Kitaplarım - Yapraklar Açana Dek - "Satranç"


birinci bölüm

Hêdik

Sakine sabahın altısında uyandı, giyindi. Sabah içtimasına çıkacak ve tekmil alacaktı. Fakat mangasından çıkmadan önce yatağını topladı özenle. Biraz gerindikten sonra naylon bidondaki buz gibi suyla ellerini ve yüzünü yıkadı. Oh be! Açılmıştı.. Hem barınak, hem de "idare binası" olarak kullandıkları naylon çadırı bir manga bayan gerilla ile birlikte kullanıyordu. Çadırdaki arkadaşlarının her biri ya bir mangaya ya da takıma komutanlık etmekteydi. Pek sıkışık sayılmazlardı çadırlarında. Fakat akşamları püfür püfür yanan sobaları, gece belli bir saatten sonra söndüğünde çabuk soğuyordu şu meret.. "Ailenin" diğer fertlerini de teker teker dürttü. Uyanan her arkadaşı hemen giyindi, yatağını topladı ve fırladı dışarı. Bu komutanlar gidip vadide, bazan yüz bazan da ikiyüz metre aralıklarla kurulu, benzer çadırlarda kalmakta olan diğer arkadaşlarının uyanmasına nezaret edeceklerdi. Fakat nöbetçi subay onlardan önce davranmış, tüm birimlerdeki gerillaları uyandırmıştı bile. Komutanlara ise, şuraya buraya dağılmış olan uyku mahmuru arkadaşlarını toparladıktan sonra sabah içtiması için kullandıkları küçük düzlükte sıraya dizmek kalmıştı.

"Aaah, ah, şu yeraltı tesislerini ne zaman kurabileceğiz?" diye hayıflandı kendi kendine Sakine. Başkan Apo'nun çok titizlikle üstünde durduğu yeraltı tesisleri tamamlanabilseydi, hem savunma açısından, hem de ısınma ve sağlık açısından pekçok problemlerini çözmüş olacaklardı. Ama şartların da zorlamasıyla hala pek fazla bir mesafe alamamışlardı bu konuda. Bunları düşünürken bir yandan da sabah içtimasını bekliyordu Sakine. Az sonra gerilla arkadaşları da hazırlandılar ve vadinin diplerindeki o küçük düzlükte toplandılar. takım komutanları hazırdı. Sakine'nin görünmesiyle birlikte nöbetçi subayının keskin komutu işitildi:

"Amade bin!"

Herkes hazırol vaziyetindeydi. Sakine gelerek içtima halindeki arkadaşlarının tam karşısında durdu. Nöbetçi subayı gerekli komutlardan sonra Tabur Komutanı Sakine'nin karşısında selama durrdu ve tekmilini verdi. Vukuat yoktu. Komutan Sakine, onu dikkatle dinledi ve bir kaç komuttan sonra gerillaların sabah sloganını attı:

"Yan Kurdistan, yan Kurdistan!"

İçtimadaki gerillalar sloganı büyük bir ciddiyet ve inançla tekrarladılar:

"Yan Kurdistan, yan Kurdistan!"

Şimdi artık sabah sporuna başlayabilirlerdi. Karla kaplıydı alan. Bundan dolayı koşu yoktu. Çeşitli kültür-fizik hareketleri ve mevsim şartlarına göre yürüyüşten oluşan bu yarım saatlik spor, Sakine'nin daha da açılmasına, kendine gelmesine yol açmıştı. Biraz sonra sabah kahvaltısı için dağılacaklardı.

Gece yağan sulu şey sabahın ilk ışıklarıyla birlikte durmuştu. Pek toprak kokmuyordu ortalık ama, yine de baharın gelmekte olduğunu haber verir gibiydi vadiyi aniden saran sıcak sis.. Baharın yakın olduğunu gösteren işaret sadece bu değildi kuşkusuz. Yer yer erimemekte inat eden kar da böcek tutmuştu. Bu ise beyaz örtünün fazla direnemeyeceğinin işaretiydi. Eli kulağındaydı baharın enikonu.

Nisan 1996, hiç de gülümsemiyordu gerillalara. Bahar, her gece yağan sulu karla bir başka güne ertelendikçe, yiyecek bulmak büyük bir sorun haline gelmiş, 1995 Sonbaharı'nda çok zayıf bir hazırlık devresi geçirmiş olan gerillaların mühimmatı da tükenme noktasına gelip dayanmıştı. Cephaneleri, hemen bir ay sonra başlamasını bekledikleri Türk askerlerinin alışılmış bahar operasyonunun üstesinden gelebilecekleri bir seviyede görünmüyordu. Oysa operasyon ha başadı, ha başlayacak dedikleri kadar yakındı. Donanımları yetersizdi. Galiba yeterli olan tek şeyleri, her zaman yüksek tuttukları moralleri ve büyük bir dikkatle yürüttükleri eğitimleri idi. Fakat her şeye rağmen şu gelmekte nazlanan bahara bir erebilseler durumu düzeltebileceklerini biliyorlardı. Hem geçmişteki deneyimleri vardı bu konuda. Yine de çok zorlandıkları bu kötü geçirilmiş kış mevsimi onlar için derslerle doluydu. Ama bir türlü gelmiyordu ki şu meret bahar! Şu yapraklar bir acıverse..

Arkadaşları eğitim için büyükçe bir çadırda toplandıklarında, Sakine sabah tekmili için büyük bir hayranlık duyduğu komutan Cemal'in, yani Amed Eyalet Sorumlusu Kulplu Mahmut Gül'ün çadırına gitmişti. Az sonra bölgedeki tüm gerilla birliklerinin komutanları ellerindeki telsizleri vasıtasıyla Cemal'a tekmil vereceklerdi. Burada toplanacak olan bilgiler saat 11'deki genel muhabere sırasında Roj kod adlı genel karargaha nakledilecek, oradan da Başkan'a bildirilecekti. Bu arada komutan Cemal ordudaki dostlarıyla mutat telefon görüşmesini de yapacaktı. Çok geçmedi, telefon çalmaya başladı. Cemal merakla aldı ahizeyi eline. Haftalık görüşmeydi yapacakları;

”Alo! Selamlar, saygılar; burası pılıng.”

Sonra şifreler işlemeye başladı. Ahizeden heyacanla yükselen ses, Türk Ordusu'na mensup bir dostlarına aitti. Amed bölgesinde, askeri açıdan cereyan edebilecek her şeyden haberdar olabileceği bir alanda görev yapıyordu. Bir operasyon planını haber veriyordu bu dostları, erkene alınmış bir operasyon olacaktı bu. 1996 Baharı'nda planlanan operasyon şimdiye kadar gerçekleştirilmiş olanlardan çok daha kapsamlı olacaktı. 35 bin asker ve büyük bir hava gücünün iştirak edeceği bir operasyon uygulama alanına sokuluyordu bu kez. Cıvardaki bütün çeteler de, ne olacağı kendilerine bildirilmeden alarma geçirilmişti bu arada. Caştılar ne de olsa. Bir bakarsın sızdırırlar aldıkları bilgileri gerillalara diye hiç güvenilmiyordu kendilerine.

Operasyon hemen başlayacak gibiydi. Fakat Türkler'in ne zaman bölgeye yerleşeceği ve özellikle nereye yönelecekleri belirlenememişti, ki bu, haberi veren dostlarının da harekâtın kesin tarihi ile ilgili bir bilgiye sahip olmadığı anlamına geliyordu. Komutan Cemal aldığı haberi yanında bulunan ve tele-dialogu dikkatle dinlemekte olan Sakine'ye bir kez daha aktardı. Kısa bir süre düşündü ve yüzünde meseleleri küçümseyen o güven verici gülümsemesiyle konuşmaya başladı:

"Gelecekleri varsa görecekleri de var. Merak etme Hevala Sakine. Fakat şimdi önlem alma zamanıdır. Bence ilk tedbir olarak vadileri terk edip, hemen tepelere çekilmemiz gerekiyor. Onlardan önce tutmalıyız tepeleri. Çünkü dostumuzun bildirdiğine göre düşmanın bu kez uygulama alanına sokmayı düşündüğü operasyon erken başlayacak ve çok kapsamlı olacaktır. Bunun için eyaletteki tüm birliklerimizi uyarmamız ve mümkün olan en geniş bir alana yayılmamız lazım”

Sonra aldığı şifre haberi toplantıya çağırdığı eyalet yönetimindeki diğer arkadaşlarına da detaylarıyla aktardı. Onların da görüşlerini aldı. Evet, herkes bu konuda Cemal ile aynı kanıda olduğunu açıklıyordu. Sırtlara çekilmeliydiler.. Öyleyse hemen harekete geçmeli, Türkler oraları işgal etmeden önce gerillalar stratejik önemi olan bazı tepeleri tutmalıydılar. Peki düşmanlarının vurmak için öncelik verebileceği yerler nereler olabilirdi?

Bulundukları vadinin güney taraflarına düşen iki tepenin, oldukça stratejik birer konumu vardı. Fakat birinin ”kel”, diğerinin ise çalılık hale gelmiş orman artığı bir yüzey örtüsü vardı. Üstelik gelmekte nazlanan bahar ufukta görünmüyordu daha henüz. Uzatmalı kış ise bu çalıların yaprak açmasını engelliyodu alabildiğine. Üstelik soğuk mu soğuktu buralar. Geceleri buz keserdi buralar neredeyse. Bundan dolayı kamuflaja ve uzun süreli barınmalarına pek imkan vereceğe benzemezdi bu tepeler. Ama alternatifsizliğin gözü kör olsun, yine de bunlara mahkumdular. Güneydoğu Toroslar silsilesindeki bu iki tepe, sanılabileceği kadar keskin hatlarla çevrelerinden soyutlanmış birer küçük dağ olmayıp, kendileri de her tarafa doğru uzanan kollarıyla sanki özel birer silsile oluşturuyorlardı. Hêdik ve Lîs tepeleri bu halleriyle, Mederan-Ziktê dağlarına doğru uzanan eğri büğrü ve tepelerle dolu birer hat çizerler.

Bir zamanlar sahip olduğu ürküntü verici orman örtüsünü alabildiğine kaybetmesine rağmen, bilhassa Hêdik'le (veya Êdik'le) bağlantılı olan ve birer eğri hat üzerinde sağa sola kollar veren tepeler, yine de barınma açısından düşünülebilir en uygun alanlardı. Oralardaki vadi tepeleri tutacaklardı gerillalar. Lice ve Amed yönünden gelecek olan askerlerin ilk durak yeri burası olurdu genellikle. Ormanları düzensiz kesimler dolayısıyla çalılıklara dönüşmüş olan Hêdik Tepesi, bu çalıların varlığı dolayısıyla da olsa daha bir uygun görünüyordu gerillalara.

Türkler'in 'Keltepe” adını verdikleri Qilî Lîs (Lis tepesi) ise kendisine sulanan herkesi, üstünde bir çalı bile bulunmayan tepeleriyle adeta düşmanca karşılıyordu. Kelliği bir yana ihtiyardı da bu tepe.. Oranın yamaçlarında, insanın siper alabileceği iri bir taşı bile ara ki bulasın. Bu açıdan bakıldığında Lîs'i rakiplerine karşı ”saklanmak” veya ”avantaj sağlamak” amacıyla seçen herhangi bir gerilla birliği, hava desteğine sahip olan düşmanlarına açık bir hedef haline gelmeyi de peşinen kabullenmiş demekti. Halen 1.5 metre karla kaplı olan Keltepe'nin tek üstün tarafı, çok yüksek ve etraftaki pekçok yeri görüyor olmasıydı, ki bu da dezavantajlarının yanında önemi olmayan bir avantajcıkdı.

Lîs çıplak olmasına rağmen, düşmanlarının her operasyondan önce tuttukları ilk tepe olmuştur. Türk komuta heyetleri, operasyonlardan bir gün önce hekikopter ve jetleriyle burayı şöyle iyice bir dövdükten ve boş olduğuna kanaat getirdikten sonra oraya indirme yapmaya başlarlardı. Türkler'in Kel Tepe'yi, yani Lîs'i ilk tutulacak yer olarak seçmelerine sebep, bu tepenin çok yüksek olması ve bölgedeki vadilerin önemli bir kısmına hakim olmasından dolayıdır. Askeri liderler burayı koordinasyonu sağlamak amacıyla kullanırlardı. Bundan olsa gerek gerillalar, Türk ordusunun operasyonları söz konusu olduğu zamanlarda oraya yerleşmeyi hiç düşünmezlerdi..

Manevra hazırlıklarını hemen başlattı Karargah taburu. Bir yandan çadırlar sökülüp çantalar hazırlanıyorken, bir yandan da soba gibi ağır malzemeler, kamufle edilerek uygun yerlere saklanıyorlardı. Zamanı gelince tekrar çıkararak kullanacaklardı bunları. Gerillaların çalışma tempolarına bakıldığında "kış yorgunu" oldukları apaçık ortaya çıkıyordu. Çoğunun çabalarına çabuk yorulma, yavaş hareket etme, isteksizlik gibi şeyler hakimdi. Ama komuta heyeti sıkıştırıyordu onları durmadan. Epey vakitlerini aldı hazırlıklar. Ama akşam saatlerine doğru işlerini bitirip, guruplar halinde tepelere çekilmeye başladılar yine de. Kürt Militanlar, Hêdik ile onun birer kolu gibi Darêyênî'ye (Genç'e) bağlı Yegêderî köyüne doğru uzanan dağ sırtlarını içine alan bir alanı tutup oralarda mevzilenmeye koyulmuşlardı. Derin vadileri sınırlayan bu tepeler silsilesinin uzunluğu on kilometreleri bulurdu. Aralıklı bir şekilde bu dağların sırtlarına yerleşmeleri gerilla savaşı stratejisi açısından çok önemliydi. Böylece mümkün olan en geniş bir alana yayılacak ve vurkaç olanaklarını arttıracaklardı Kürt savaşçıları.Sadece ana tepelerle yetinselerdi eğer, kendilerini güvenli hissedecekleri alanı daraltmış olacaklarını biliyorlardı tabii ki. Bu yan tepe ve tepecikleri tutmaları bir çok avantaj sağlıyordu onlara. Her şeyden önce çatışmalara ve en önemlisi savunmaya elverişli bir arazi yapısına sahipti buralar. Bu tepelerin sınırladıkları çok sayıdaki tabii boğaz, sıkıştıkları anda gerillalara manevra olanağı sağlayabilecek olan emin bir coğrafya sunuyordu. Ayrıca yerleşim birimlerine de yakındı bu tuttukları yerler. Lojistik destek alabilecekleri Darêyênî veya Lice hemen burunlarının dibindeydi.

Eyalet sorumlusu Cemal'in bu tepelere çıkardığı militan sayısı 110'du. Bunlar iki ayrı askeri birliğe mensup gerillalardı. Biri 70, diğeri 40 kişik olan bu birliklerin ikisi birlikte karargah taburunu oluşturuyordu. Başlarında disiplinli ve kararlı bir komutan olan Sakine vardı bu birliklerin. Bu mevsimsiz göç, gerillaları çok zorlamaktaydı kuşkusuz. Her şey bir tarafa, şu soğuklar ve her gece sanki göreviymiş gibi yağan sulu kar çekilir gibi değildi. Türkler'in kendi ülkelerinde gözlemledikleri ”40 ikindiler” dedikleri bir yağmur türü var. Bu da herhalde ”40 geceler” olsa gerek. Tepeler, kelimenin tam anlamıyla hala ”buz gibi” soğuktu. Yeterli bir hazırlık aşamasından geçemeden vurmuşlardı kendilerini dağ yollarına. Yanlarında ancak işe yarar yiyecek, silah, cephane ve battaniye gibi bazı zorunlu hayati malzemeler vardı. Tüm ağırlıklarını vadilerde saklamış, öyle çıkmışlardı tepelere. 1995'te geçirdikleri eksiklerle dolu hazırlık safhasının etkisiyle bedenen zaten zayıftılar. Şimdi daha da zayıf duruma düşmüşlerdi. Karın kalınlığı hala yer yer bellerini geçiyordu. Hele şu hava akınlarına karşı korunma gereği, izlerini kaybettirme gereği vs gibi ”ıvır zıvır” şeyler varya.. Bu kadar telaş arasında işte bu gibi ”önemsiz” şeyler de hiç çekilmiyordu hani.

***

Akif sabah içtimasından sonra yanına aldığı iki arkadaşıyla birlikte derenin kenarına doğru uzandı. Eriyen kar sularının coşturduğu dere, taşlı yatağının tümünü doldurmuş, etrafa da yayılacak kadar taşacak gibiydi. Fakat kenarlardaki çayırlar yeşerdiği için, kekliklerin iştahını çekiyordu buralar. Bundan dolayı bilhassa sabahın erken saatlerinde bu hayvanlar guruplar halinde buralara gelerek kendilerini doyurmaya çalışırlardı. Bunu bilen yöre köylerinin delikanlıları, Türk askerleri gelip evlerini başlarına yıkmadan önceki devirlerde böylesi yerlere tuzaklar kurarak onları kolaylıkla avlarlardı. Bu sanatı onlardan kapmıştı gerillalar. Akif, işte bu "iş" için kurdukları tuzaklarda bir şeyler var mı diye bakacaktı.

Evet, bereketliydi günleri, çünkü beş keklik düşmüştü tuzaklarına.

Akif gülerek; "Bereket versin. Bu gün de taze et var yemekte" dedi arkadaşlarına. Tuzakları dikkatle boşalttılar. Çıkardıkları keklikleri kesip aldılar yanlarına ve neşe içinde kamplarına döndüler. Fakat manga çadırında kendilerini bir sürpriz bekliyordu. Çünkü saat 10'da bölge düzeyinde yapılan günlük muhaberede Eyalet sorumlusu Cemal'den talimat gelmişti. Kışlaklarını terk etmeleri gerekiyordu.. Bu talimat çok kesindi ve hemen yerine getirilmeliydi.

Bu talimatla birlikte, Akif'in içinde yer aldığı gerilla birliği daha henüz baharın getirdiği bir toprak kokulu bir hava bile alamadan kışlağını terketmek zorunda kalıyordu. Akif ve arkadaşları, aldıkları talimat gereği cephe karargahı gücünü oluşturan gerillalarla birleşerek araziye çıkacaklardı. Cephe karargah kuvvetlerinin komutanı, hapisten yeni çıkmış olan Remzi idi. Üçgenin bu en temel gücünün lojistik ihtiyaç maddeleri resmen bitme noktasına gelmişti. Çok kötü bir hazırlık devresinden sonra geçirdikleri bu bitmek bilmeyen kış, onlara sıkıntılı günler yaşatmaktaydı. Gelmekte olan baharla birlikte, hem üstlerine bulaşmış olan kış yorgunluğunu veya tembelliğini atmak, hem de bitme noktasına gelmiş olan bazı ihtiyaç maddelerini temin etmek için kitlelerle temas sağlayacakları noktalara çıkacaklardı.

Bunun için Lice'nin arka taraflarına düşen Qûrmik Dağı çok uygundu. Şehre yakınlığı, Amed'le temas sağlama kolaylığı açısından mükemmel gibi görünen bu dağın güney etekleri nisbeten sıcak vadilerle doluydu. Kısa bir süre içerisinde çadırlarını topladılar. Ağır malzemelerini her zaman yaptıkları gibi sakladılar ve yola çıktılar. Bu dağın eteklerinde, karla komşu olan noktalara naylon çadırlar kuruldu, güvenlik tedbirleri alındı ve faaliyete geçildi. Renk indeksi sağlayan kar ve naylon çadırlar nisbeten iyi bir kamuflaj sağlıyordu onlara. Parti'den aldıkları talimat gereği; eğitim faaliyetlerini sürdürecek, lojistik ihtiyaçlarını giderecek ve gelecekteki eylemlerin planlanması için keşiflerde bulunacaklardı. Lojistik ihtiyaçlar açısından durumları tam bir felaketti. Kış boyunca erzak depoları veya ”gömme”leri tamamıyla olmasa da epey boşalmışlardı.

Havalar oldukça soğuk gidiyordu bu aralar. Mevsimin bu günleri için olağan sayılmazdı böylesi bir hava. Kış mevsiminin bitişi, futbol maçlarında kasıtlı bir şekilde icad ettiği inkıtaları oynatan bir hakemin yaptığı gibi uzadıkça uzuyordu. Buna rağmen gerillaların hayatla ilgili yoğun uğraşları devam edecekti. Bu arada Qûrmik Dağı, gerillaların oraya üslenmesiyle epey şenlenmişti. Gelenin gidenin haddi hesabı yoktu. Bir ziyaretgah haline dönüşmüştü üs alanları. Kimi gerilla olan bir akrabasından haber alabilir miyim umuduyla, kimi desteğini sunmak amacıyla, kimi kendileri için çarpışırken destanlaşlan bu insanları gözleriyle şöyle bir görmek isteğiyle doluşuyordu Qûrmik'in eteklerine. Bu ise Türkler'in kulağına kadar gitmekte gecikmedi. Düşmanları, kendilerine yardım eden yerli minik kuşların da yardımıyla kamp yerini kısa bir süre içerisinde deşifre etmişlerdi. Bunu, yakınlarındaki askeri birliklerde görülen hareketlenme ve artan keşif uçuşlarından çıkarmışlardı. Öyleyse ya orayı terkedeceklerdi, ya da çok yakınlarında bulunan düşmanları ile bir çatışmaya tutuşacaklardı. Fakat Parti Liderliği'nin bu tür sporadik çatışmalardan kaçınılması gerektiği hususunda kesin talimatı vardı. Gerillada talimat talimattır. Uyulur.

Durum yönetim düzeyinde tartışıldı. Kalmanın tehlikeleri açıklıkla ortaya kondu. Bu durum karşısında direnen çıkmadı, nokta zorunlu olarak terkedilecekti. Geri çekilecekleri yeri de enine boyuna tartıştılar. En uygun alanın Abdurrrahmanê adı verilen köy olduğuna karar verdiler. Bu köy, bulundukları yere göre kuzeydeydi ve iki saat uzaklıktaydı. İyi bir tabii korunma pozisyonu olan bu terkedilmiş köyün çevresindeki arazi mevzilenmeye çok uygundu. Kısa bir süre içerisinde hazırlıklarını bitirdiler ve küçük birimler halinde Qûrmik'i terkedip Abdurrahmanê Köyü'ne doğru yola çıktılar.

Köye varışları pek o kadar kolay olmamıştı. Gerilla ölçülerine göre çok yavaş hareket ediyorlardı anlayacağınız. Kuşkusuz üzerlerindeki kış uyuşukluğunu daha henüz atamamanın büyük etkisi vardı yavaş hareket edişlerinde. Fakat kalınlığı yer yer yarım metreyi geçen kar örtüsünün etkisi de inkar edilemezdi tabii ki. Ama eğer "form"a girmiş olsalardı, vız gelirdi bu kalınlıktaki bir kar örtüsü gerillalara. Oysa şimdi, tıpkı sezonun açılışındaki futbolcuları andırıyorlardı. Guruplar her yarım saatte bir dinlenme ihtiyacını his ediyor ve şurada veya burada konaklıyorlardı. Böylece geri çekilme, taşımak zorunda oldukları ağırlıkların da etkisiyle sabaha kadar sürmüştü. Noktaya vardıklarında ortalık tam anlamıyla aydınlıktı. Hemen alışılmış güvenlik tedbirlerini aldılar. Bir tepeci ve bir gözcü çıkardılar. Yerleştiler kısacası.

Qûrmik'i terkedişlerinin ertesi günü Türkler, gerillaların boşalttıkları yamaçları ve vadileri kobra helikopterleri ile vurmaya başlamışlardı. Gerillalar, Türkler'in boş tepeleri bombaladığını gördüklerinde, akıl edip vaktinde oradan ayrıldıklarına epey sevinmişlerdi. Çünkü düşmanlarının iştahını kursağında bıraktıklarına inanıyorlardı. O anı esas alanlar gerillaların sevincini haklı bulabilirlerdi. Çünkü gerçekten zamanında terketmişlerdi sahayı. Türkler gelip de boşalttıkları alanı vuruyorlardı. Fakat olayın aslının onların düşündüğünün tam tersi olduğu zaman içinde ortaya çıktı. Türk Ordusu'nun kurmayları onları diğer guruplarla bir araya toplanmaya zorlamak, sonra en can alıcı darbelerle vurmak gibi bir taktik güdüyor gibiydiler, ki bu, sonraki olaylarla daha bir açıklık kazandı. Gerilla komutanları süreç içinde bu oyunu daha net bir şekilde göreceklerdi, ama biraz geç kalaraktan..

Bu arada bütün gün boyunca bu terkedilmiş ve Türkler tarafından yıkılmış olan evlerin harabeleriyle dolu Abdurrahmanê köyüne yerleşmek için sıkı bir şekilde çalıştılar. Her tarafı dağlarla çevrili olan Abdurrahmanê'de, düz arazi yok denecek kadar azdı. Kar çevre arazinin hemen hemen tümünü örtmeye devam ettiği halde, güneye bakan bir yamaçta kurulmuş olan köyün içinde erimişti, ama etraf çamurdan geçilmiyordu. Vıcık vıcık yapışıyordu ayaklarına insanların. Buna rağmen yöreyi havadan gözetleme şansı yüksek olan düşman gözlerden saklanmak için en müsait yer orasıydı.

O geceyi köyde, müsait buldukları köşelerde kıvrılarak geçiren gerillalar ertesi sabah erkenden normal hayatlarını kurmak için uyanıp hummalı bir faaliyete giriştiler. Kimisi nöbet tutarken, kimisi manga yerlerini kurulamaya çalışıyordu. Günlük hayatları bir program dahilinde devam etmeye başlamıştı. Bu programa göre o gün, sabahın saat sekizinde teorik eğitim için bir araya geldiler. Tabur ve cephe güçleri birlikte oturmuşlardı derse. Eğitimin daha henüz birinci saati dolmadan nöbetçi subay büyük bir telaşla içeriye daldı. Ders vermekte olan Akif'in kulağına eğildi ve;

”Tepeci arkadaş sizi cihaz başına istiyor” dedi. Olağandışı birşeylerin cereyan ettiği belliydi. Çünkü gerillada dersler kolay kolay kesilmez. Evet, öyle olmalıydı. Hem de önemli birşeyler dönüyordu muhakkak. Geçici çadırdan çıkan Akif merakla cihaza uzandı ve dinlemeye koyuldu. Cihazdan dinlediği tepeci arkadaşı;

”Düşman bize doğru geliyor” diyordu. Bir bu eksikti. Mevsimin bu karlı günlerinde askerler ne arıyorlardı ki arazide? Nisan ayının sonundan önce operasyona çıktığı görülmemişti Türk ordusunun. Akif detay istedi tepeciden. Daha henüz bir saat kadar uzaktaydı Türkler. Başka detay veremiyordu cihazın başındaki arkadaşı. Bunun üzerine Akif derslik olarak kullandıkları alana geri döndü, merak içinde bekleşen arkadaşlarına durumu kısaca özetledi ve dersi kestirdi. Zaten gelişmelerle ilgili olarak daha fazla bir bilgileri yoktu. Artık orada kalamayacakları kesindi. Geri çekilme harekâtının düzgün gitmesi ve gelenlerin karşılanması için ayak üstü bir planlama yaptılar. Tüm gücü gerisin geri kışlağa, Mezra Ehmo denilen terkedilmiş köye yönlendirdiler. Bu arada Akif ufak bir gerilla birliğini alarak tepecilerin bulunduğu yere gitti. Kışın başlamasından beri bu ilk sürtüşme olacaktı. Gerçi gerillada da düşmanla karşılaşmak için sabırsızlık gözleniyordu, ama bu yine de korku ile karışık bir heyecan duymadıkları anlamına gelmiyordu.

Tepecilerin bulunduğu yer çıplaktı. Üstelik kalın bir kar örtüsü taşıyordu. Yani onları orada, tıpkı yumurtanın üstündeki kara bir lekeyi görür gibi, nereden baksalar görebilirdi düşmanları. ”Gel de beni vur” dercesine orta yerdeydiler açıkçası. Üstelik mevzi kazacak veya oluşturacak zamanları da yoktu. Türk askerleri ha geldi, ha gelecek kadar yakın bir mesafedeydiler. Tepedekilerin yapabilecekleri tek şey, düşmanın onları fark etmeden gelebileceği en yakın mesafeye kadar ilerlemesini beklemekti. Ondan sonrası Allah kerim! İşte ilk askerler görünmüştü bile. 50 metrelik bir mesafeye kadar yaklaştıkları halde gerillaları farkedemeyen Türk askerleri birden yürüyüşlerini durdurmuş, hemen yere yatmışlardı. Demek ki onlar da artık gerillaları görüyorlardı. Bunun üzerine Akif ve arkadaşları vakit kaybetmeden şiddetli bir yaylım ateşi başlattılar. İlk atışlarda bir kaç asker birden düşmüştü. Türk askerleri de gerillalara aynı şiddette cevap vermeye başlamışlardı. Fakat yine de bir süre sonra Kürt Savaşçıları'nın pek ciddiye alınabilecek bir baskısı olmadan hayret verici bir şekilde geri çekilmeye başladılar. Bunu ”fırsat” bilen gerillalar da geri çekiliyorlardı.

Bu komik savaş, gerillaları şüpheye düşürmüştü. Cevap bekledikleri pekçok soru dolaşmaya başlamıştı kafalarında. Mesela; çok iyi fotograf vermelerine rağmen düşman neden bir helikopter gönderip onları oldukça etkili bir şekilde vurmamıştı? Gerillalar üstü tamamiyle karla kaplı bir tepede manevra yapıyorlardı. Neden daha ciddi bir şekilde üstlerine gelinmiyordu? Bunda bir taktik sezmişlerdi. Ama ne?

Ciddi bir tacize uğramadan Mezra Ehmo'ya vardılar. Oradaki arkadaşlarına çatışmanın gidiş şeklini ve kuşkularını anlattılar. Karargahla da bağlantı kurup durumu olduğu gibi naklettiler. Gerçi istenilen sonucu alıp silah kaldıramamışlardı, ama kayıp da vermemişlerdi. Yani ne neşeliydiler, ne de üzgün. Bu arada karargah komutanlığı, kapsamlı bir operasyona hazırlıklı olmalarını istiyordu. Fakat buradakiler, geçen yıllardan edindikleri deneyimlerine dayanarak nisan bitmeden önce bir operasyon beklemiyorlardı. Bundan dolayı rahatça hareket ediyor, geri çekildikleri bu noktaya yerleşiyorlardı. Portatif gerilla çadırları kuruldu. İçine ancak birer manganın sığışabileceği kapasitedeki bu çadırlar çok kullanışlıydı, fakat her türlü saldırıya açık olduklarından dolayı Parti Liderliği'nin nefret ettiği bir barınma türüydü bu. Başkan Öcalan sürekli olarak, bunların yerine onlara yeraltı tesisleri kazmalarını öneriyordu. Bu tesisler hem barınma sorununu daha köklü bir şekilde hal edecek, hem de hava akınlarına karşı etkili bir korunma sağlayacaktı. Öte yandan....

***

Karargah Taburu tepelere çıkalı bir hafta bile dolmadan, Türk askerlerinin araziye çıktığına ve onlara doğru gelmekte olduğuna dair haberler gelmeye başlamıştı. Türk harekât komutanlığı savaşa süreceği askerleri bölgeye alıştırma babından olsa gerek, kademeli bir şekilde çıkarıyordu araziye. Çoğu ya Mardin yöresinden, ya da daha başka uzak bölgelerden sırf ”bahar operasyonu”na çıkarılmak amacıyla Üçgen'e getirilmiş olan bu askerler, Amed'deki birlikleri takviye edeceklerdi böylece. Bu askerleri Kuwo Sipye, Lice, Kulp, Muş ve Darêyênî arasında yer alan, -Türk Genelkurmay'ının tabiriyle- hassas bölgenin iklimine ve coğrafi yapısına kademeli bir şekilde alıştırmak için olacak, dağların daha ziyade güneye bakan karsız eteklerine yerleştirerek uyum sağlatmaya çalışıyorlardı.

Bu davetsiz misafir guruptan biri, karargah Taburu'nun çok yakınlarındaki bir alana; Hêdik (Karıncak) Köyü'ne yerleşmek üzereydi.. Lice'den çıktığınızda güneydeki Dizeynî'yi aştınız mı, halkın bazı kesimlerinin Edik dediği Hêdik tepelerini görürsünüz. Hêdik'in hemen güney eteklerinde, sırtını bu sağlam silsileye dayamış olan şirin Kird (Zaza) köyüne Türkler, sırtını dayadığı dağla ilişkisini hatırlatırcasına Karıncak adını takmışlar..İşte bu köye bir Türk askeri birliğinin gelip yerleştiği haberi geldi gerillalara. Daha doğrusu gerillaların kendileri farketmişti durumu. Bu, operasyona çıkmakta olan Türk askerlerine bir ön dayak atmak için iyi bir fırsat gibi görünmüştü Eyalet Komutanı Cemal'e. Düşmanları alana girerken biraz korku vermek iyi gelebilirdi. Korku duymadan her yere girmelerine müsaade yoktu anlaşılan. Satranç başlayacak gibiydi.. Oyunculardan biri, ARGK'nin Amed Eyalet Sorumlusu Cemal, diğerleri ise Türk savaş kurmayları.

Evet, evet bir dayak atmalıydılar bu davetsiz misafirlere. Bu amaçla harekete geçen komuta heyeti, elindeki 110 kişilik gücü, çeşitli hedeflere yönelmek ve bazı görevlerin üstesinden gelebilmek için yeniden örgütledi. Bulundukları şartlarda güvenlik hayati bir önem arzettiğinden dolayı, gücün neredeyse yarısını bu amaç için ayırmışlardı. Lojistik de epey insanı bağlıyordu. Çünkü gıda temin etme sorunu, içerisinde bulundukları ”kıtlık” ve gelişmekte olan kuşatma şartlarında gerçekten yakıcı bir sorun olarak karşılarında duruyordu. Çok uzak mesafelerden temin edebildikleri erzağı taşımak, bu kış şartlarında olağanüstü bir çaba gerektiriyordu. Bundan dolayı çok dirençli bir arkadaşlarını; Serihıldan'ı bu işi organize etmekle görevlendirmişlerdi. Emrine bir takımlık bir de güç verilmişti. Kalan gücün bir kısmını tepeci olarak yerleştirdiler. Ellerindeki son güç olan 21 kişiyle eyleme, bu Türk askerlerine ”köpeksiz bir köyde” dolaşmadıklarını göstermeye gideceklerdi. Hem de keşif dahil hiçbir ön hazırlık yapmadan..

Bunun için, Robar'ın komuta ettiği bir gerilla birliği, gündüz vakti kendini tepeden köye salıverdi. Amaç beklemedikleri bir anda vurmaktı askerleri. Bir saatlik yürüyüş yetiyordu hedefe varmaya. Hava sisli olduğu için sessizce sızabilmişlerdi köye. Girmesine kolay girdiler köye, ama orada Türk askerlerine rastlamadılar ve ardından hemen tepeye geri çekildiler. Eyalet komutanı Cemal da o sıralarda tepelerde bulunuyordu. Kısaca;

”Kimseyi bulamadık; dolayısıyla deşifre olmamak için hemen geri çekildik” diyerek sundu sözlü raporunu Robar. Cemal tatmin olmamıştı. Komuta heyetini çağırdı toplantıya, durumu bir kez de onlarla tartıştı. ”Olmaz böyle şey! Bunları boş bırakmak hiç de iyi olmaz” diyordu bu tecrubeli komutan. Yinelenmeliydi saldırı. Karar verildi, bu kez Sakine'nin komuta ettiği bir takımlık güç saldıracaktı köye..

***

1.Nisan.1996.. Saatler 23'ü gösteriyordu.. Hava çok sisliydi. "Hani şu göz gözü görmüyor" denilen tipten bir sisti bu. Sis gündüzden devralınmıştı. Dizaynê'den tutun, Hêdik'e kadar bütün vadi kalın bir örtüyle örtülmüştü sanki. Soğuk, buz gibi bir sisti bu. Çocukluk yıllarımın su gibi akıp geçtiği vadiyi andırıyordu bu kalın beyaz örtüsüyle Hêdik (karıncak) vadisi. Yani kuş uçuşu on kilometre ötedeki o güzelim Murat Irmağı'nın hayat verdiği Guwevdere vadisinde geciken bir baharın tüm özelliklerini Hêdik'ın bu sisli yamaçlarında görebilirdiniz. bu gibi sisli, bahar mı kış mı olduğu belli olmayan günlerde buz gibi soğuk olurdu vadim. Anam; ”ırmağın buharı' derdi bu sise. Gündüz bile güçlükle yol bulunur bu gibi hallerde. İşte böyle bir gecede eylem sırası Sakine'nin komuta edeceği takıma gelmişti. Hedefleri yine aynıydı, yani Karıncak'ta adeta keyf çatan Türk askerileriydi. İnatla devam eden sise akşama doğru kar mı, yağmur mu ne olduğu belirsiz bir de yağış eklenmişti. "Serkeftin" diyen Cemal'in o sevecen bakışları arasında, bu "ahmak ıslatan" yağışta yola koyulmuştu takım.

Takımı oluşturan gerillalar hem yürüyor, hem de eylem için sızma, pusu ve savunma timlerini belirliyorlardı. Oturup, tartışarak bunları daha etraflıca ve daha sağlıklı bir şekilde belirlemeye vakitleri yoktu ki! Tayin ettikleri iki sızma timinden birinin başına Ozan, diğerininkine ise Dilxwaz getirildi. Savunma timinin başında Memiyan bulunacaktı. Dizeynê'yi aşıp Lice ile hedefteki köyü biribirine bağlayan araba yolunu altı kişilik bir pusu gurubu tutacaktı. Türkler'in takviye güçleri ile arkadan gelip arkadaşlarına müdahale etmesini engellemek için bu yolun üzerindeki Hêdik Okulu'nun bulunduğu yerde pusuya yatacak veya devriye gezecekti bu tim.

Köyün hemen girişinde bir yatır (ziyaret) vardı. Çok uygun bir yerde bulunan mezarlıkla çevrili bu yatırın cıvarı savunma timinin yerleşmesi için idealdi. Memiyan ve arkadaşları orayı savunma hattı olarak tutacaklardı. Sakine'nin kendisi de bu yatırın cıvarını harekâtı idare edeceği üs olarak kullanacaktı. Planlama tam olarak yapılmadığı için, harekâtı sadece kişisel deneyimleri sayesinde, bir nevi el yordamı ile yürütüyorlardı. Köy, bulundukları yerden çok iyi görülüyordu. Hani tas gibi ortada derler ya işte öyle. Bu arada Sakine, Dılxwaz ile Ozan'ı yanına çağırarak son talimatlarını verdi onlara. Dılxwaz;

"Şu görülen kırmızı ışıklar askerlerin yerleştikleri evlerden geliyor olsa gerek. Çünkü onlar muhtemelen boşaltılan evlere yerleşmiş, ateş yakmışlardır. Işığın kırmızılığı bundandır. Onların ellerindeki tek ışık bu olsa gerek. Köy evlerinde elektrik yandığı için, oraların pencerelerinden sızan ışık daha güçlüdür ve sarıdır. Bakın, fark çok açık görülüyor."

Doğruydu galiba tahlili. Buna göre hedeflerini kolay bulacaklardı. Türkler'in tabii müttefikleri olan ve ihbarcı olarak kullandıkları muhtar gibi insanların evleri, köyün yukarı mahallesinde, cami cıvarında kümelenmişti. Türkler'in, köydeki tek dostları bunlar olduğu için, askerlerini bu muhbirlerin evlerine yakın yerlere yerleştirmeleri tabiiydi. Gözledikleri bu kırmızı alev yalazlarından sızan ışık, tam da yukarı mahalledeki bu tip yerlerden geliyordu. Dört evden sızıyordu bu tür ışık..

Öte yandan hangi evlere kimlerin saldıracağı da saptanmıştı. Buna göre sızma timlerinin her birine iki ev düşüyordu. Sakine nasıl hareket etmeleri gerektiği hususunda görüşlerini açıklarken, bir ara;

"Arkadaşlar aranızda daha önce hırsızlık gibi şeyler yapan var mıydı?" diye her iki komutana da sordu. Ozan, hem sözün sonunun nereye varacağını merak ediyor, hem de cevabı yetiştiriyordu:

"Evet. Ben partiye katılmadan önce çok kere 'kekoluk' da yapmıştım. Bunun içine hırsızlıktan tutun pêxaslığa kadar her türlü olumsuzluk girer. Bazılarının yatak odalarına ruhları bile duymadan girebilirim."

"Tamam" dedi Sakine, "İşte tam da böyle, hırsızlığa gider gibi hareket edeceksiniz! Öyle sine sine gideceksiniz ki hiç kimse sizi duymamalı."

"Dılxwaz arkadaş ya sen?"

Dılxwaz, hırsızlık yapmadığı halde;

"Evet ben de yapmışım. Nasıl yapılacağını en ince ayrıntısına kadar bilirim" dedi konuşmasına espri katarak.

Bu cevaplar rahatlatmıştı Sakine'yi. Sonra oturup, durumu daha ayrıntılı bir şekilde konuştu baskın timiyle. Evlerin ışıkları aşağı tarafa vuruyordu. Bu durum karşısında Türkler'in nöbetçi olarak bıraktıkları askerler kendilerini görmesin diye, sızma timlerinin mecburen yukarıdan dolanmaları gerekiyordu. Bir şey daha; nöbetçiler karanlık yerlerde nöbet tutuyorlardı. Bundan dolayı yukarıdan da sızma yapmaya kalksalar, karanlıkta bir Türk askeri ile burun buruna gelmemek için eylem anında ayak bastıkları her yeri çok iyi gözlemeleri gerekiyordu. Son olarak; her sızma gurubu, konuşmadan, sadece telsizin mandalına basarak görev yerine vardığını bildirecekti. Sakine, böylece herşeyin iyi gittiğini bilecekti.

Tavsiyeler, bitmişti. El sıkıştılar ve;

"Serkerftın!"

"Serkeftın!" diyerek ayrıldılar. Herkes hızla görev yerine intikal etmeye başlamıştı.

Birinci guruptaki gerillalar, yukarı mahalledeki caminin yanına kadar sokulmuşlardı. Orada nöbet tutan Türk askerinin hemen yanı başında oturdular. Bir ara kendisi de Liceli olan guruptaki gerillalardan Celal;

"Başka mevzi var mı diye bakacağım" dedi ve kafasını saklandıkları yerden usulca çıkarıp baktı. Etrafı kolaçan ediyordu. Tam "başka bir mevzi yok" diyecek oldu ki sıkı bir tarraka başladı. Ardından bir bağırtı:

"Aaah!"

Celal, Türk Askeri'nin yaptığı ilk taramada vurulmuş ve olduğu yere yığılıvermişti. Anlaşıldığı kadarıyla bu gerilla kafasını kaldırarak başka mevzi var mı diye kollamaya başladığı anda Türk nöbetçi onu görmüş ve silahına davranarak ateşlemişti. Celal, nöbetçinin sıktığı ilk kurşun ile başının yan tarafından öldürücü bir yara aldı. Bu gerilla, bölgeyi iyi tanıdığı için lojistikte çalıştığı halde eylemcilere rehberlik etsin diye birlikte getirilmişti getirilmesine ama, bir hata görevinin kısa sürmesine yol açıyordu işte. Yaralanma olayı hafif bir panik yarattı Dılxwaz'ın yönetti timde. Dılxwaz bu endişe ile hemen telsize sarıldı ve Sakine'yi anons etmeye başladı:

"Sinem Sinem... Sinem, Cudi"

"Sinem dinlemede Cudi, neler oluyor orada!"

"Celal arkadaş ağır yaralandı. Onu çatışma bölgesinin dışına taşımamız lazım. Hemen dönüyoruz. Bir diyeceğiniz var mı?"

Bu sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla Dılxwaz eyleme son vermeyi düşünüyordu. Hiç bir şey yapmadan, Türk askerine hiçbir darbe vurmadanve üstelik darbe yiyerek bölgeden ayrılmak, bu askerlerin büyük bir moral kazanmalarına yol açacak, "şımartacaktı." Ama Dılxwaz, Sakine'nin;

"Yaralı arkadaşın yanına birini bırakacak, siz eylemi devam ettireceksiniz! Alındı mı heval?" diyen kararlı sesini duyunca çaresiz uydu emre. Şimdi artık yaralıyı bir kenara bırakarak savaşacaklardı.

Dılxwaz'ın "Alındı" cevabından sonra "haydi hevalno, sekeftin" diyerek silahını ateşledi. Ardından timdeki arkadaşları hemen harekete geçerek patırtıyı başlattılar.

Bu sızma gurubu artık düşmanla kıyasıya bir mücadele içerisindeydi. Buna mücadeleden ziyade, tamamlanan yıldırım bir baskın denilebilirdi ancak. Çünkü gerillalar gerçekten çok hızlı idiler ve etkili vuruyorlardı. İlk hamlelerinde nöbetçilerin girdikleri mevziyi bomba ile vurdular ve oradaki iki askeri saf dışı bıraktılar. Fakat vakitleri olmadığı için cesetlerin üstüne gidip silah kaldıramadılar. İkinci gurubu bekleyecek durumda değillerdi artık. Caminin içini de askerle doldurmuştu Türkler. Oraya da bir kaç el bombası fırlattılar. İçerideki askerlerden yükselen "yandım anam!" "Yardım edin ölüyom" gibi feryatlardan anlaşıldığı kadarıyla çoğu ya öldü ya da yaralandı bunların. Fakat kesin sayı alınamamıştı. Hedefledikleri asker dolu iki evi silahla taradıktan ve yaralı arkadaşlarını da yanlarına aldıktan sonra süratle geri çekilmeye başladılar. Yaralı gerilla Celal, köyün hemen dışına kadar canlı kalabilmişti. Orada 15 dakika içerisinde son nefesini verecekti. Taşımanın yaralıya hiç bir fayda sağlamayacağı da böylece ortaya çıkmıştı.

Silah sesleri tüm askerlerin alarma geçmesini sağladığından ikinci tim hiç bir şey yapamıyor, bir adım dahi ilerliyemiyordu. Gök gürültüsünü andıran MG-3 sesleri arasında bulundukları yerde kala kalmışlardı. Daha fazla eyleşmeleri de iyi olmazdı. Çünkü sayısal bakımdan çok üstün olan Türk askerleri her yandan takviye alarak saldırabilir, böylece durumu tersine çevirebilirlerdi. Bundan dolayı Ozan'ın komuta ettiği bu tim de geri çekilme emri aldı.

Sonunda timlerin tümü yatırın bulunduğu yerde toplandı. Hiç beklemeden geri çekilmeye başladılar. Celal'in cesedini düşmanlarına terk etmeyi düşünmüyorlardı guruptakiler. Şehit arkadaşlarının eşyaları ile birlikte cesedini de sırtladılar ve yürümeye başladılar. Bir müddet böyle gidildi. Fakat yağan sulu kar, çıkmakta oldukları dik yokuş ve kayganlaşan çamurlu zemin onları zorluyor, yavaşlatıyordu. Arkadaşlarını taşımaya devam edecek olurlarsa, tepelere varamadan bu kez Türkler'in tanklı bir saldırısını göğüslemek durumunda kalabileceklerdi. Vakit epey geç sayılırdı şimdiden. Gökyüzünün laciverdi maviye çalmaya başlamıştı artık.. Şafak ha söktü, ha sökecek. Dizeynê boğazının güneyini sınırlayan tepeyi kısa bir süre içerisinde aşmak için hızlanmalıydılar. Ama sırtladıkları Celal'ın cesedi gittikçe ağırlaşıyordu. Onu daha fazla taşımanın imkansızlığı ortadaydı artık. Bunun için şehid arkadaşlarını yolun kenarındaki bir çalılığa bıraktılar ve dikkatle kamufle edip sakladılar. Eşyalarını aldılar ve devam ettiler yola. Daha sonra uygun bir zamanda gelip oradan alacak ve törenle gömeceklerdi.

***

2. Nisan. Hêdik..

Eylem dönüşleri her zaman daha yavaş hareket eder gerilla kafileleri. Bir yandan yorgunluk, bir yandan uykusuzluk ve yaşanan yoğun stress, öte yandan da şu yağan sulu kar işlerini zorlaştırdıkça zorlaştırıyordu. Hele bir de aç karnına yokuş yukarı çıkmak zorunda kalmaları işin tuzu biberi gibiydi. Sakine ve arkadaşları, bir saatten az bir süre içerisinde yutar gibi indikleri yokuşu, iki saatte çıkarak tamamlayacaklardı. O da gerilla yürüyüşüyle..

Dizeynê boğazına vardıklarında gün artık ışımaya yüz tutmuştu. Hani güneşin doğmak üzere bulunduğunun habercisi olan o kızıllık da dağılmış, kül rengine dönüşmüştü ufuk. Bu arada tepedeki ana güçle sürekli temas halindeydiler. Cemal'in;

"Siz güçlerinizi bir an önce buraya intikal ettirmeye bakın. Biz gerekli önlemleri alıyoruz. Bir saldırı olursa püskürtmek için hazırız. Merak etmeyin" diyen o güven verici sesi yorgun eylemcileri rahatlatıyordu. Bu arada yine de tedbir olsun diye bir timi bağazın alt tarafında mevzilendirdiler. Dönüş yolunda bulunan ana gurubun savunmasını üstlenecekti bu tim. Takımı oluşturan ana gurup ise tepeye tırmanmaya devam etti. Saat 7 sularında varabilmişlerdi hedefledikleri noktaya.

Cemal, yorgunluk gideren o harika gülümsemesiyle bekliyordu onları. Kısa bir hoş-beşten sonra, gerillaların mangalar halinde dağılıp yerleştikleri dereciklerden birine indiler. Orada, yönetim merkezi olarak da kullanılan derme çatma bir yerde oturup eylemi tartıştılar. Sakine'nin büyük bir hayranlık duyduğu Komutan Cemal'a etraflı bir şekilde sözlü raporunu sunduğu bir toplantıydı bu. Aynı toplantıda Robar, Rızgar gibi isimler de eyalet yönetimindeki görevleri gereği hazır bulunmaktaydılar. Eylemin planlanma biçimini, yapılış şeklini ve sonuçlarını aktarıyordu Sakine.

Düşmanlarının Helikopterle çıkabilecekleri bir keşifte, çıplak karlı tepelere nazaran deşifre olma ihtimali daha az olan dereciklerden birinde düzenlenmiş olan bir mangada birlikte kahvaltılarını da aldılar. Kahvaltıda özellikle iyi yiyecekler sunulmuştu kendilerine. Çünkü ne de olsa eylem dönüşüydü. Moralları iyi bir ikramın da yardımıyla düzelmeliydi. Onların da iştahları açılmış, yaşadıkları güçlükleri unutmuşcasına sunulan nimetlere yumulmuşlardı.. Kaldıkları manga, karların erittiği suların aktığı bir dereciğin sağ kıyısında kurulmuştu. Daha henüz yaprak açmasına çok zaman kalmış olan ağaçların kuru dalllarıyla kamufle ettiklerii bu yönetim biriminin etrafı taşlarla da örülmüştü. Komutan Cemal kalıyordu burada.

Toplantı, Sakine ve arkadaşlarının yorgunluğu da dikkate alınarak çabuk bitirildi. Onlar, istirahata çekileceklerdi, ama ne istirahat! Yukarı taraflardaki karların üzerine şöyle bir uzanacak ve uyumaya çalışacaklardı, hepsi bu. Bu arada güneş iki kavak boyu yükselmiş, ortalık tamamen aydınlanmıştı. Bunun için havadan yapılacak bir keşifte görülebilecek şeyler ortadan kaldırıldı. Kaldırılamayanlar karla örtülerek kamufle edildi. Ateş yasaktı. Çünkü eylem sonrasıydı. Türk askerleri araziye çıkmış olmalıydılar. Bu arada istirahat edecek olan gerillalar da güvenlik açısından dağınık bir düzen içerisinde, en fazla ikişerli guruplar halinde şuraya buraya dağılmış, sırtlarını dayadıkları birer taş veya ağacın varlığını hissederek uykuya dalmışlardı..

***

Aynı gün.. Sakine daha henüz yeni uyumuştu. Komutan Cemal ve bazı gerillaların bir hayalet gibi gelip yattığı yerin önünden hızla geçmekte olduklarını farketti. Biri dürtmüş gibi uyanan Sakine onların ardından endişe dolu bir sesle bağırdı:

"Ne var, bir şey mi oldu?"

Cemal, olayları küçümseyen o harika gülümsemesiyle;

"Telsizden anladığım kadarıyla düşman arazide. Gidip tepelerden şöyle bir gözetleyeceğiz bakalım ne halt ediyorlar" dedi ve yoluna devam etti.

Cemal'in sükunet telkin eden tavrına rağmen Sakine'nin uykusu kaçmıştı. Amma da zamansız geliyordu şu düşman! İnsana uyku bile uyutmuyorlar bunlar. Hani derler ya; "su uyur düşman uyumaz".. Uyumuyordu işte düşmanları. İster istemez o da kalktı, yanına aldığı iki arkadaşıyla birlikte yakınlarındaki tepeye tırmandı. Aşağıda, kıvrılarak uzanan vadiye hakim olan bu tepeden, ne olup bittiğini görmeye çalışacaktı. Düşman bu vadiden tırmanıyor olmalıydı. Ellerinde bir de dürbün vardı. Tırmandıkları tepe, Karıncak köyünden gelebilecek olanların aşmak zorunda oldukları yamacı net bir şekilde görüyordu. Evet, geliyorlardı.. Diğer tepeci arkadaşları ile de irtibat kurdular. O taraflardan da geliyorlardı Türk Askerleri. Bu arada biraz uzak bir tepede bulunan Eyalet Komutanı Cemal ile de telsiz ilişkisi kurmuştu. Sakine, Karıncak eyleminde silah kaldıramamalarını ve bir şehit vermelerini kastederek, yarı şaka yarı ciddi:

"Bizim temizlenecek namusumuz var. Siz inin, biz oraya çıkıp karşılayacağız onları." Niyetleri bu kez silah kaldırmaktı anlaşılan. Cemal ise şakaya şaka ile cevap verirken, bir yandan da Sakine'yi taşlıyordu usulca:

"Eh kuş gelip taşa çarparsa belki!"

Cemal tepeyi terk işareti vermişti tepeleri tutan birliklerin tümüne. Bu arada geceki eylemden yeni dönmüş olan arkadaşları da yorgun olmalarına rağmen, yoğun bir şekilde yol hazırlığına girişmişlerdi. Çok çabuk terketmek zorunda oldukları bu tepedeki tüm eşyalarını alacak kadar vakitleri yoktu. Sadece kendileri için elzem olan bir kaç parça bir şeyler almak durumundaydılar. Bazıları ise hemen hemen sadece yiyeceğe rağbet ediyorlardı gerillaların, o da taşıyabilecekleri kadar. Kalan eşyalarını ise yere gömüp üstünü örtmek gerekiyordu, ki onlar da bunu yapmakla meşguldular. İyi bir kamuflaj yaptıklarına emin olduktan sonra hızla tepelere tırmanıyor ve görev yerlerine intikal ediyorlardı.

Öte yandan Cemal'le birlikte kalan ve etrafa dağılmış olan ikinci birliği de uyardılar. Hani şu Karıncak eylemi başladığında tepelerde savunma durumunda kalan birliği. Onlar da aynı şekilde hazırlıklarını tamamlayarak tepelerin uygun yerlerine intikal ediyorlardı. Birinci gurup, yani eyleme iştirak etmiş olan gurup Sakine'yi yakalayıp onu geçtiği halde, o diğer guruptaki arkadaşlarını bekledi. Karargah birliğine mensup bu beklediği gerillalar ise tüm gayretleri ile yol hazırlıklarını sürdürüyorlardı. Ellerindeki soba gibi bazı ağır malzemeleri geride bırakmak zorundaydılar. Taşıyamazlardı ki! Ağır malzeme olarak, soğukta donma olaylarına karşı koruyucu olur düşüncesiyle sadece battaniye ve çadır yapımında kullandıkları naylonları alıyorlardı yanlarına, hepsi o kadar. Lojistikte mevcut şeyler arasında hayati derecede lazım olabilecek bunun gibi tüm malzeme ve yiyecekleri taşıyorlardı.

Bu arada Türk askerlerinin bazı tepeleri tutmaya başladıkları gözlemlenmekteydi. Karşı tarafta, görünebilen mesafedeki bazı tepelerdi bunlar. Daha henüz yeteri kadar yakın değillerdi, ama düşmanları da tepelerdeydi artık. Demek ki Hedik'e geri çekilme yapıldığını tahmin edebilmiş veya buralara doğru iz sürebilmişlerdi. Düşman karşılarındaydı işte, yüzyüze baktıkları bir gerçekti artık.. Hafif de olsa bir çatışma kaçınılmazdı bu durumda.

Bahar aylarında hem düşman askerleri, hem de gerillalar belli bir rehaveti yaşarlar. Bu aylarda gerçekleştirilecek bazı hafif çatışmalar, gerillanın kış ayları boyunca ruhuna işleyen; "düşman askeri korkusu"nu yok etmeye yardımcı olurdu. Bu, geçmişten beri deneyimleriyle edindikleri bir haslettir. Gerilla kış boyunca yaşanan çatışmasız günlerde düşmanı unutmuş, yeni bir yaşam kurmuştur. Çatışma bir gerçek olarak karşılarına çıktığında belli bir bocalama devresi geçirilir. Bundan dolayı düşmanı şöyle bir görecekleri böylesi hafif karşılaşmalar onlara moral açıdan ve meçhulden korkma psikolojisini atma açısından fayda sağlardı. Sakine hem bunları düşünüyor, hem de yürüyorken telsiz cihazından bir çağrı yükseldi:

"Sinem, sinem.. Sinem, rohılat!" Sinem Sakine'nin koduydu. Arayanlar, eylem dönüşü boğazın alt taraflarında bıraktıkları arkadaşlarıydı. Sakine merakla uzandı cihazına;

"Sinem dinlemede"

"O malum kişiler yakınımızda. Hal hatır soracağız."

"Tamam, alındı. Fakat aranıza tam olarak girmeden bir şey yapmayın."

"Olumlu, selamlar saygılar."

"Selamlar saygılar."

Bu telsiz konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla Türk askerleri aşağıda mevzilenmekte olan gurup ile temas noktasına kadar yaklaşmıştı. Oradaki gerillalar saldırı izni istiyorlardı. Sakine bu izni veriyordu, fakat askerlerin aralarına girmesini beklemeliydiler ki etkili bir şekilde vursunlar. İnsanın her isteği olmuyor ki! Bu kez de öyle, istenen olmadı. Askerler de onları tuzağa düşmeden görmüşlerdi. İster istemez eşit şartlarda cereyan edecek bir çatışmaya giriştiler. Fakat yine de mevzide bulundukları için, üstlerine doğru gelmekte olan askerlere nazaran gerillalar daha avantajlıydı. Bu avantajlarını kullandılar ve ilk atışta iki asker birden düşürüverdiler. Bunların ölü mü yaralı mı oldukları hususunda bir fikirleri olmadı. Bildikleri tek şey vardı; o da bu iki askerin yara alıp yere düştüğü ve bir daha kalkamadığıydı. Öte yandaki bir başka gerilla kolu da aynı askerlerle çatışmaya girişti. Bunlar Cemal'ın yerleştirdiği savunma kolundandı. Üçüncü bir yerde konuçlanmış olan bir başka gerilla birliği de işe karışınca cıngar birden büyüdü, her tarafı sardı.

Bu çatışmalar küçük tepeciklerin yamaçlarında veya en üst taraflarında cereyan ediyordu. Kısmen kayalarla kaplı olan bu tepecikler, ağaçlıktı ve savunma için çok uygun yerlerdi. Bodur ağaçlarla kaplıydı gerillaların savunma mevzilerini kurdukları tepeler, ama yaprak açmamış kel ağaçlardı bunlar. Hayırsızdılar enikonu.. Bu arada düşmanın yavaşlamasından yararlanan tepelerdeki ana güç geri çekilmekle meşguldu. Varlığını sürdüren yoğun kar, geri çekilmekte olan gerillaların hareketlerini yavaşlatıyordu yavaşlatmasına ama bu yavaşlık düşman için de geçerliydi.

Karlı ve nisbeten çıplak olan tepelerde hareket etmekte olan gerillalar, düşmanları tarafından rahatlıkla görülebiliyorlardı. Gerilla dilinde "görüntü verme" derler buna. Verilen net görüntü, onları birdenbire kurşun kusmaya başlayan düşman doçkalarının hedefi haline getirmişti. Normal silahların menzili dışında bulunduklarından dolayı, düşmanları gerillaların bulundukları tepeleri doçka ile vurmayı tercih etmişlerdi anlaşılan. Fakat geri çekilmekte olan gerilla birlikleri aralıklı bir yürüyüş tarzı tutturdukları için doçkalar pek etkili olmuyorlardı.

Geri çekilme sürecinde Cemal'in komuta ettiği bu gerillaların hedefi, Darêyênî birliğinin bulunduğu Yegêderî mıntıkasındaki bir tepeler silsilesine; Kortepe'ye yerleşmiş olan gerillaların yakınındaki Mala farqînê'ye ulaşmaktı. Kortepe, Hêdîk'e yakın sarp ve ormanlık bir yerdi. Buradaki ormalık alanda bodur ağaçlardan oluşuyordu. Nisan ayının başları olmasına rağmen hala çok fazla kar vardı Kortepe'nin zirve ve yamaçlarında. Ama bu dağın ve sınırladığı vadinin bölgenin iç taraflarındaki erişilmesi nisbeten güç bir yerlerde olması olumluydu. Gerillalar orada yeni savunma mevzileri oluşturabilirlerdi. Bu niyetle hareket eden birlikler Hêdîk'ten kendilerini aşağıya doğru saldıklarında Şergamin denilen bir köye vardılar. Bu köyü durmadan geçmişlerdi. Biraz daha aşağılarda bir dere vardı ki bu dere baharları coşar, bazan geçit vermezdi. Gerillalar burayı ancak biribirlerine sıkıca kenetlenmiş 6-7'şer kişilik guruplar halinde örgütlenerek geçebiliyorlardı.

Bu arada daha henüz suyun karşı tarafına yeni varmışlardı ki, girdikleri bu boğazın da düşman tarafından tutulduğunu gördüler. Karşılaşmamaları büyük bir şans olmuştu. Sıcak temas böylece ”bir başka bahara” kalıyordu.

***

2-3. Nisan.. Gece.. Hebûn, Darêyênî yakınlarındaki bir alanda, yani Yegêderî mıntıkasında kışlamış olan gerilla birliğinin komutanıydı. Her gerilla komutanı gibi o da kış bitiminin planlaması için yönetimdeki arkadaşları ile toplantı üstüne toplantı yapıyordu. Savaşın ”kış uykusu”ndan uyandığı bu mevsimde planlamayı iyi yapamayan komutanları hiç de parlak olmayan bir kavga sezonu beklerdi kuşkusuz.. Bunun için çok titiz bir şekilde hazırlanacaklardı. Bir ara Hebûn'un elindeki cihazdan Cemal'ın sesi yükseldi; "Oradaki tepeleri, bilhassa Kortepe'yi sıkı bir şekilde tutun. O cıvarlara geri çekileceğiz. Düşman indirme yaparak yolumuzu tutmasın."

"Alındı" dedi Hebûn. Hedik Tepesi'nde cereyan eden savaşın sonrasına rastlıyordu bu mahabere. Bu yeni bir durumdu. Hayra yoramadı pek. Düşmanın nisan ayının sonundan önce araziye çıktığı hiç görülmemişti. Neler oluyordu? Ama ”başa gelen çekilir” diye düşündü ve hemen ayaküstü bir görevlendirme yaptı. Buna göre yardımcısı ile birlikte kendisi yakındaki tepeleri tutmaya gidecekti. Orada Hêdik'teki eylemden dönen gerillalar vardı ve oldukça yorgundular. Açlık da cabası. Önce bu arkadaşlarının derdini hal ettiler. Doyurdular onları. İhtiyaçlarını karşılayıp istirahate çekilmelerini sağladılar. Aynı gün seyredebilecekleri bir uzaklıkta olan karargah birliğinin bulunduğu yere hava saldırısı olmaktaydı.

4. Nisan.. Hebûn'la yardımcısı takım komutanlarından Rızgar, hemen yakınlarında üslenmiş olan karargah taburunun bulunduğu vadiye gittiler. Karargah taburu o sırada gelip dar bir boğaz görünümündeki Biloka Vadisi'nde bulunan Malê Farqînî'ye yerleşmişti. Karargahta onları Cemal karşıladı. Fokurdayan kara çaydanlıktan akan o renkli sıvıyı yudumlarken, bir yandan da durum hakkında konuşuyorlardı. Hebûn'un yardımcısı Rızgar, bu toplantıdan sonra eski birliğinden alınarak, eğitimde yardımcı olması için karargah birliğinin emrine verildi. Onun yerine komutan yardımcılığına takım komutanı Serîhildan getirilmişti. Rızgar, orada Karargah Taburu'na bağlı bölüklerden birinin komutanlarından Robar'ın yardımcılığı görevini yürütüyordu.

Aynı gün, Robar'ın komuta ettiği bölük, aldığı emir gereği taburun diğer güçlerinden ayrıldı ve vakit kaybetmeden Hêdîk yakınlarındaki Kortepe'ye intikal etti. Kortepe Yegêderî mıntıkasındaydı. Tabiat şartlarının çok sert olduğu bu tepe meşe ağaçlarından arta kalan çalılıklarla kaplıydı. Ormanlık sayılıyordu enikonu. Buz gibiydi tepenin bulunduğu mıntıkada hava. Ama kamp kurdukları güney yamaçları nisbeten daha sıcakçaydı. Orada sadece bir gün kalabildiler. Cemal'ın çağrısı üzerine hemen Robar ile birlikte karargah Taburu'nun yerleştiği Mala Farqînê'ye geri dönecekler ve Cemal'la görüşeceklerdi.

Robar bu çağrıyı pek hayra yormamıştı. O sırada takip ettikleri Türk radyo yayınlarından, ordunun Kürdistan'a sürekli yığınak yaptığı haberleri geliyordu. Buna göre "herhalde bölgeye bir operasyon tezgahlanıyor" diye düşündü.. Konuyu Rizgar'a açtı. Arkadaşı da aynı görüşteydi. Çok geçmeden Cemal'ın yanına varmışlardı. Cemal hiç vakit kaybetmeden Rızgar'a sorular sorarak konuya girdi.

"Araziyi iyi tanırmısın?"

"Evet on yıldan beridir burada görev yapıyorum."

Daha sonra sorularını alanın yapısı üzerine yoğunlaştırarak uzun uzun bilgi aldı. Detaylıydı sorduğu sorular. Sığınakların bulunduğu yerler, bir kuşatma gerçekleşirse kurtuluş yolları, vadiler arasında en emin olanları vs onun yoğunlaştığı konulardı. Bu arada bölgenin erzak durumu ve ikmal yolları hakkında bilgi aldı. Nerelerde cephaneleri vardı. Erzak depolarının yeri ve durumu hakkında sorular sordu. Detaylı bilgiler aldı. Sonra bunları sormasının sebeplerini açıkladı:

"Ordu içindeki dostumuz özel hattan telefon etti. Türkler yakında takriben 20 gün sürecek bir operasyona çıkacaklar. Operasyonun başlama tarihi belli değil. Bu konuda uyanık olmamız istendi. Ne yapmamız gerektiği hususunda sizin de görüşünüzü dinlemek isterim."

Robar ve Rızgar, Cemal'le boy veren bu yeni durumu uzun uzun tartıştılar. Bu tartışmalar gece geç saatlere kadar sürdü. Kararlar alındı.

5. Nisan.. Robar, bu kararların ışığında emrindeki güçleri, o sırada karargah birliğinin bulunduğu top sahası denilen noktaya çağırdı. Top sahası eski ve düz bir tarlaydı. Gerillalar boş zamanlarında burada futbol ve voleybol maçları yaptıkları için, bu tarlaya "top sahası" diyorlardı. Emrindeki güçleri oraya çağırmasının sebebi, dağıtım için onları bilgilendirmek ve yeni duruma uygun düzenlemeler sağlamaktı. Toplantıda geliştirilen plan gereğince küçük guruplara ayrılarak Kûwo Sipye (Akdağ) ve Dorşin taraflarına dağılacaklardı. Bunu yapmaktaki amaçları, muhtemel bir düşman saldırısında toplu olarak yakalanmamak suretiyle hareket kaabiliyetlerini arttırmaktı. İşte top sahasında bu amaçla yeni düzenlemelere giriştiler.

Bu arada ordu içindeki dostlarından telefon bekliyorlardı. Saat ona kadar muhakkak arayarak operasyonun başlayacağı günü bildirecekti. Saat onu bulmuştu. Gerillalar sobaları falan kaldırmış taşıyamayacakları diğer ağır eşyalarla birlikte atmışlardı. Ellerinde ağır eşya olarak sadece battaniyeler ve çadır olarak kullandıkları naylonlar kalmıştı. Bu durumda orayı terketmeye hazır idiler. Hareketli savaşın gerektirdiği serbestiye ermiştiler artık.

Saat, 10.. Gece.. Cemal, çalan telefonun başına geçti ve ordu içindeki dostları ile kısa süren bir görüşme yaptı. Biraz sonra geri döndü. Basit konularda renk vermeyen komutan Cemal'in yüz ifadesi iyi değildi. Anlaşılan kötü haberlerle geliyordu. Sonra hiç beklemeden durumu açıkladı:

"Dostumuz bulunduğumuz yeri derhal terketmemizi, zira operasyonun hemen başlayacağını bildirdi."

Ellerindeki telefonun ilginç bir hikayesi vardı, ki bunu anlatmadan geçmek bazı olayları anlamakta güçlük çekmenize yol açacağından burada kısaca değinmekte yarar var. Telefonu bir "dostları" getirmişti kendilerine. Bunu tüm operasyon boyunca kullandılar. Fakat gerillalar kullandıklari bu telefonun direkt bir şekilde Türk askeri komutanlığına bağlı olduğunu ve onlar tarafından dinlendiğini bilmiyorlardı. Sonradan anlaşıldığı kadarıyla bu cihazı kendilerine getiren sözde dostları Türkler'in bir işbirlikçisiydi. Operasyon bittiğinde Zap'taki merkez karargahını da bu telefonla aradılar ve yerleri anında saptandı. Uçaklar hemen havalanmış ve bulundukları o yeri de bombalamışlardı. Böylece telefonun sırrı ortaya çıkmış, gerilladan kaçan Arteş adlı bir itirafçının ifadeleri doğrultusunda dost iki subay da tutuklanmıştı.. Daha sonra anlaşıdığı kadarıyla telefona bir cihaz monte edilmişti.. Bu telefon cihazı Yegêderî çatışmasında düşmanlarının eline geçtiğinde kurtulmuşlardı ondan. İşte böyle..

6. Nisan.. Robar'ın komuta ettiği birlik hazırlıklarını çoktan ikmal etmişti. Aynı gece telefondan hemen sonra arkadaşlarına veda ederek yola koyuldular. Kısa bir süre içerisinde Biloka boğazını geçip Biloka köyünün harabelerine vardılar. Yakınlarda bulunan lojistik depolarından erzak aldılar. Görevleri Dorşin hattını tutmaktı. Dorşin bir hat halinde Darêyênî'ye bağlı Ziktê aşireti mıntıkasından başlar, bir duvar gibi yüksek tepeleriyle Rîz Vadisi'ne kadar uzanır. Rîz vadisini kuzeyden, Qulp'a doğru uzanan Sarim vadisini güneyden sınırlayan bu hat gerillanın geri çekilme veya manevra kaabiliyeti açısından çok büyük bir önem arzeder. Bunun için inatla tutulmalıydı. Tepelere yerleşmek için önce Biloka'daki gizli depolardan erzak ikmali yapmaları gerekiyordu. Erzak almaları için bir kısım arkadaşlarını orada bırakan birliğin ana kolu tırmanışını sürdürdü..

Dorşin'in Keltepe mıntıkasıydı tutacakları yer. Çok ilginçtir bu. Çünkü gerillaların bu tepeyi tutmaları pek olağan değildir. Ama bu kez tutacaklardı orayı. Gerillaya dost olmayan bir tepedir bu. Tümüyle çıplak olan bu dağa gerillalar kelliği yakıştırmışlardı. Mıntıkadaki en yüksek tepelerden biri olan Keltepe hala çok karlıydı ve orada bulunanlar, havadan geçen helikopter gibi herhangi bir araçtan, "bir yumurtanın üstündeki kara leke gibi" açıkça görülebilirlerdi.

Gün ışımaya başladığında tepeye epey yaklaşmışlardı. Fakat gündüzün ışıklarının her şeyi tas gibi ortaya çıkardığı bir ortamda direkt olarak oraya gitmeyi sakıncalı buluyorlardı. Daha küçük bir tepeyi, Vartik'ı tutmuş olan arkadaşlarına cihazla Keltepe'de dost-düşman, herhangi bir gücün bulunup bulunmadığını sordular. Evet, bir kısım insan vardı orada ve bunlar gerilla idi güya... Daha sonra Vartik tepesine ulaştılar. Burada Mustafa'nın komuta ettiği gerilla birliğine mensup altı gerilla vardı. Bunlar Keltepe'nin düşman tarafından tutulduğunu bildirdiler. Robar ve arkadaşları, daha henüz tepeciğe tırmanırken bile uzaklardan yankılanan silah seslerini duyuyorlardı.. Bu sesler, yakında veya hemen yarın başlayacak olan bir operasyonun habercisiydi..