı. Aralıklı olarak ilerliyorlardı. Fakat çok geçmeden helikopter göründü havada. Sakine hemen yerinden fırlayarak bağırıp çağırmaya başladı:

"Heval helikopter geliyor! Kendinizi dereye salın!"

Fakat helikopterin o müthiş uğultusu onun sesini bastırıyordu. Duymadılar Sakine'yi. Helikopterle aralarına giren küçük bir tepecik, onların helikopteri görmesini engellediği için de çok rahat yürüyorlardı. Sakine'nin gözlerinin önünde bu savaş canavarı kafileye dalış yaptı ve vurmaya başladı. Gerillaların her biri bir tarafa dağılmıştı.. Sakine şoka girmişti sanki.. Kaç kişi öldü? Kalan var mı? Kendi kendisini yiyordu. Yüzünü gayri ihtiyari kapatmış, titriyordu alabildiğine. İlk kez savaşın acımasızlığını bir film şeridini seyreder gibi yaşayarak seyrediyordu. 12 arkadaşı gözlerinin önünde şehit düşecekti. Kendisi ise bu olayı seyretmekten başka bir şey yapamıyordu. Sonra müthiş bir isyan duygusu kapladı ruhunu.. Bombalaşıp üstlerine patlama duygusu hakimdi artık benliğine. Kendini tutamadı, var gücüyle bağırdı:

"Kalleşleeerrr! Cezanızı bulacaksınız alçaklaaarr!!!"

 

Karşı taraflar toz duman içindeydi. Sakine var gücüyle oraya doğru koşmaya başladı. Bir ara dumanlar dağıldı. Görülebildiği kadarıyla gerillaların tümü kendilerini aşağılara yuvarlamaya muvaffak olmuşlardı.. Ama belli olmazdı tabii ki. Bu müthiş bir şeydi. Bunu gören helikopter pilotu kudurdu. Daha alçaklara inerek vurmak istedi kafileyi fakat geç kalmıştı. Gerillalar savaş boyunca edindikleri tecrübelerini konuşturarak bu saldırıları da ustalıkla savuşturdular ve vadinin daha güvenli olan derin yerlerine indiler. Tam da Sakine ve arkadaşlarının savunduğu tepenin alt taraflarına kadar gelip yerleşmişlerdi. Artık biribirleri ile direkt konuşabilecekleri mesafedeydiler. Sakine tedirginlik içinde sordu:

"Kayıp var mı heval!"

"Yok hevala Sakine. Merak etme, acı patlıcanız biz."

"İyi. Fakat sakın yerinizden ayrılmeyın. Bizden haber bekleyin."

"Anlaşıldı heval."

Kayıp vermemeleri Sakine'nin moralini yeniden yükseltti. Bu gurup akşama kadar orada kalacaktı.

Bir ara Sakine'nin elindeki cihaz cızırdamaya başladı yine:

”Sinem, Sinem.. Sinem, Memiyan..." Bu Sakine'nin çatışmadaki koduydu. Cemal'dı arayan. Sesi oldukça telaşlıydı komutanın.

"Sinem dinlemede"

"Bugün durum çok vahim. Mutlaka bir şeyler yapmanın gereği var. Bir şey düşürmenin gereği var. Bize hemen bir roketatar gönderin. Aynı zamanda ya sen, ya da başka bir arkadaş yanımıza gelsin. Siz ne düşünüyorsunuz?"

"Alındı heval. Evet, bir şeyler yapmanın gereği var. Aksi taktirde düşman bizi rahat bırakmayacaktır."

Sakine yerini terk edebilecek durumda değildi. Stratejik konumu olan bir yerdi savunduğu cephe. Boş bırakmayı göze alamadı. Bunun için Başka bir cepheyi tutmakta olan Mustafa'yı aradı ve durumu bildirdi. Tuttuğu cephe, konumu itibariyle daha az önemli olan Mustafa gidecekti. Bu arada en önemli sorun roketatarı güven içinde göndermekti. Her halde bir helikopteri falan vurmak için istiyorlardı. Ya da önemli bir hedefi yerle bir edeceklerdi. Roketatarı götüren arkadaşlarının güvenlik içerisinde yerine varması gerekiyordu. Yükü çok kıymetliydi çünkü. Arkadaşlarına silahı verip yolladılar. Fakat her yüz metrede bir el, kol, kafa ve vücutla verdikleri işaretlerle nasıl hareket etmesi gerektiğini bildiriyorlardı. Her an korucular tarafından görülebilirdi. Bunlar da, alışık oldukları veçhiyle, anında komutanlarına rapor ederlerdi onu. Silah, "uzun" bir yolculuktan sonra nihayet Cemal'a ulaştırılmıştı.

Anlaşıldığı kadarıyla B-7 etkisini göstermiş, oraları tutan askerlerin en aşağısından sinmesine yol açmıştı. Çatışmalar bütün cephelerde akşama kadar durmamacasına bu minval üzere devam etti. Ateşkes anlamına gelen gecenin örtüsü ortalığı karartıncaya kadar sürdü boğuşma. Karanlığın bastırması asker için istirahat demek olabilidi. Fakat gerilla için asla. Çünkü bu kez de, gecenin ilk saatlerinden itibaren yeniden bir araya toplanma harekatı başlattılar. Yol görünüyordu galiba tekrar.. Fakat nasıl