Kitaplarım - Yapraklar Açana Dek - "Satranç"


onbirinci bölüm

Yegêderî

13. Nisan.. Akif'in içinde yer aldığı ve Mustafa'nın komuta ettiği Şehit Remzi Gücü, Karargah Gücü ve Cephe Karargahı Gücü, Yegêderî alanında biribirlerini koruyacak şekilde üsleniyorlardı. Mümkün mertebe aralıklı kuruyorlardı mangalarını. Değişmekte olan mevsimi ve halen sürmekte olan operasyonu da dikkate alarak parlak veya görüntü veren çadır gibi şeylerden kaçınıyorlardı bu kez. Barınmak için daha ziyade mağaramsı yerler arıyorlardı. Böyle yerler bulamayınca da yarı mağaraları bir düzene sokarak yerleşiyorlardı. Bu birimler, yer altı tesislerinin ilk numuneleri olacaktı. Fırsattan istifade günlük eğitim programını da yeniden başlatmışlardı. Fakat hala daha Parti ile irtibat kuramamış olmaktan dolayı rahatsızdılar. Hatta en büyük sıkıntıları buydu denilebilir. Böylesine bir fırsat doğması için de beklemeye geçmişlerdi.

Onlar günlük hayatlarını yeniden kurmak için böylesine hummalı bir faaliyet içindeyken Kuwo Sipye'den acı bir haber ulaştı bölgeye. Orada 38 gerilla şehit düşmüştü! Bu kadar insanın öldürülüş hikayesi de oldukça ilginçti, şöyle:

Kuwo Sipye birliği, Lice-Darêyênî hattındaki gerillalar günlerdir ateş altındayken boş oturmayı bir türlü içlerine sindirememişlerdi. Birşeyler yapmaları gerekiyordu. Evet, evet.. arkadaşları orada ölüm kalım mücadelesi verirken onlar burada yan gelip yatamazlardı. Bu inanç, Kuwo Sipye güçlerini oluşturan tüm gerillalarda yer edecek gibiydi. Yer yer sorumluları sıkıştırmaya başlamışlardı bile. Eğer toplu olarak planlı bir eyleme girişilmezse, kişisel eylemler başlayabilirdi bu alanda. Bunun üzerine alan yönetim kurulu toplandı. Toplantıda Eyalet olarak geçilmekte olan zorlu süreç tartışıldı. Özetle şunlar dile getiriliyordu: "Arkadaşlarımız günlerdir ateş altında mücadele verirken, biz yan gelmiş yatıyoruz. Bu olmaz. Bu ihanettir. Onları rahatlatıcı bir eylemi mutlaka ve hemen geliştirmeliyiz." Toplantının sonunda bir yerleri vurma kararı çıkmıştı. Bu kararlarını uygulama alanına sokmak için, askerlerin ellerinde tuttukları bir tepeye keşif gurubu çıkarıldı. Keşif gurubunun getirdiği üstünkörü bilgilere dayanarak karar alıp saldırmışlardı bu tepeye. Tepe kısa bir süre içerisinde düşürülecekti. Düşmanlarına çok sayıda kayıp verdirip silah da kaldırmışlardı buradan. Fakat askerler, Kuwo Sipye birliğinin yaptığı geri çekilme harekatı sırasında ısrarlı bir takip başlattı. Takip edenleri kolayca atlatmalarına rağmen, gittikleri istikametteki bir başka askeri birliğe adeta çarpmışlardı.. Kaçacak hiçbir yerleri yoktu. İşte öldürülenler burada cereyan eden çatışmalarda kurban gitmişler..

Yegêderî güçleri bunu duyunca bu kez de onlar intikam yemini ettiler. Bu, intikamın intikamı olacaktı. Bu da bir diğer yanlıştı galiba..Hala bittiğine dair bir işaret almadıkları bu savaş sürecinde yaşadıkları yorgunluk, ayrıca yoğun baskıların yarattığı psikolojik etkileri üstlerinde taşırken böylesine bir intikam eylemine girişmek anlamsız gibi görünüyordu. Ama eyalet yönetimi düzeyinde karar alınmıştı, çaresiz uygulanacaktı. Eylem için keşif görevi Akif'e verilmişti. Yanına aldığı bir kaç arkadaşıyla birlikte yakınlarındaki bir tepenin çevresinde keşifte bulunacaktı. Askerlerin elindeydi bu tepe.

Burada keşif gurubunu hayretler içinde bırakan bir duyarsızlıkla karşılaştılar. Askerler kim kime dum duma, kıra çıkmışcasına etrafta dolaşıyorlardı. Dünya umurlarında değildi sanki. Bu aralar çılgınlık sayılabilecek bir atak beklemiyor olsalar gerek gerillalardan.. Doğrusu bu korkusuzluk biraz da onuruna dokunmuştu keşif gurubunun. Bu kadar ölümü, soğuğu, karı onlar da yaşamışlardı enikonu. Fakat yine de tedbirli olacaklarına bir boşvermişlik yaşıyorlardı askerler. Güvendikleri bir şey mi vardı ne?

16. Nisan sabah.. Keşif gurubu beş kişiden oluşuyordu. Nöbetçilerini çıkardılar. Geride kalanlar da kamuflajlarını yapmış; askerlerin hareketlerini, pusu yerlerini, sayılarını, ağır silahlarının yerlerini, takviye alabilecekleri yolları ve güçlerini mevzilendirme şekillerini (mevzilerinin sayısını) saptamaya çalışıyorlardı. Sabahın aydınlık saatlerinde harekatı başlatamayacaklarına göre, gündüz saatlerinde geri dönmelerine gerek yoktu. Nasıl olsa karargah kurdukları yer yakındı. Keşif için iyi bir vakit ayırdılar kendilerine. Akşama kadar orada kalacak, durumu iyice anlayacaklardı.

Akif mevziye yattıkları kayanın arkasında şöyle bir uzanıp bir süre uyumaya çalıştı. Fakat bu istirahati pek uzun sürmedi. Çünkü ilerideki mevzide nöbet tutan arkadaşları yerini terk ederek hızla onlara doğru geldi. Cihaz kullanmamıştı. İyice yaklaşınca heyecanla; "heval, düşman bize doğru geliyor” dedi.. Akif, uyku dolu gözlerle ne olduğunu pek anlamadı ve "nöbet yerine dön heval!" demeye kalmadan, bağıra çağıra yaklaşmakta askerlerin olan sesini duydu. Kalamazlardı artık orada. Sessizce toparlandılar ve hemen geri çekilip hızla karargaha döndüler.

Akif, dinlenmeye ihtiyaç duymadan hemen yönetim mangasına gitti ve orada kendisini beklemekte olan Cemal'a tekmilini verdi. Sonra; "ben o tepenin düşürülebileceğine inanıyorum" diye görüşünü ilave etti. Fakat tecrubeli bir komutan olan Cemal ihtiyatlıydı. Durumu tam netleştirmek için bu kez bir başka keşif gurubunu çıkardı. Bunlar da aynı kanaatı dile getirince savaş düzenine girildi. Guruplar belirlendi. Gidilecekti.

Bu esnada Akif hastalanmış, ateşler içinde yatıyordu. Ertesi gün, kendisine Merkez karargahı ile telefon görüşmesi yapılacağı müjdesi verildi. Çok sevinmişti Akif bu havadise. Fakat ateşi hala yüksek olduğu için bu görüşme esnasında hazır bulunamadı. Fakat sonradan okunan metin onun daha da canlanmasına yol açacak kadar övgülerle doluydu.

Eylemin yapılacağı gece, Cemal Akif'i çağırdı:

"Hevalę Akif, partinin talimatı var. Operasyonda üstün yararlılık gösterenlerin, terfi ettirilmek suretiyle mükafatlandırılması isteniyor. Biz de senin gösterdiğin yararlılıkları değerlendirdik ve bölük komutanlığına yükseltilmene karar verdik. Kuwo Sipye alanında verilen yüksek kayıplardan dolayı Darêyênî Kuvvetlerinin komutanlığını yürüten Yılmaz, Kuwo Sipye'ye tayin edildi. Senin de onun yerine Darêyênî gücünün başına geçebileceğini düşündük. Ne dersin?"

Akif'in göz bebeklerine bir gurur dalgası geldi oturdu. Büyük bir sevinç duymuştu. İşte nihayet, rüyalarının rütbesi olan Parti'nin takdirine eriyordu.. Bunu hiç tereddütsüz ve saklamadığı bir sevinçle kabul etti. Giderken de Yegêderî alanındaki güçlerin yarısının oradan ayrılmasını talep etti.

"Düşman burada olduğumuzu biliyor. Operasyon yapacak buraya. Sen gücün yarısını bana ver. Biz orada yerleşiriz. Bir şey olursa bana haber verirsiniz. Nasıl olsa aramızda yarım saatlik bir mesafe var.

Cemal; "Yok heval, bir şey olmaz. Biz tedbir alırız. Sen görev yerine git ve düzenlemelerini yap. Serkeftin!" diye kestirip attı. Onu öptü, başarılar diledi ve gönderdi.. Bunun son görüşmeleri olacağını kim bilebilirdi ki?..

***

14. Nisan.. Rizgar, Miston'dan Cemal'in başında bulunduğu gerilla gücü ile birlikte hareket etmişti. Düşmanları da beklemeye geçmiş olacaklar ki, sorunsuz bir şekilde hedef noktaları olan Yegêderî'ye varmışlardı. Oraya vardıklarında vakit akşamı çoktan geçmişti. Gurubun büyük bir bölümü terkedilmiş olan camiye geçip yerleşmişti. Gurup gurup ellerindeki naylon çadırların altına girip uyumaya çalışıyorlardı. Bu ilk geceleri olacaktı burada. Cemal, eyalet komutanı olduğu için hafif bir ayrıcalığı vardı naylon çadır konusunda. Çünkü tek başına sadece ona bir naylon düşmüştü. Fakat Rizgar kafiledeki tek ağır yaralı gerilla olduğu için, o gece komutanıyla naylonunu paylaşacak, bu ayrıcalıktan tek başına yararlanmasını engelleyecekti.. Tekti Rizgar, çünkü yarası onun kadar ağır olan hiç kimse bu büyük yürüyüşe katlanamadığı için toplu olarak emin bir noktada bırakılmışlardı.

Günler bölgeye yerleşme çalışmaları ile geçerken, Başkan'la yapının liderlerinin telefon görüşmesi söz konusu oldu. Rizgar kendilerine övgülerin yağdırıldığı bu konuşmayı büyük bir mutluluk içinde dinledi. Bu konuşma yapılırken daha henüz Kuwo Sipye'de verilen 38 kayıp söz konusu değildi. Bu kayıpların intikamı için Burgul Tepe eylemi düzenlendi yapı tarafından. Yaralı sayısı bu eylem sonrası gelenlerle birlikte 4'e yükselmişti. Bunlar ayrı bir çadırda kalıyorlardı. Çünkü diğer arkadaşları gece uyurken, onların yara aldıkları noktalara bilmeden dokunuyorlardı. Bu ise müthiş acı çekmelerine yol açıyordu. Bundan dolayı ayrı bir çadır tahsis edilmişti onlara.

***

14. Nisan.. Miston'dan kalkan Karargah Gücü, sorunsuz bir şekilde Yegêderî'ye varmıştı. Hemen yerleşme çalışmalarını başlatmışlardı. Normalizasyondu hedefleri. Günlük hayatlarına dönerek baharı yeniden planlamak, uzun bir süreden beridir ara verdikleri eğitim çalışmalarına başlamak, lojistik destek alanında yaşadıkları güçlükleri çözümlemek önlerinde duran en yakıcı sorunlardı. Bir de o güne kadar parti ile ilişkileri tamamen kopuktu. Parti nazarında yaşamıyorlardı bu dünyada sanki. Eğer irtibat kurabilirlerse bir nevi ifade vereceklerdi merkeze. Bunun için artı ve eksilerini iyi hesaplamaları gerekiyordu. Eksileri, sonbaharda yaşanan çok kötü bir hazırlık devresi, verilen kayıplar, kopukluk gibi şeylerdi. Bilhassa kayıplar konusunda Türk makamlarının verdiği her zamanki abartılı rakamlar sinir bozucuydu. Fakat bir ara yine Türk radyolarından birinde geçen; "Lice'de vurduk mu vurulduk mu" şeklindeki haber moral vericiydi. Yegęderî'de rahat nefes almaya başladıklarında düşmanlarının moral durumunu da takip etme fırsatı buldular. Haberlerde hergün Lice'deki çatışmalar söz konusu ediliyordu. Demek ki onların morali pek yerinde değildi.

Bu arada bazı gerilla müfrezeleri küçük mezralara gidip TV seyretme olanağı da bulmuşlardı. Bu arkadaşları, seyrettikleri programlarda Amed Operasyunu'nun Türkler arasında hala tartışıldığını naklettiler. Bu da moral veriyordu onlara tabii ki. 14 günün intikamını alırcasına her yönden haberlere saldırıyor, kaybettikleri mesafeyi almaya çalışıyorlardı. Bu arada düşmanlarının hiç de küçümsenecek miktarda kayıp vermediğini de öğrendiler. Sadece Karat'ta 50'nin üstünde asker tasfiye edilmişti. Mezra Miho çatışmalarının yaşandığı gün ise Türk savaş kurmaylarının kayıpları 48 ölü, 16 yaralı şeklindeydi. Bunun yanında diğer irili ufaklı çatışmalarda da toplam yüzün üstünde kayıpları vardı askerlerin. Türk Savaş Kurmayları'nın bu kadar büyük bir yönelişe rağmen, hazırlıksız yakaladıkları gerillalara verdirdikleri kayıplar normal gerilla savaşlarına oranla bu kez çok yüksek olmuştu. Ama tasfiye olmamış, yer yer moral boğukluğuna girmelerine rağmen bozgun emaresi göstermemişlerdi. Arkadaşlarından 8'ini suikast atışlarından, 12'sini ise hava saldırılarından dolayı kaybedilmişti. Tabiat şartlarından dolayı verilen kayıpları da küçümsenemez bu savaşta; 20 kişi! Bu 20 kişi açlık ve soğuktan dolayı kaybedilmişti.. Bu ölümlerde gerillalara en fazla koyan, soğuktan ölenlerin tümünün yeni savaşçılardan oluşmasıdır. Çok hayıflanıyorlardı bu ölümlerden dolayı çok! "Keşke biz ölseydik de bu arkadaşlar ölmeseydi" diyenler çoğunluktaydı.

Yeni geldikleri noktaya iyice yerleştikten sonra, Xizgînos'la Derê Kovya arasındaki vadide bıraktıkları 25 kişilik yaralı gerilla gurubunu almak üzere bir takımlık bir güç gönderdiler. Bunlar hemen hareket etmişlerdi. Bunun yanında yürüyemeyen bazı arkadaşlarını şurda burda bırakmışlardı, onları almak için de müfrezeler çıkardılar. Güçlerinin tamamını bir an önce toparlayarak normal düzene girmek istiyorlardı. Bu arada gömemeyip karın altında sakladıkları cenazeleri bulundukları yerlerden çıkararak uygun bir şekilde gömmek üzere de guruplar çıkardılar. Böylece savaşın telaşı arasında, bu arkadaşlarına karşı yapamadıkları son görevlerini de yerine getirmiş olacaklardı. Türk askeri varlığı tüm arazide hala yoğun bir şekilde sürdüğünden dolayı bu gibi işlerini gece yapmayı tercih ediyorlardı.

Havalar açıktı o aralar. Gerillalar baharı hissedilebildikleri bu havadan en iyi bir şekilde istifade ediyor, dinleniyorlardı. Havaların ve savaşın verdiği yorgunlukla olacak, herkeste müthiş bir uyku "hastalığı" başgöstermişti. "Bahar vurgunu" derler ya, öyle bir illet musallat olmuştu alana. Nereye bakarsan uyuyan birini görebilirdin. Bu arada sipariş verdikleri tüm yiyecek maddeleri gelmiş, dolmuştu ortalık. Bunlar boyuna pişirilerek yendiği halde, "doydum" diyen çıkmıyordu nedense.. Herkes hala açtı. Velhasıl fizyolojik bir üçlü, karargahı kelimenin tam anlamıyla teslim almıştı, bunlar; yeme, içme ve yatma "hastalığı" olarak özetlenebilir...

Buna karşılık yönetim, gelişen bu rehavet ortamının yarattığı tehlikeyi gördü. Ortalığı "kasıp kavuran" uyuşukluğu yenmek için oldukça sıkı bir mücadele vermekteydiler. Sürekli toplantılar düzenliyor, ikili konuşmalar geliştiriyor, uyarılar yapıyorlardı. Bilhassa düşmanın kendilerine yöneliş tarzı, yaşanan operasyondan çıkardıkları derslerin ışığında analiz ediliyor, sonuçlar çıkarılıyordu birlikte. Fakat şu tatlı uykuyu hiçbir analiz yenemiyordu yine de..

***

Yaralıların kalmakta oldukları Xizgînos taraflarındaki Derê Kovya'ya giden gurubun bu arkadaşlarını bulması fazla zor olmadı. Komutanları Apê Musa, gelenleri hararetle karşılamıştı. Kucaklayıp teker teker alınlarından öptü arkadaşlarını. Büyük badireler atlatan bu insanları hayranlık dolu bakışlarla süzüyorlardı oradaki yaralı gerillalar. Gelenler, yaralı arkadaşlarının durumunu teker teker sordular. Ronahi hariç hepsi sağ salim kurtulmuştu. Sadece o yoktu aralarında. Ana gurubun Derê Kovya'yı terketmesinin hemen ertesi günü yeter demişti bu hayata Ronahi. Onu törenle gömmüş, son vazifelerini yerine getirmişlerdi arkadaşları.

Apê Musa, yaralı arkadaşlarını rahat ettirmek için elinden geleni yapmıştı. Ne aç bırakmıştı, ne de açıkta. Kafilenin hareketinden hemen sonra askerler de bölgeyi terk ettiklerinden saklanmak gibi bir problemleri olmamıştı. Bundan istifade ederek iyice yerleşmişlerdi vadiye. Fakat yine de görüntü vermeme konusunda kelimenin tam anlamıyla diktatörce kurallar koymuştu komutanları. Ateş yakma, temizlik, gezinme gibi günlük hayatın tüm tabii ihtiyaçları sıkı kurallara bağlanmıştı. Dorşin cıvarındaki depolardan yiyecek getirme konusunda da bir problemleri olmamıştı. Çünkü yiyecek malzemeleri bolluğu açısından zaten baştan beri zengindiler. Ona düşen, hiç kimseyi fiziki bir sıkıntıya sokmadan bu zenginliği takviye etmekten ibaretti.

Gelenler Firaz'ı sordular bu arada. Bu haşat olmuş arkadaşları da görünmüyordu aralarında. O da mı?.. Zaten bekleniyordu Firaz'ın şehadeti. hareketlerinden önce onu başka bir yere saklamışlardı arkadaşları. Bundan dolayı 25 kişilik bu gurubun arasında yoktu. Yanına yağmurluk, askerlerden elde edilen bir miktar konserve, şeker, helva, bir kaç battaniye ve su gibi tüm ihtiyaçları bırakılmıştı Firaz'ın. Fakat yaşayacağına ihtimal veren yine de yoktu. Derhal bir tim çıkarıldı. Noktaya varıldı. Firaz oradaydı ve yaşıyordu!

"Merhaba heval" denmesiyle yüzü aydınlandı. Bir hoş olmuştu. İkinci kurtuluştu bu. Fakat hareket edemiyordu bu dirençli gerilla. Yara almadığı yeri yoktu ki? Hala kaynamamıştı kemikleri. Düzelmesi için uzun bir tamir sürecinden geçmesi gerekiyordu göründüğü kadarıyla.. Arkadaşları onu taşıyabilecek durumda değillerdi. Bunun için geri dönüp lojistikten katır getirmeleri gerekiyordu. Firaz'a durumu izah ettiler ve aynı gün geri döneceklerini söyleyerek öylece bırakıp geri döndüler.

Fakat o sırada Yegêderî çatışmaları kızıştığından aynı anda geri dönemedi arkadaşları. Ne o gün ne de ertesi gün kimse görünmüyordu ufukta. Bunun üzerine Firaz unutulduğuna kanaat getirdi ve bulunduğu yerden kendi kendine ayrıldı. Bir de not bırakmıştı arkadaşlarına, ".... alanına gidiyorum" diye. Çatışmalar bittikten sonra arkadaşları bu kez yanlarına katırları da alarak alana geri döndüler. Fakat Firaz yoktu. Notu buldular sadece. Bu kez notta tarif edilen yere gittiler. Terkedilmiş bir okuldu notta tarif edilen yer. Fakat Firaz orada da durmamış, boş bir köye gitmişti. Bunu da bıraktığı bir başka notta belirtmişti. En nihayet onu bu terkedilmiş köyde buldular ve karargaha geri getirdiler. Firaz şimdi belirsiz bir yerde tedavisine başlanmış durumda olsa gerek..

***

15-16.Nisan.. Bunlar yaşanırken, 15 Nisan'da Roj'dan bir talimat geldi kendilerine. Acele Parti ile irtibata geçmeleri isteniyordu kendilerinden. Bu talimat, ellerindeki büyük cihaz işlemediğinden küçük cihaz vasıtasıyla gelmişti. Çünkü operasyonun yarattığı hengamede aküleri bitmiş, bir daha doldurma fırsatları olmamıştı. İrtibatı her zaman olduğu gibi telefon vasıtasıyla kuracaklardı. Bir diğer bölgede bulunan arkadaşlarının elinde akü vardı. Bu akü vasıtasıyla satelit telefonunu çalıştırılabilecekti. Onu istediler arkadaşlarından. Derhal getirildi akü. Kendileri dışındaki ARGK dünyası ile ilk irtibatları olacaktı bu. Büyük boğuşmanın başladığının 16. günü, yani 16 Nisan'da Parti Başkanı Abdullah Öcalan'un sesini telefondan duyacaklardı. Teknik bazı sebeplerle Başkan'larının bulunduğu mıntıka ile o gün temas kuramamıştı Roj. Görüşme direkt Roj'la yapılacak, Başkan'ın banda alınmış sesi dinletilecekti onlara. O gün, eyalet yönetiminin önde gelen yöneticileri büyük bir heyecanla üşüşmüştüler telefon cihazının başına. Korku ile karışık bir heyecandı bu. "Parti'ye nasıl hesap verebileceğiz acaba" sorusunun cevabı beyinlerini kemirip duruyordu.. İlk sözü ne olacaktı başkanlarının? Bu kadar şahadeti, bu kadar kaybı nasıl izah edebileceklerdi Parti'ye? Üstelik Parti'nin; "çatışmalara girilmeyecek" şeklindeki talimatına rağmen girişilmişti bu çatışmalara, ama zorunlu olarak, düşmanları tarafından bu istikamete sürüklenerek.. Yine de mutluydular. Çünkü Parti ile ilk irtibat olacaktı bu.

"Heval, ben Cemal, selamlar saygılar.”

"Selamlar saygılar, heval. Sizi yürekten kutluyoruz.

"Sağolun."

"Eyyy, nasılsınız bu kadar badireden sonra? Bütün arkadaşlar orada mı? "

Bu normal giriş cümlelerinden sonra Başkan'ın ses bandı takıldı. Asıl bekledikleri mesajı dinlemeye başladılar:

"Gösterdiğiniz yüksek başarıdan dolayı sizi kutluyoruz... Kayıplarımızın hepsi savaş kayıplarıdır. Çok kahramanca bir direniş sergilediniz. Bütün savaş gücünüzü kutluyoruz."

Bu iyiydi işte. Favkaladeydi bu! Uzun süreden beridir duydukları ilk güzel sözlerdi bunlar! Çok sevinmişlerdi, çoook! Ama Amed eyalet yönetimi yine de af edemiyordu kendini. Af etmedikleri şey, operasyon sürecinde yaptıkları değildi kuşkusuz. Çünkü savaş boyunca müthiş bir performans göstermiş, Türk Genelkurmayı'nı şaşkına çevirmişlerdi. Büyük bir satranç oynamış ve ortaya hayatlarının konduğu bu satrancı hayatta kalmak suretiyle kazanmışlardı o ana kadar. Fakat ya operasyon öncesi hazırlık dönemi? Ya sonbahardan beri yapılan yetersiz hazırlık? Ya operasyon başlamadan çok öncesi alınması gereken tedbirler? İşte bu noktalarda rahat değillerdi. Mesela; 1995'in sonunda Muş'un güneyini ve Dorşin'i iyi donatmış değillerdi. Erzak, lojistik ve alt yapı anlamında eğer orayı yeteri kadar donatmış olsalardı, Şehit Remzi alanında o kadar güç birikmeyebilir, nisbeten dar bir sahaya sıkışmayabilirlerdi. Gücü Dorşin ya da farklı bir alana yayabilirlerdi. Öte yandan daha henüz kış aylarının başında gücü iyice yayabilirlerdi.

Telefon görüşmesi, yani Parti Başkanı'nın telefonla verdiği talimat, her zamanki gibi banda alındı. Konuşmanın hemen ardından oturup talimat bandını çözümlediler. Yazıya döküp tüm birliklere okudular. Başkan Apo, bu uzun değerlendirmesinde tüm yapıyı kutluyordu başarılarından dolayı. Onların her birini ulusal birer kahraman gibi selamlamaktaydı. Yaşadıkları pratiği destansı bir pratik olarak niteliyordu.

Bu talimat tüm birimlerde müthiş bir coşkuyla karşılandı. Demek ki bir alanda emek sarfediliyorsa bu emek boşa gitmiyor, en yüksek makam tarafından takdir edilebiliyordu. Bu, onların kendilerine olan güvenini arttırdı. Morallerine moral kattı.

***

Başkanları'nın sesini duymaları ve onun tarafından kutlanmaları tüm birimleri rahatlatmıştı. Aldıkları yüksek moralin de katkısıyla önlerindeki süreci nasıl değerlendirmeleri gerektiğini tartışmaya başladılar. Düşmanlarının yürüttüğü operasyon hala sürüyordu. Evet bunu hesaba katmak zorundaydılar. Ortalık asker kaynıyordu anlayacağınız. Gerillalarda ise, Kuwo Sipye'de verilen kayıplardan dolayı intikam duygusu bir zirve yapmıştı. Verilen kayıplar hiç kimsenin gözünün önünden gitmeyecek gibiydi. Mutlaka intikam almalı, unutamayacağı bir darbe vurulmalıydı düşmana. Kayıpların hesabı sorulmalıydı, hem de tezelden.

17. Nisan.. Bu düşünceler; Mustafa, Sinan ve Sakine'nin hazır bulunduğu bir toplantıda Cemal'le tartışıldı. Fazla uzun sürmeyen bir tartışmanın sonunda karara varıldı. Evet, vuracaklardı düşmanı! Bunun için yakınlarında bulunan Mungur Tepesi hedef olarak seçilmişti. Bir keşif gurubu çıkarıldı önce. Pılıng'ın içinde yer aldığı ve Akif'in komuta ettiği bu gurup esaslı bir kanaata varamadan geri döndü. Daha sonra bizzat Mustafa'nın komuta ettiği bir diğer gurup çıkarıldı keşif için. Bu yeni keşif gurubu olumlu haberlerle geri dönünce bu kez harekâta katılacak kuvvetin düzenlemesi yapıldı. Tepeye üç sızma timi girecekti. Bu arada her zamanki gibi bir takviye ve iki de savunma timi seçildi. Sızma guruplarının başlarında; Barivan, Sozdar ve Kalender bulunacaktı. Takviye gurubunu Hebûn yönetirken, savunma guruplarından birini Zinar diğerini bir başka gerilla yönetecekti. Ayrıca taciz işini üstlenmesi amacıyla oluşturulan gurubu ise Bager yönlendirecekti. Bu taciz gurubu, farklı bir yerden atışlar yaparak askerleri şaşırtacaktı.

18-21. Nisan.. Eylem gurubu gidip Mungur'un yakınlarında pusuya yattı. Kayalık bir tepe olduğu için saklanacak yerleri çoktu buranın. Tam üç gün süreyle hedefin yakınlarında, saldırı için uygun hava şartlarını yakalamak için beklediler. Bu süre içerisinde vuramadılar hedeflerini. Daha doğrusu vurmadılar. Buna sebep, havanın açık gitmesi ve daha da önemlisi, eyleme başlarken bazı teknik sorunların boy vermesiydi. Teknik sorunlar, idari mekanizma ile ilgiliydi, ki bu kolaylıkla giderildi. Ama hava şartları onların elinde değildi.

21-22 Nisan... Saldırı, o gecenin sabaha yakın saatlerinde sızma guruplarının harekata başlaması ve taciz gurubunun hedefi yoğun bir ateş altına almasıyla başladı. Büyük bir hızla atılmışlardı mevzilere. Sakine, saldırıyı bütün gece boyunca elindeki cihazıyla takip etti. Saldırı için sisli, karanlık ve yağmurlu bir hava seçilmişti. Böylesi bir hava özellikle beklenerek yakalanmıştı. Çünkü bu tür saldırılar böylesi havalarda çok daha iyi sonuç verirdi. Saldırı vakti, özellikle sabahın ilk saatlerine rastlatıldı. Bu saatlerde askerlerin çok hantallaştığını ve uyku mahmuru olduklarını deneyimleri ile biliyorlardı. Bundan dolayıydı sabah saatlerini seçmeleri.

Tepedeki hedeflere büyük bir hızla yüklenen gerillalar çok kısa bir süre içerisinde mevzilerin önemli bir bölümünü ele geçirdiler. Sızma gurupları harekete geçtiği anda bu guruplardan birinin komutanı olan Kalender yara alarak savaş dışı kalmıştı. Kalender arkadaşları tarafından hemen cephe gerisine taşındı. Onun yerini ise yardımcısı Ayten almıştı, ki bu, operasyon boyunca bir çok görevde olduğu gibi Mungur Tepesi baskınına tümüyle bayan gerillaların komuta ettiği anlamına geliyordu. İlk vuruşla çok miktarda silah ve mühimmat kaldırılmıştı. Bu malzemeler, görevli arkadaşları tarafından boyuna cephe gerisine taşınıyor, oradan da üsse naklediliyordu. Bu arada tasfiye edilen 15 askerin cenazesinin üstüne gidilmişti. Gördükleri ama üstlerine gidemedikleri daha başka kayıplar da verdirilmişti askerlere. Fakat askerler de böylesi sürprizlere hazırlıklı olduklarını hemen gösterdiler. Derhal toparlanarak daha gerilerde hazırladıkları mevzilere çekilip direnmeye başlamışlardı. Böylece gerillaların tepeyi tümden düşürmelerine meydan vermediler. Askerlerin yeni mevzilerine çekilerek çatışmayı dengelemeleri üzerine orada daha fazla eyleşmelerinin anlamı kalmamıştı.

Sabaha karşı geri çekilme harekâtını başlattılar. Harekât sorunsuz başladı ve 10.30'a kadar sorunsuz bir şekilde sürdü. Çünkü o zamana kadar koyu bir sis çökmüştü ortalığa ve bundan dolayı da hava alabildiğine kapalıydı. Bundan istifade eden gerillaların çoğu o saate kadar üslerine geri çekilmişlerdi. Fakat hala gelen guruplar vardı. Kalender'i getirmekte olan tim ise en gerilerde kalanıydı. Vücuduna dört mermi giren Kalender'in yarası ağır olduğu için çok yavaş ilerliyordu. Gurup bundan dolayı gecikmişti. Zaten gerillaların her geri çekilme harekâtlarının ağır yürüdüğü bilinir. Buna etki eden faktörler; çatışmanın getirdiği yorgunluk ve yaşanan stresstir. Mungur baskınında bunlara, üç gün boyunca yaşanan uykusuzluk ve açlık da eklenmişti. Ayrıca günlerce yağmur altında kalmış olmaları da cabası.

Kamptaki gerillalar, eylemci arkadaşlarının durumunu bildikleri için ta geceden beri hazırlıklara başlamışlardı. Remzi ve yanına aldığı bir gerilla timi erzak getirmek için gönderilmişti bazı yerlere. Kısa bir süre içerisinde nefis bir sofra kurabilecekleri malzemelerle geri döndü bu arkadaşları. Mutfakçılar bu malzemeleri kullanarak, oldukça nefis yemeklerin yer aldığı bir sofra kurdular. Nasıl olmasın ki, kızartılmış etten tutun da mayalanmış ekmeğe kadar her şey vardı menüde. Gelenler, uyku ile yemek arasında kararsız idiler. Fakat karargahtaki arkadaşları yemeğe öncelik vermişlerdi. Onları önce bir güzel doyurdular. Sonra hazırlanan kuru yerlerde yatmalarını sağladılar. Bu arada gösterdikleri yüksek başarıdan dolayı yönetim düzeyinde resmen kutlanmışlardı.

Dağlarda bahar havasına hiç güven olmaz. Ne sisi uzun sürelidir, ne de güneşi veya yağmuru. Bir saat sonrasını bile tahmin etmek, o dağları tanımayanlar için imkansızdır. Bu kez de öyle oldu. Sabahtan beri koyu bir sisle kaplı olan vadi, saat 10.30'da birden o parlak bahar güneşi ile kucaklaşıvermez mi? Bu alarmdı işte.. Bulundukları yeri bildiklerine muhakkak gözüyle bakılan Türk savaş makinaları mutlaka geleceklerdi ziyarete. Öyle de oldu. Kısa bir süre içerisinde gökler bu kez helikopter sürüleriyle karardı. Vadinin en üst taraflarından başlayarak aşağılardaki en son noktaya kadar sıkı bir taramadan geçiriyorlardı. Yeni bir çatışma ve yeni işkenceler başlamıştı bile..

***

22. Nisan... Akif, Darêyênî Güçleri'nin yöneticiliğini üstleneli daha henüz bir gün olmuştu. Başına geçmiş olduğu bu birliği pek iyi tanımıyordu. Fakat operasyon esnasında aldığı izlenim, Darêyênî Güçleri'nin çatışmalarda çok zorlandığıydı. Yanına bu birliği iyi tanıyan deneyimli bir gerillayı aldı ve tanışmak amacıyla etrafı şöyle bir dolaşmaya başladı. Yanına aldığı gerilla, birliği oluşturan arkadaşlarının tümünü kişisel kaabiliyetlerine varıncaya dek tanıyordu. Bunları anlattı Akif'e. Çok hızlı gelişen bir süreçten geçtikleri için, yeni komutan verilen bilgileri çok iyi dinliyor ve yutar gibi alıyordu. Kısa bir tanışma faslından sonra yeniden örgütlemeye başladı arkadaşlarını. Zayıflamış olan bazı mangaları birleştiriyor, bazı yeni takımlar oluşturuyordu. Noktaya yerleşme biçimlerine varıncaya kadar her şeyi gözden geçirmişti Akif.

Bu arada tepecilerden, düşmanlarında bir hareketlenme saptadığına dair haber geldi. Helikopter gürültüleri ve silah sesleri bulundukları vadide bile duyuluyordu. Akif bu hareketlenmeyi, Darêyênî birliğine bir saldırı planlandığına yordu. Oradaki arkadaşları çok büyük bir psikolojik baskı altına girmişlerdi. Elindeki güçleri alarak hemen tepelere çıkardı. Fakat oralara çıktıklarında operasyonun Yegêderî'ye yönelik olduğunu gördüler. Akif ve arkadaşlarının o anda tırmanmış oldukları tepe ile Yegêderî arasında çok geniş ve derin bir vadi vardı. Dürbünlerle gözlediler, evet büyük bir baskı uygulanıyordu oraya. Cihazlarla bağlantı kurmaya kalktılar. Fakat o hengamede mümkün olmadı bağlantı. Bir ara şöyle bir ses alır gibi oldular fakat bu da hemen kesildi. "Düşman Mungur baskınının intikamını almak için saldırıyor herhalde" diye düşündü.

Karargahtaki arkadaşlarından bir ses çıkmayınca bu kez düşmanlarının cihazlarına girip, savaşın gidişatını onlar açısından dinlemeye koyuldular. Zafer sarhoşu gibi konuşuyordu Türkler. "Çok iyi vuruyorsun!" "Bu manzarayı lütfen kaçırma." "Aman kobralar çabuk gelsin. İyi bir frikik var!" "Çok şahane bir sorti yaptın aslanııımm!" "Dal anasına anasına!"

Türkler'in kendi aralarında zevkle ettikleri bu laflar çıldırdıyordu Akif'i. ARGK'de yasak olmasına rağmen araya girerek düşmanlarının subaylarına küfürler yağdırmaya başladı. Elinden başka hiçbir şey gelmiyordu ki! Sadece bir seyirciydi o.

Öğleden sonra saat iki cıvarında gerilla cihazlarından sürekli "Memiyan, Memiyan!" arayışları duymaya başladı. Bu Cemal'in koduydu.. Ama.. Ama cevap yoktu. Bir yağmur gibi ard arda geliyordu anonslar. Hiçbir cevabın alınamadığı beyhude çabalardı bunlar. İçine bir kurt düşmüştü Akif'in. Acaba bir şey mi gelmişti başına Memiyan'ın? Çünkü Cemal şimdiye kadar yapılan bütün çağrılara anında cevap veren dinamik bir yapıya sahipti. Ama bu kez... Sonra kendi kendine "hayır, hayır böyle bir şey olamaz" diyerek kafasını kemiren o kötü düşünceyi kovdu. Cemal'e hiçbir şey olamazdı. O, vakit bulamadığı için veya cihazının başına birşey geldiği için cevap veremiyordu herhalde. O gün akşama kadar tepelerde mevzilere yatmış bir şekilde beklemede kalacaklardı.

23. Nisan.. Bir tedbir olsun diye geceyi tepelerde geçirdikten sonra tekrar eski noktalarına çekilmeşlerdi. Operasyon sandıkları gibi çıkmadığı, kendi bölgelerine yönelen olmadığı için dönmüşlerdi eski yerlerine. Hayatlarını kaldıklardan yerden kurmaya devam edeceklerdi. Ağırlığı lojistik ihtiyaçlarının teminine ve barınak kurmaya vermişlerdi artık. Bunun için umut ettikleri en uzak noktalara kadar adam yollayarak malzeme temin edip depoluyorlardı. Bu arada gurubun yeni komutanı Akif karargahla da cihaz bağlantısı kurdu. Çok gizli bir kanaldı bu. Yine de bir nevi şifre kullanarak konuşuyordu cihazdaki.. Aldığı haber hiç de iyi değildi. Çünkü bir gün önceki çatışmada Cemal şehit düşmüştü!.. Şimdi operasyon bölgesi dışındaydılar arkadaşları.

Bu haber gerçekten şoka sokmuştu Akif'i. Karargahtaki arkadaşı beş dakika boyunca onu anons ettiği halde cevap veremedi, konuşamadı Akif. Sadece boş gözlerle bakıyordu etrafına.. Bir kaç gün önce kendisini onurlandıran Eyalet Sorumlusu'nu kaybetmek onu alabildiğine sarsmış, bir anda çökmesine yol açmıştı. Akif konuşamıyor, cevap veremiyordu bir türlü. Tıkanmıştı. Cevap olarak "ben buradayım" dercesine, mandala basabiliyordu sadece. Gözlerinden akan yaşlara mani olamayan genç komutan, saldı onları serbestçe.. Arkadaşına, komutanına, sahip olduğu biricik ailesindeki ağabeyineydi bu yaşlar. ”Ko ver gitsin! " diyordu kendi kendine..

***

22. Nisan.. Rizgar, yaralarının daha çabuk iyileşmesi için "kampa" çekildiği çadırını bir ara terketti. Dışarı çıktı ve etrafına şöyle bir bakındı, hava çok güzeldi. Bahar kokuyordu etraf. İlk kez toprak kokusu duyuyordu sonbahardan beri. Fakat vadiyi sabahtan beri kalın bir sis perdesi örtmekteydi. Yine de iyiydi. Bir ara eylemden dönen arkadaşlarının bulunduğu yönetim çadırına yöneldi, onları merak ediyordu. Yakındı bu çadır. Eylem yorgunu arkadaşlarıyla selamlaştı. Yorgun, fakat görevlerini başarıyla yerine getirmiş olan insanların ruh halini taşıyorlardı. Cemal da oradaydı. Eylemde kaldırılan fişeklerin sayımını yapıyordu durmaksızın. Epey malzeme vardı önünde. Hele şu MG-3 şeritleri bayağı iştahını çekiyordu Rizgar'ın.

Saat 10.30'u bulmuştu bu arada. Hala kahvaltı almamış olan Cemal'a çorba getirdiler. Fakat o, kendisini kaptırmış habire sayıyordu mermileri. Bu sırada ortalık aydınlandı. Dışarı çıktı Rizgar. Evet, sis dağılmıştı. Bu yüzden mi ne, bir sıkıntı bastı yüreğini. Çok geçmeden hiç istemediği halde bu sıkıntısında haklı çıktı. Havanın açmasından istifade eden Türk helikopterleri homurdana homurdana vadinin bir ucundan görünmüşlerdi bile. Görünmeleriyle yoğun bir bombardımana girişmeleri bir oldu. Kıvrıntılı vadinin bombalanmadık hiçbir noktasını bırakmıyorlardı adeta.

Bu sırada helikopterler Rizgar'ın az önce terkettiği çadırı da vurdular. Orada bulunan Mehmed Can (Jiyan) bir daha çıkamadı dışarı. Her iki ayağı birden kopmuştu sadırıda. Faydasızdı onu kurtarma çabaları. Çok geçmedi, emin bir yer diye nakledildiği noktada kaybetti hayatını. Bu fedakar arkadaşları, yaralıların sorunlarıyla ilgilenmek üzere görevlendirilmişti. Onun için oradaydı. Yanında bulunan bir bayan gerillanın da tek ayağı kopmuştu aynı roketle.

Bombardımanın başlamasıyla birlikte herkes alel acele çadırından dışarı fırlamıştı. Ortalık ana baba gününe dönmüştü yine. Her yerden bağırtılar yükseliyor, kimse kimseyi dinlemiyordu. Yöneticiler bu hengamede, ortalıkta amaçsızca dolaşan savaşçıları belli bir disipline sokmaya çalışıyor ve uygun mevzilere dağılmaları için insanüstü bir gayret sarfetmek zorunda kalıyorlardı. Rizgar, bu gayretleri yerinde denetlemeye çalışan Cemal'i boş bırakmıyor, sürekli olarak takip ediyordu komutanını. Cemal nereye, Rizgar oraya.. Çünkü bu ara, arazi konusundaki bilgisinden dolayı komutanına danışmanlık ediyordu. Hele patlak veren bu yeni durum dolayısıyla Rizgar'ın tavsiyeleri Eyalet Sorumlusu için hayati bir önem taşıyacaktı. Vücudundaki sakatlıklardan dolayı, Komutan'ına ayak uyduramıyordu her zaman. Fakat nerede olabileceğini kolay tahmin edebildiği için, bildiği kestirme bir yolu takibederek, hemen hemen her zaman az bir gecikmeyle de olsa bitiveriyordu Cemal'in burnunun dibinde.

Bu garip yarışta bir ara bulundukları vadiyi kesen bir dereye girmişlerdi. Orada düşmanlarının bir gerilla gurubuna iki koldan saldırmakta olduğunu farkettiler. Sakine yönetiyordu o gurubu. Bunu gören Cemal, Mustafa'nın komuta ettiği bir timi askerleri yukarıdan sıkıştırabilecekleri tepelerden birine sevk etti. Kendisi de mevziye yatarak diğer taraftan vurmaya başladı. Rizgar, durumun komutanı için tehlikeli bir hal almaya başladığını görünce Cemal'i uyarmak lüzumunu hissetmişti:

"Hevalę Cemal, burayı bir manga arkadaş da tutabilir. Senin için çok tehlikelidir burası. Geri çekil buradan."

Bunu duyan Cemal çok kızmıştı.

"Siz bana ihaneti dayatıyorsunuz heval! Bu vadide 100 arkadaşım ölüme giderken, sen bana nasıl 'kendini garantiye al' diyebiliyorsun!"

Büyük bir öfkeyle çıkmıştı bu sözler ağzından.. Rizgar bu mesajı iyi almıştı. Hiç bir şey söylemeden öylece durdu. Dostça bakıştılar. Bir süre sonra iyice yumuşadı Cemal. Arkadaşının hassasiyetini anlıyordu Komutanı. Fakat şu anda kitlenin büyük bir morale ihtiyacı vardı. Bu moral, ancak komutanların cephenin en ön saflarına dalması ile kazandırılabilirdi. Sessiz bir sohbetti ettikleri o anda. Gözleriyle bakıştıkça biribirlerini daha iyi anlıyorlardı. Nihayet sessizlik bozuldu. Cemal, az sonra Rizgar'ın önüne on cıvarında arkadaşını kattı ve; "Sen araziyi biliyorsun. Bu arkadaşları al ve bu hattan ilerle, orada Sakine Arkadaş'a yardım edecekler " diye tembihledi Rizgar'ı.

"Tamam" dedi Rizgar. Hemen yola koyuldular. Guruba Remzi komuta ediyordu. Tepeyi döndüler ve yan taraftaki bir dereye daldılar. Fakat görüntü vermiş olacaklar ki helikopter geldi, gelir gelmez de vurmaya başladı. Bu şartlar altında dereyi geçmeye çalışmak intihar demek olurdu tabii ki. Kayıp vermeden geri çekildiler ve aynı istikamete doğru giden bir başka dereye daldılar. Bu kez görüntü vermemişlerdi. Rahatlıkla ilerleyip bir sırta tırmandılar. Vardıkları yer epey yüksek bir tepeydi. Oradan baktıklarında, Cemal'le ayrıldıkları vadideki nokta ve tepe çok rahat görünüyordu. Az önce terkettikleri vadi olsun, Cemal'in çarpışmakta olduğu nokta olsun, her taraf ateş altındaydı. Gerillalar, mevzilerini çok sıkı bir şekilde savundukça Türk Savaş Kurmayları direniş yuvalarının cıvarına daha fazla kuvvet yığıyor, oraları baskı altında tutan ateş gücünü arttırmak suretiyle kesin sonuç almayı deniyorlardı. Bu arada gerillaların gösterdikleri yüksek direniş, düşmanlarının daha kudurgan bir şekilde hava gücünü devreye sokmasına da yol açmaktaydı.

Az sonra onların bulunduğu tepe de aniden ateş altına girdi. Rizgar'ın birlikte getirdiği arkadaşları, hiçbir hazırlık fırsatını bulamadan kendilerini birdenbire savaşın içinde buluvermişlerdi. Öyle ki silahlarına bile davranamadan yoğun bir ateş barajına alındılar. Buna rağmen kısa bir süre içerisinde toparlanıp yarım çember oluşturacak şekilde mevzilendiler. O şekliyle girdikleri mevzilerinden yoğun bir şekilde karşı ateşe başlamışlardı. Direnmekten başka çareleri olmadığı için, köşeye sıkıştırılmış kedi yavruları gibi saldırıyorlardı kendilerini yok etmek isteyen askerlere. Geride kalmış olan diğer arkadaşlarının da yetişip mevzilere girmeleriyle çatışmalar daha da genişledi. Böylece yollarını kesmeye çalışan Türk asker gurubunu yerinde mıhlayıp sırtı döndüler.

Tepenin ardına vardıklarında orada çok sayıda arkadaşlarının bulunduğunu gördüler. Sakine de oradaydı. Yakınlarındaki bir tepeye tırmanmış, bir iki arkadaşı ile birlikte savunuyorudu orayı. Neredeyse tek başına. Başka bir koldan gelen Berivan ve Rizgar ile birlikte gelen gurup lideri Remzi oraya varır varmaz hemen 20 kişilik bir güç oluşturdu ve Sakine'nin yanında çatışmalara girişti. Tepenin tutulması ile oraya yönelik baskı dengelendi. Vadideki diğer arkadaşları da varmıştı nihayet tepeye. Bu ise onların tehlikeyi atlattıkları anlamına geliyordu. Cemal ve arkadaşlarının o tehlike dolu mıntıkada kalmaları lüzumsuz hale geldiğinden, hemen orayı terketmişlerdi.

Öte yandan, aşağıdaki gurubun içinde, geri çekilme hattının seçiminde bir kargaşa başgöstermişti. Araziyi iyi tanıyan Rizgar olaya müdahale etti ve bir dereye sapmakta olan arkadaşlarının önüne geçerek onları durdurdu.

"Heval yanlış yola sapıyorsunuz" dedi. Sonra keşifte bulunmak için kendisi ilerledi bu dereden. Bulundukları bu vadiciğin güvenli olup olmadığına bakacaktı. Eğer güvenliyse arkadaşlarını da çağıracak, herkes oradan ilerleyecekti. Fakat ilerledikçe bu derenin sarplığı dikkatini çekti önce. Biraz daha ilerleyince düşmanlarının tam karşısına çıktı. Yani anlayacağınız, tümden güvensizdi bu dere. Geri döndü ve durumu orada bekleşen arkadaşlarına anlattı. Bu sırada tepeci arkadaşlarından biri vurulmuş, diğerleri de yerlerini terketmişlerdi. Gözlem yeri olarak kullandıkları o stratejik tepeye, Türk savaş kurmayları kısa bir süre içerisinde yoğun bir indirme gerçekleştirdiler. Dere buradan da düşmanlarının tehdidi altına girmişti. Bu yetmezmiş gibi o günün en yoğun hava bombardımanı da aynı anda başlatıldı. Helikopterler bir bulut oluşturacak kadar yoğun geliyorlardı. Sadece Rizgar ve arkadaşlarının içinde bulunduğu dereyi değil, cıvardaki birkaç dereyi birden aynı anda vuruyorlardı.

Super kobralar gelipte bulundukarı yeri vurmaya başladığında, çıplak arazide bulunan Rizgar ve bir bayan gerilla arkadaşı ile gurubun kalan kısmı arasında 100 metre kadar bir mesafe vardı. Rizgar yanındaki bayanı guruptaki arkadaşlarının bulunduğu daha güvenli olan kayalık alana yolladı. Kendisi yoğun ateşe rağmen bazı manevralar yaparak ilerledi ve Qilî Kos denilen bir tepeye vardı. Sırta çıktı. Fakat yoğun helikopter baskısı altındaki bu tepeye çıkılsa bile mevzi olarak kullanabilecekleri hiçbir şey yoktu. Tepe, üstünde bir savunma hattı oluşturmaya uygun değildi açıkçası. Vazgeçti orada kalmaktan. Tekrar gerisin geri Sakine'ye rastladığı vadiye döndü. Sakine onu görünce merakla sordu:

"Geri çekilme olmayacak mı? Derelerin durumu nasıl?”

"Olumsuz. Mümkün değil heval" dedi ve ekledi; "ama burada akşama kadar savunabiliriz arkadaşları. Ondan sonra buluruz bir yolunu"

Durum böyle olunca savunma gurupları çıkarılarak Düşmanlarının bulunmadığı uygun tepelere yerleşildi. Türkler, gerillalar tarafından alınan tedbirlerin etkisiyle olacak, karadan pek üstlerine gitmediler ve sadece kobra bombardımanı ile yetindiler, o da etkisiz.. Cıvar tepelere yerleşen savunma gurupları o kadar iyi cevap veriyorlardı ki askerlerin suikast atışlarına, kimse mevzisinden kafasını bile çıkaracak durumda değildi. Bir ara hava bombardımanları da yavaşladı, kesilir gibi oldu. Bundan istifade eden savaşçılar top sahası dedikleri alanda toparlanmaya çalıştılar. Çünkü çok dağılmışlardı etrafa. Savunmaları bir sistem dahilinde yürümediği için daha iyi bir düzene sokacaklardı bu işi.

Fakat çok geçmeden helikopterler yeniden göründü vadinin göklerinde. Pilotun, gerillaların göreceği şekilde, eliyle tepeyi arkadaşına işaret ettiğini gördü gurup komutanları. Bunun üzerine hemen pozisyon değiştirip balık sırtı şeklindeki tepenin karşı tarafına geçtiler. Helikopter manevra yapıp tekrar üstlerine gelinceye kadar bu kez tekrar yer değiştirmiş, karşı tarafa geçerek saldırıyı savuşturmuşlardı. Fakat tepenin yan yamaçlarında mevzilenmiş olan bazı gerillalar bu şansa sahip değillerdi. Bir dalışta mevzileri isabet aldı ve Rojhat adlı bir arkadaşları isabet alarak can verdi. O gün ve daha sonraki günler verecekleri son kurbandı bu. 100-150 kişilik karargah güçleri arasında yara almayan sadece 30 kişi kalmıştı. Bu korkunç bir rakkamdı.. Kurban verdikleri komutanları Cemal da cabası!

***

Ağaçsız bir vadiydi yerleştikleri. Kesile kesile bodurlaşmış olan bazı ağaççıklar ise daha henüz yaprak açmamışlardı. Şurada burada bulunan tek tük taşların bir insanı gözlerden saklayabilecek büyüklükte olmadığı kesindi. Buralardaki Kürt savaşçılarının tümü tabak gibi ortalıktaydı anlayacağınız. Gerilla tabiriyle; "çok net görüntü" veriyorlardı.

Cemal, Mustafa, Sakine ve diğer bir kaç arkadaşları, bu sırada yönetim merkezi olarak kullandıkları bir noktadaydılar. Burası her yerden daha fazla görüntü veriyordu. Oysa alan yöneticilerinin güvenliği, gücün geri kalan kesimi için hayati bir önem taşıyordu. Sakine:

"Cemal arkadaş sen, Mustafa arkadaş ile birlikte daha güvenli gibi görünen şu aşağı taraflara kaymalısınız. Bu çok iyi olur. Burada kalırsanız rahatlıkla vurulabilirsiniz" dedi. Cemal buna evet dedi ve orada kalacakmış gibi konuşan Sakine'nin de birlikte gelmesini istedi. Fakat "Olmaz" dedi Sakine, "ben buradaki arkadaşların güvenlik durumlarına baktıktan sonra geleceğim."

Ayrıldılar sessizce. Bu son görüşmeleri miydi acaba? Sakine, Cemal ve yanındakilerin oradan ayrılmasından sonra hızla yukarılara, roketlerin düştüğü alana yöneldi. İlk durağında yerle yeksan edilmiş bir manga yeri karşılaştı. Bu, yaralıların kaldığı mangaydı. Orada gördüğü manzara ürküntü vericiydi. Roketlerden biri tam da manganın tepesine isabet etmiş, orada kocaman bir çukur açmıştı. Çadırında çalışmakta olan basın mangası mensubu Mehmet Jiyan'ın (Can'ın) iki, arkadaşı bayan gerilla Axin'in ise bir ayağının kopmasına yol açmıştı şarapnel parçaları. Her taraf kan revan içindeydi. Manganın diğer elemanları, helikopter sesini duyar duymaz etraftaki küçük dereciklere dağılıp oralarda mevzilendikleri için bir şey olmamıştı onlara. Sakine ilk müdahaleden sonra bu arkadaşlarını ve yerleri iyi olmayan diğer arkadaşlarını oradan aldı, onları daha iyi mevzilere yerleştirdi. Cemal'ın yegenlerinden biri olan Beritan'ı yanına alan Sakine daha yukarılardaki mangalara da uğradı. Buralarda bulunan eşyalar arasında havadan çok iyi görülebilecek naylon, beyaz çuval ve parlak madeni eşyalar gibi şeyleri ya ortalıktan kaldırttı ya da kamufle ettirdi.

Bu sırada yukarıdaki tepeden iki gerillanın hızla indiklerini gördü. Yüzlerinden, büyük bir endişe içinde oldukları anlaşılıyordu. Soluk soluğa konuşuyorlardı:

"Hevala Sakine, düşmanın yukarı taraflara indirme yaptığından haberin var mı?" Demek ki bir yandan kobralarla vururken öte yandan da bu vuruşun sağladığı karışıklıktan istifade ederek bölgeye indirme yapmaya başlamışlardı. "Vay canına, hiç de vakit kaybetmiyorlar" diye düşündü Sakine. Sonra gelenlere döndü:

"Hayır haberimiz yok. Ama tepecilerin bizi cihazla uyarmaları gerekiyordu. Onların haberi yok mu bundan, iki yakada da tepeciler var, neden bize haber vermediler?"

"Kaç kere teşebbüs ettiler. Fakat bir türlü bağlantı sağlayamadılar ki. Ne biçim kanal numaraları vermişsiniz?"

"Peki anlaşıldı, siz şimdi Cemal arkadaşın bulunduğu alana doğru gidin. Biz de oraya geliyoruz."

Demek ki tepecilere verilen kanal numaraları yanlıştı. Yani cihazla arayacakları kanal numaraları.. Bunun içindi gözlemlerini ve saptadıkları durumu yönetime cihazla iletememeleri. Şaşkınlığın bedeli işte! Durum acildi. Tepecilerin bizzat gönderdikleri bir arkadaşları alana vardığında ise helikopterle tepelere indirilen kuvvetler, noktaya suikast atışlarınabaşlamışlardı bile. Durumun ciddiyeti karşısında Sakine, tüm arkadaşlarının çatışmaların cereyan ettiği aşağı taraflara doğru kaymalarını istedi. Boyuna; "silahını alabilen silahını, çantasını alabilen çantasını, hiçbirşey alamayanlar da kendilerini hızla aşağıya doğru bıraksınlar" diye bağırıp duruyordu.

Sakine daha henüz o noktada iken, düşman askerlerinin iki koldan kendilerine doğru gelmekte olduğunu gördü. Askerler, ormanlık bir tepecikten kendilerini aşağıya doğru salmış, sinerek ilerliyorlardı. O sırada Sakine, bayan gerilla takımını kaldığı yerden çıkarmak için uğraşıyordu. "Çabuk, çıkalım buradan" demeye kalmadan çatışma başlamıştı bile. Düşmanları, onları bulundukları manga alanında kıstırmıştı. Burada çapraz ateş altındaydılar. Bir yandan yanına aldığı bir kısım arkadaşıyla birlikte saldırıya kalkan askerlere karşı direnirken, öte yandan da kalan arkadaşlarının aşağı taraflara kaymalarını emrediyordu. Herkes gözden kaybolduktan sonra yanında kalan bir kaç arkadaşı ile birlikte bu kez kendisi aşağıya doğru kaydı.

Aşağıdaki ikinci takımın bulunduğu noktaya indiklerinde, askerlerin bir başka koldan bu kez oraya doğru ilerlemekte olduklarını gördüler. Bunlar, Sakine ve arkadaşlarının yolunu kesmeye çalışıyorlardı. Bu arada ağır yaralı olan o iki arkadaşlarını birlikte götüremediklerinden, onları biraz güvenli bir yere saklayarak gelmişlerdi. Fakat askerler onları rahat bırkacak gibi değildi. İlerledikleri yola doğru kaymakta olan bu "yol kesici" adamlarla çatışmaya girmeden kurtulamayacaklarını anlayınca, iki guruba ayrıldılar. Üç kişi, direkt olarak orada mevzilenerek vuruşmaya başladı. Sakine ise iki arkadaşı ile birlikte dereciği karşıya geçerek orada mevzilendi ve askerlerin ikinci kolunu vurmaya başladı. Böylece onlar da çatışma alanını genişletmiş oluyorlardı. Geride kalan arkadaşlarına da vadiden aşağıya doğru çekilmelerini emretti. Onların çekildiklerine emin olan Sakine, diğer arkadaşlarını da yanına alarak yeniden vadiyi aşağıya doğru katetmeye başladı. Fakat bu kez dere yatağını değil de tırmandıkları tepelerde yürümeyi tercih etmişlerdi. dere yatağı hem taşlıktı hem de yağmurun ve eriyen karın sularıyla oldukça coşkundu. Bundan dolayı yürümeleri geniş ölçüde yavaşlıyordu burada. Tepeler ve yamaçlar bu konuda daha iyi gibi görünüyordu.

Fakat askerler onların hemen sollarındaki yamaçta bulunan köyün terkedilmiş camisini bir üs haline getirmişlerdi bile. Yöneldikleri istikameti kesen bu "üsse" askerler iyice mevzilenmişlerdi. Caminin cıvarına üç de nöbetçi dikmişlerdi. Aralarında üçyüz metre kadar bir mesafe vardı. O sırada Sakine ve arkadaşları daha henüz derenin yamacındaki dar bir şeritte ilerlemeye çalışıyorlardı. Kobralar da geldi. Yukarıdaki camide mevzilenenler bir taraftan, kobralar havadan olmak üzere yoğun bir ateş altına alındılar. Bu arada Cemal'le Sakine cihaz vasıtasıyla sürekli bir şekilde haberleşiyorlardı. Cemal onların, onlar ise Cemal ve arkadaşlarının durumunu merak ediyorlardı.

Cemal boş durmamış, Sakine ve arkadaşlarını yukarıdan zorlayan guruba üç kez üst üste saldırı düzenlemişti. Bu saldırıları, düşmanlarının noktaya doğru ilerlemelerini engellemek için düzenliyordu. Bir yandan bu saldırılarla düşmanın dikkatini ana gurubun üstüne çekmeye çalışırken, öte yandan da Sakine'nin gerillaları Türkler'in yoğunlaştığı o noktadan uzaklaştırması için talimat üstüne talimat veriyordu. Sakine ise "tamam, heval. Elimizden geleni yapıyoruz" diye Cemal'e cevap yetiştirirken boş durmuyor, bütün maharetini kullanarak noktadan teker teker çıkardığı arkadaşlarını yukarılarda daha emin gibi görünen bir tepeye ulaştırmaya çalışıyordu.

Yer yer çatışarak yanındaki 30 arkadaşı ile birlikte vadinin yukarılarındaki bir noktaya vardılar. Orada, yoğun hava saldırısında bırakılan bombaların etkisiyle çıkan dumandan göz gözü göremiyordu. Her tarafı ağır bir barut kokusu sarmıştı. Vadiye hakim olan tepelerdeki suikastçıların sıktıkları kulak sağır edici binlerce merminin vızıltılarılarına, coşkun bahar deresinin uğultusu karışıyordu. Bu acaip orkestranın çaldığı ortamda kimse kimsenin sesini duyamıyordu. Sakine, var gücü ile bağırdığı halde, söylediklerini yanındakine bile duyurabilecek durumda değildi. Meramlarını biribirlerine el-kol hareketleriyle anlatmak zorundaydılar. Türkler oraya "müthiş" sözcüğünün hafif kaldığı bir baskı uyguluyorlardı anlaşıldığı kadarıyla.

Etrafları tümüyle tutulmuştu. Sadece bir çıkış yolu görünüyordu; o da boğazın devamındaki bir tepe. Eğer oraya tırmanıp hakim olamazlarsa imha olacakları kesindi. Ama Sakine bir türlü arkadaşlarını o tepeye çıkmaları için ikna edemiyordu. Çünkü daha önce o noktaya iki arkadaşları çıkma teşebbüsünde bulunmuştu. Bunlardan biri derhal şehit düşürülmüş, diğeri ise hemen gerisin geri vadiye salmıştı kendisini. Hem de vadidekilerin gözlerinin önünde ve az önce. Fakat tek kurtuluş yolları yine de orayı tutmaktan geçiyordu. Çünkü düşmanları ve önde yürüyen ana guruptan kendi arkadaşları her nedense o tepeyi tutmamışlardı. Kimsenin oraya çıkmaya niyetli olmadığını gören Sakine hemen öne atıldı:

"Bakın arkadaşlar ben çıkıyorum o tepeye. Benim nasıl çıktığıma iyi bakın siz de öyle gelin."

"Tamam" dedi guruptakiler. Paniğin baş gösterdiği anlarda hep böyle olurdu. Biri öne atılarak ne yapmaları gerektiğini kitleye göstermezse hiç kimseyi bir milim dahi hareket ettirmek mümkün değildi. Sakine İtemiyordu ama, çekecekti kısacası arkasındakileri.

"Bak geleceksiniz, tamam mı?"

"Tamam."

Komutan Sakine, kendisiyle beraber gelen üç arkadaşıyla birlikte zik zaklar çizerek hızlı bir şekilde yukarı tırmandı. Tepeye vardığında geçmek zorunda oldukları vadiye yönelik yoğun düşman baskısını kendi gözleriyle gördü. MG-3'lerin kusmakta olduğu binlerce mermi bir anda, yukarıya doğru büküle büküle giden o dar geçide boşaltılıyordu. Tam da geçmek zorunda oldukları dereydi bu. Ama buna rağmen başka yolları yoktu. Yukarı çıkanlar, çıktıkları ilk tepedeki uygun yerlerde mevziye yatarak savunma durumuna geçtiler. Alana baskı yapan ateş yuvalarına cevap yetiştiriyorlardı boyuna. Yanlarında biksi, karnas, M-16 gibi çok iyi savunma ve suikast silahları vardı. Bu silahların uygun yerlerden devreye girmesi ile askerlerin vadiye olan hakimiyetleri sınırlandı. Atışlar eskisi kadar yoğun ve isabetli yapılamıyordu artık. Bu iyi gelmişti. Aşağıda sıkışmış olan gerillaların önemli bir kısmı böylece sağ salim yukarıya taşınabilmişti. Fakat beş arkadaşları tırmanmayı yine de red etti. Daha sonra aşağıda kalan ve oraya tırmanmayı red eden bu

beş arkadaşlarının helikopter saldırısı sonucu şehit düştüğünü öğreneceklerdi. İtaatsizlik canlarına mal olmuştu arkadaşlarının..

Yukarı çıkan gurup, bu kez daha yukarılardaki tepelere tırmanmaya başlamıştı. Tepeler birer merdiven basamağı şeklinde yükseldikçe yükseliyordu bu vadide. Birini tırmanınca önlerine bir başka tepe çıkıyordu. Onu tırmanınca küçük bir düzlüğü veya bir dereciği geçiyorlardı, sonra bir başka tepe çıkıyordu önlerine.. Bu alanda biraz ilerledikten sonra düşmanlarının denetiminden çıktıklarını anladılar. Şimdi sorunları, sırtlarını güven içine hissetmekti. Önlerinde Köstepe, Mala Farqinê ve Top Sahası vardı. Kendilerini o alanlardan herhangi birine atmaları gerekiyordu.

***

Sakine, cihazla takip edebildiği kadarıyla en aşağısından 20 yerde sıcak temas yaşandığını biliyordu. Gerillalar epey geniş bir sahaya yayılmış çarpışıyorlardı düşmanlarıyla. Bu yayılma oldukça büyük bir avantaj sağlamıştı Kürt savaşçılarına. Tüm savaşı bulunduğu yerden yönetiyordu komutan Cemal. Bu kadar hay huy arasında kimin nerede bulunması gerektiğini anında kestirip, kuvvet kaydırmalarını sağlıyordu. Cemal hem savaşıyor, hem de en uygun bir şekilde savaştırıyordu arkadaşlarını. Türk savaş kurmayları bile olağanüstü bir yetenek olarak niteliyorlardı onu. Bir orkestra şefi gibiydi şimdi o.

Bu arada Türk savaş kurmaylarının 22 Nisan saldırısını çoktan beridir planladıkları belli olmuştu. Mungur baskını sadece süreci hızlandırmıştı. Hangi gücün nereye ineceği, nereleri tutacakları en ince ayrıntıları ile belli olduğuna göre, bu operasyonun iyi bir hazırlık dönemi sonunda başlatıldığı anlaşılıyordu. Fakat, bu baskında Cemal yine parlak zekasını konuşturmuştu. Türk savaş kurmaylarının yürüttüğü ve en ince ayrıntılarıyla coğrafyayı değerlendirdikleri bu kuşatma harekatından arkadaşlarını en az kayıpla kurtaran Cemal, bu durumuyla düşmanlarının da takdirini kazanmıştı. Sonradan ordu içindeki dostlarından aldıkları bir nota göre; "bu adam olmasaydı, hiç kimse kurtulamazdı bu çemberden" diyorlardı kendi aralarında..

Sakine bu savaşı baştan sona cihazla takip etmişti. Cemal'in savaş zekasının en yakın tanığı bu bayan gerillaydı bu durumuyla. Bir keresinde mevzilerden birinde çarpışan arkadaşlarına cihazla, "derhal terkedin bulunduğunuz yeri" talimatını vermişti Cemal. Arkadaşlarının orayı terketmesinin üstünden üç dakika bile geçmeden mevzi Türk helikopterleri tarafından yerle bir edilmişti. Hem kendi gücünü hem de düşmanının gücünü çok iyi bilmekteydi Cemal. Türkler'in niyetini anında kavrıyor ve vakit kaybetmeden karşı tedbirler alıyordu. Tıpkı usta bir satranççı gibi. Bundan dolayı da bir yandan savaşırken, bir yandan da uzaktaki arkadaşlarının dahi en iyi bir şekilde mevzilenmesini sağlamaktaydı. Bu ise Türk komuta heyetini kudurtuyordu ister istemez.

Düşmanları, o günkü çatışmalarda onları hazırlıksız bir durumda yakalamıştı. Tepecilerle bağlantı olmaması bu gafleti katmerleştirmişti. Düşman, çok ani bir saldırıyla günlerdir planlamakta olduğu bu operasyonu biraz da erkene alarak başlatmıştı onlara karşı. Bulundukları alana yönelişleri çok hızlı bir şekilde gelişmişti. Hem de ne yöneliş! 12 Helikopter boyuna yerleştikleri vadiyi vururken, 20 cıvarında helikopter ise alana hakim 20 tepeye veya noktaya aralıksız bir şekilde indirme yapıyorlardı. İnenler ise müthiş bir ateş gücünün desteğinde, her noktadaki gerilla gurubuna en az iki koldan saldırıyorlardı. "Aslan Mehmetçik" yine o meşhur eşitliği yakalamıştı bu çatışmada da. Psikolojik üstünlük dahil, her türlü silah ve sayısal üstünlüğünü ellerinde tuttukları bir "eşitlik"ti bu. Askerlerin bu tartışılamaz psikolojik üstünlüğü saat ikiye kadar sürdü. O süre içerisinde Cemal'ın üstün gayretleri ile gerillalar toparlandı. Komutanlarına olan inançları tazelendi, selamete erme umutları arttı. Bu inanç tabur komutanları düzeyinden tutun da rütbesiz gerillaya kadar her kademeye yayıldı. Savaşta denge sağlanmıştı.

Saat; 1.30. Öğleden sonra.. Sakine'nin sürekli açık olan cihazından yine Cemal'in sesi yükseliyordu:

"…Durum nasıl? Çemberden kurtuldunuz mu?"

"Evet heval. Şimdi diğer arkadaşların çıkması için çarpışıyoruz."

"Alındı. Bütün arkadaşlar çıktıktan sonra seninle ilk buluştuğumuz tepeye git ve orayı tutmaya çalış."

"Alındı, selamlar saygılar."

"Selamlar saygılar."

Diğer arkadaşlarının da çemberden kurtulmaları kısa sürdü. Sakine verilen talimatı arkadaşlarına bildirdi ve çok yakınlarında bulunan tepeyi tutmaları gerektiğini bildirdi. Fakat kimse tepeye yönelmek istemiyordu. Büyük bir bıkkınlık vardı yapıda.

"Heval, şu tepeye yönelmemiz lazım. Orayı tutmak, yapıdaki diğer arkadaşların güvenliği açısından çok önemlidir" falan gibi şeyler söylüyordu. Ama dinleyen yoktu. Emrediyor, kızıyor, yalvarıyordu. Fakat dinleyen yoktu.. Kimisi; "Ben uykusuzum" deyip kendini yere atıyorken, kimisi; "ben açım” diyerek karnını tutuyordu. "Daha önce de bu zorluklar vardı, fakat hiç böyle yapmamışlardı" diye geçirdi içinden Sakine. Ne yapmalıydı? Ne yapmalıydı da bu arkadaşlarını harekete geçirmeliydi? Bu kendini bırakma ruh halini nasıl aşabilirdi?

Sakine kimsenin gelmeyeceğini anlayınca büyük bir öfkeye kapılarak silahını kaptığı gibi tek başına tepeye yöneldi. Tepede mevzilendi ve tutmaya başladı. Bir iki arkadaşı geç de olsa takip etmişti onu. Bu sırada sürekli açık olan cihazdan yeniden Cemal'in sesi yükseldi:

"…Neredesin hevala Sakine? Ne yapıyorsun? Tepeyi sıkı bir şekilde tutmanız gerekir. Düşman her an indirme yapabilir oraya. Arkadaşlar orada çok iyi mevzilensin."

Fakat Sakine'nin makinaya akseden sesinden hiç de iyi durumda olmadığı apaçık ortadaydı:

"Hevalę Cemal, bütün uğraşılarıma rağmen kimseyi harekete geçiremediğim için neredeyse tek başımayım tepede. Burayı tutmaya çalışıyorum!"

Kızdı Cemal: "Nasıl olur? Yalnız başına nasıl çıkarsın? Neden güç yok?"

Bunun üzerine karşı taraftan kendisi, başlarında Mungur baskınında sızma gurubu komutanlığı yapmış olan Berivan'ın bulunduğu bir mangalık güç örgütleyerek gönderdi. Bu gücün bir kısmı bayan, bir kısmı erkek savaşçılardan oluşuyordu. Yeni tim gelir gelmez hemen uygun yerlere mevzilendi. Eh artık yalnız değildi Sakine. Bulunduklerı yer bir savunma hattı oluşturmaya çok uygundu. Buradan; bir yandan tepeyi, öte yandan da karşı taraftaki arkadaşlarının savunmasını üstlenmişlerdi. Bu arada Cemal'i bekliyorlardı orada... Ama gelmedi.

Saat; 2.00. Öğleden sonra.. Sakine bir yandan mevzilerini güçlendirmeye çalışırken, bir yandan da sürekli olarak cihazı dinliyordu. Bir ara Cemal'ın kodunun sıkça tekrarlandığını duydu:

"Memyan Memyan, Memyan ...!" Ses yok.. Cevap yok. Bu aramalar giderek çoğaldı. Cevap yok.. Cevap yok.. Bu arada Cemal'e ulaşamayanlar Sakine'yi aramaya başladılar:

"Sinem Sinem!"

Sakine birden çöktü.. Kendi kendisine bile itiraf edemediği kötü şeyler beynini istila etmeye başlamıştı. Kovuyordu bu uğursuz düşünceleri, ama yenmek mümkün değildi bunları.. Biri gidiyor, bir diğeri geliyordu düşüncelerin. Ne olmuştu? Cemal onlara doğru gelecekti. Gelememişti işte! Cemal gelemeyecek cinsten biri değildi ki? Sözünde hep durmuştu komutanı.. Mustafa'dan da ses yoktu. Remzi de cevap vermiyordu çağrılara. "Hepsi mi?" diye düşündü Sakine.. "Ne yapacağım ben şimdi?!"

Vadinin yirmi noktasına dağılmış olan arkadaşları büyük bir boğuşmanın tam ortasındayken.. olur mu bu?! Sakine duygusal anlamda alt üst olmuştu o anda. Çok şehit vardı o gün. Yaralanmayan arkadaşları yok gibiydi. Çatışmalar hala bütün ağırlığıyla devam ediyordu.. Kendisi ise çaresiz ve belki de komutan olarak yalnız! Gel de çıldırma!..

Yaptıkları son eylemin, tamamen duygusal sebeplerle hayata geçirilmiş, askeri açıdan belirleyici hiçbir önemi olmayan bir eylem olduğunu düşündü. Hatalar dizisi oradan başlıyordu Sakine'ye göre. Sonra bunun ardından gelen baskın operasyona hazırlıksız yakalanmak, bir başka affedilmez hatalarıydı. Operasyon biter bitmez tüm eyalet yönetiminin görevden alınmasını isteyecekti Parti'den. Bu işi beceremediklerini düşündü.. Ama şimdi onu, belki de yalnız başına kalmış olan onu, sıcak görevler bekliyordu. Kendi kendisiyle yaptığı büyük bir savaştan, bir vicdan muhasebesinden sonra koordinasyon görevini, yani komutayı ele almaya karar verdi. Artık eyaletin bütün sorumluluğu onun omuzlarına yükleniyordu. O da bu yükten kaçmıyor, çekinmeden giriyordu altına. Bu yükü layıkıyla taşımak zorundaydı. Taşıyacaktı da!

***

Cihazı kararlılıkla eline aldı ve teker teker tüm gurupların yerini saptadı. Kim nerede çatışıyor, kim kaç kişiyledir, kim nerede ne yapıyor onları öğrendi. Gurupların kayıp listelerini istedi. Böylece 22 Nisan çatışmaları boyunca 18 kişinin kaybedildiğini öğrendi. Bu bilgilerin ışığında gurupların durumunu ayrı ayrı değerlendirdi. Geri çekilme hatlarını her guruba özel olmak üzere saptadı. Cemal'le daha önce yaptığı cihaz konuşmalarından çıkardığı kadarıyla komutan onları Biloka taraflarına doğru geri çekmeyi planlıyordu. Bu niyeti geliştirdi ve karar haline getirdi.

Kararı tek tek bütün guruplara şifreli bir dille nakletti. Herkese özel olarak orası ile ilgili birlikte yaşadıkları bir hatırasına dayanarak şifreler geliştirmişti. Mesela, birisine; "hani ilk karşılaştığımız yer" diye hatırlatma yaparken, bir diğerine; "birlikte depoya gittiğimiz nokta" falan gibi şeylerle Biloka'ya gidileceğini anlatıyordu. "Alındı" diyen her gurup sorumlusuna derhal o noktaya, yani Biloka'daki Mala farqînî'ye doğru hareket etmeleri emrini veriyordu.

İkindinin son saatleriydi. Fakat akşama daha henüz biraz vardı. Gurupların büyük bir kısmı yola koyulmuş, Mala Farqînî'ye doğru gidiyorlardı. Sakine eski noktadaki arkadaşlarının yanına gitti. Daha henüz yola koyulmamış olan pek çok arkadaşını buldu orada. Oradakilere üzgün gözlerle bakıyordu. Sonra kendine geldi ve konuya girdi:

"Arkadaşlar, en son kim Cemal'le beraberdi?”

Bir kaç arkadaşı ileri atıldı:

"Biz oradaydık hevala Sakine."

"Güzel. Şimdi birlikte gidip cenazesini getirelim.”

Evet, bulunduğu yerde bırakamazlardı komutanlarının cesedini. Çünkü orada kalırsa her an düşmanlarının eline geçebilirdi. Bulunduğu yerde bırakamazlardı onu. Cemal'ın naaşını düşmana terketmemeyi bir namus meselesi haline getirmişti. Sakine bu uğurda hayatını ortaya koymaya hazır olduğunu his ediyordu. Fakat arkadaşlarından bazıları düşmanın o noktada bulunduğunu söyleyip gitmekten vazgeçmelerini istedilerse de dinletemediler Sakine'ye. İlle gidip getireceklerdi ve gittiler de..

Fazla uzak değildi komutanlarının yattığı yer. Oraya vardıklarında gün hala aydınlıktı. Naaş, Türk askerlerinin mevziye yattıkları bir tepenin hemen 200 metre ötesinde yatıyordu. Eğer gitmeselerdi, düşmanları her an bulundukları yerden inip alabileceklerdi. Naaş, bir yamaca dayanmış oturuyordu, fakat hafif yan duraraktan. Cemal'ın bir eli karnını, diğer eli ise hala silahını tutar vaziyetteydi. Onu gördüğünde müthiş bir hüzne kapıldı Sakine. Şöyle bir durup seyretti önce.. Gözleri açıktı. Dudaklarındaki o alaycı ve meseleleri küçümseyen gülümsemesinin kaybolmadığını hayretle gördü. Ağzının aralık oluşu, Sakine'de hala ölmediğine dair bir his doğurmuştu. Sanki bir şeyler söyleyecekmiş gibiydi o an. Bunu gören Sakine fırlayıp sımsıkı sarıldı cansız vücuda ve bağırdı:

"Yaşıyor!! Yaşıyor!!!"

O anda sıkmanın etkisiyle Cemal'ın boğazından bir de hırıltı çıkınca daha da umutlandı Sakine.. Ama biraz sonra aklı başına geldiğinde cesedin çoktan katılaşmış olduğunu anladı. Durmadı gözlerinin yaşı o an. Serbest saldı onları hıçkıra hıçkıra.. En fazla bağlı bulunduğu, hayatı onunla anlamlı gördüğü, alabildiğine sevdiği insan içindi bu yaşlar.. Sakine'ydi ağlayan. Bu katı komutanlarını hiç böyle görmemişlerdi yanındaki gerillalar. Onlarda müthiş bir duygu seline kapıldılar ve koyverdiler gözyaşlarını..

Az ötedeki meşe ağacının tomurcuğu patlamıştı artık.. Ama çok geç kalaraktan!

Son