Kitaplarım - Yapraklar Açana Dek - "Satranç"


beşinci bölüm

En Uzun Gün

7. Nisan.. Sabahın ilk saatlerinde gün doğmak üzereyken, Karat'ın yanıbaşında, suyunu güneydeki Sarûm çayına akıtan bir derenin, Şatos deresinin kıyısına varmışlardı. Şatos, Karat ile Vartink tepeler silsilesini biribirinden ayıran derin bir vadiyi, uzun yıllar boyunca kaza kaza oluşturmuş bir dereciktir. Adını, kendisini kıyı olarak alan terkedilmiş bir köyden alır. Türkler'in baskısıyla terkedilmiş bir köy.. Yaz aylarında hemen hemen kuruyan dere, geçit vermez gibiydi o aralar. Bahar yağışlarının coşturduğu Şatos, bu günlerde adeta bir nehir haline gelmişti. Bir iki gerilla suyun geçit verip vermediğini denemek için daldıysa da olumlu bir sonuç alamadılar. Orası suyu geçmek için hiç uygun değildi demek ki. Başka bir yer bulmaları gerekiyordu.

Bu sırada gün ha doğdu ha doğacak gibiydi. Yani tehlikeli saatler yeniden başlıyordu onlar için. Perişan, uykusuz, aç ve yorgundular. Her hallerine aksediyordu bu durumları. Normal şartlarda coşturucu bir hava sayılabilirdi gün ile başlayan. Bulutsuz bir gökyüzü vardı üstlerinde. Adeta "yalan söylüyorsunuz, dün gece yağmur hiç yağmadı" der gibiydi tabiat, ama soğuk, ama sulanmaya yüz tutmuş beyaz bir örtü taşıyaraktan. Komutan Cemal, aşmaya çalıştıkları bu vadiye uygun düşen bir görev bölüşümü yapmıştı daha önce. Yürüyüş güvenliği açısından rutin bir işlemdi bu. Kendisi en önde, Sakine en arkada olmak üzere yürüyeceklerdi. Komuta heyetindeki diğer gerillaları ise kanatları tutacak şekilde görevlendirdi. Yorgunluğun ve açlığın had safhada olduğu kafile, bu haliyle çok ağır ilerliyordu. Sağlığı yerinde olan savaşçılar, yaralıları ve halden düşenleri adeta çekerek götürüyorlardı. Bazan dil dökerek, bazan tahrik ederek, bazan da tehditle sürüklüyorlardı biribirlerini. Hele şu bastıran uyku yok mu? Bu uyku, az sonra patlak verebilecek bir çatışma beklentisinin hakim olduğu ruh halini bile bastırıyordu.

Tüm güçlüklere rağmen suyun kıyısını dolanarak Karat tepesinin arkasındaki düzlüğümsü bir yere vardılar. Düzlük, Karat ile Vartik arasında uzanan bir vadideydi. Dere burada biraz yayvanlaşmış, geçit verebilir duruma gelmişti. Gerillalar, guruplar halinde yavaş yavaş geçmeye başladılar suyu. Kısa sayılamayacak bir sürenin sonunda yorgun Kürt Savaşçıları'nın yarısı karşı tarafa varmıştı. Bu sırada önde yürüyen Cemal cihazla Sakine'yi aradı:

"Heval, dürbünle etrafı kollamadan gelmeyin."

"Alındı" dedi Sakine ama içinde de bir sıkıntı vardı. Sanki dürbünle karşıya bakmazsa mesele kalmayacak, ama eğer bakarsa işte o zaman felaket! Fakat bakacaktı mecburen..

"Serxwebűn arkadaş, versene şu dürbünü!" Sakine dürbünü eline aldığında bir yandan da içinde bulundukları vadinin elverişsizliğini düşünüyordu. Önlerinde akan coşkun bir dereyi, biri çıplak olmak üzere iki karlı tepe sınırlıyordu. Sırtlarını da aynı şekilde bir başka tepeye dayamışlardı. Vadi ise derin mi derindi, ki bu bir yönüyle iyi sayılırdı. Ama yine de neresinden bakarsan bak, çıkmaz bir sokaktaydılar. Oradan savaşarak uzaklaşmaları imkansız gibi görünüyordu gözüne.. Üstelik düşmanın konumlandığı yerleri de bilmedikleri dost olmayan bir ortamda. Bundan dolayı içinden, "bu kez burada görmiyeyim şu herifleri" diye dua ediyordu.

Sakine dürbünü aldı, dağa doğrulttu. Sonra bakmaya cesaret edemeden indirdi. "Ya düşman varsa orada?" Sanki bakmazsa düşman kaybolacak da kurtulacakmış gibi. İkinci seferde de başaramadı bakmayı. Nihayet üçüncü seferinde "her ne olursa olsun!" deyip karşı tepeye şöyle bir göz attı… Ve düşmanı gördü. Korktuğu başına gelmişti işte. Arkadaşlarının "baksana heval!" ikazına kadar oyalanan Sakine, ikinci tepeyi de şöyle bir taradı dürbünüyle. Orası da tutulmuştu. Çok yakınlarındaydı Türk Askerleri. Ama yine de düşmanlarının 200 metre kadar altına kadar geldileri halde onlar tarafından görülmemeleri büyük bir şanstı. Neredeyse her yer askerlerce tutulmuştu. Yani tepelerin keli de ağaçlısı da asker doluydu. Dorşin tepesi zaten düşman askerlerinin ellerindeydi. Bunu önceden biliyorlardı. Derin bir vadide bunca arkadaşlarıyla bir nevi kuşatma altında olmak çok endişelendiriyordu Sakine'yi. Daha doğrusu müthiş bir korku kaplamıştı benliğini. Hoş diğer arkadaşları bayram etmiyorlardı bu duruma ya!

Gözlerdeki endişe ilk bakışta okunuyordu. Herkes ölümü bekliyor gibiydi. 300'ü aşkın gerilla dar bir vadiye sıkışmış akibetini bekliyordu. Çıkış yolu yok gibiydi. Bakışlar, ölüme mahkum birinin son saatlerini yaşarken yansıttığı duyguları aksettiriyordu.. Bu kez sondu galiba..Yarım saatleri mi vardı? Yoksa bir saat mi? Canı cehenneme! "Ne olacaksa bir an önce olsun" der gibiydi insanlar.

Böylesi hallerde çok hızlı çalışır insanoğlunun kafası. Can pazarı dedik ya! Nereye çekilebilirler? Ne yapabilirler bu kuşatmayı yarmak için? Soru üstüne soru akın ediyordu kafalarına. İlk iş olarak Cemal'e şifreli bir rapor sunması gerekiyordu Sakine'nin. Cihazı açtı özel kanala girerek Cemal'e ulaştı.

"Sizin tepeciler onlardandır. Bizim tepeciler de onlardan. Diğer gurupların tepecileri de onlardan.."

Normalde tepecilerin tümü gerilladır. Ama bu şifrede "tepeciler" terimiyle, her taraftaki tepelerin düşman askerlerince tutulduğu anlatılmak isteniyordu. Cemal durumu hemen anladı ve;

"Alındı!" diyerek bunu Sakine'ye de bildirdi. Bu kez sıra onun karşı şifre ile düşmanın nerelerde yoğunlaştığını sormasına gelmişti. Sakine;

"Sizinkiler arkanızdaki tepenin en üst tarafında serbestçe geziniyorlar. Çok rahattırlar. Biri şu anda tuvalete çıkmış rahatlıyor!" deyince Cemal anlamıştı durumu.

"Tamam, alındı."

Evet Cemal de artık durumu tam olarak biliyordu. Askerler her tarafı tutmuş, ama gerillaları daha henüz fark etmemişlerdi. Bu sırada gerillaların yarısı geçmişti suyu. Kalanları da peyderpey geçirdiler öbür tarafa. Su geçişi de görmeye değerdi. Kimisi yaralı veya bitkin bir arkadaşını sırtlamış götürüyorken, kimileri de biribirlerine dayanarak geçiyorlardı eriyen karın ve geceden yağmış olan kar mı, yağmur mu olduğu belirsiz, Kürtler'in "şűlape" dedikleri şeyin coşturduğu bu dereyi. Bazan bir bakıyorsunuz on kişi birden kol kola tutuşmuş, bir konvoy halinde suyu yarmaktadır. Bir başka yere dikkatinizi verdiğinizde, bir de bakarsınız ki arkadaşını sırtlamış olan bir gerilla suya meydan okumaktadır. Bir büyük ailenin en candan dayanışmasını görmek çok dersler çıkarıcı bir manzaraydı. Bütün bu geçişlere Sakine, Mustafa ve Serxwebûn birlikte nezaret etmekteydiler. Kafile karşı tarafa tümüyle geçtiğinde bile hala düşman askerleri tarafından görülmemişlerdi. Şans işte!

Bu arada geçtikleri derenin yukarı taraflarında yani, Xizgînos taraflarında küçük bir köprü vardı. Bu köprünün yukarısına düşen tümseğimsi tepeyi tutmuş olan iki gerilla, köprüyü kontrol amacıyla usulca aşağı doğru seğirtti. Tam o sırada Sakine de düşman cihazını dinliyordu. Cihazdan;

"Gördün mü?" dedi birinci ses. İkinci ses; "gördüm" der demez hemen bir makinalı tarrakası başladı. Türk askerlerinin ilk atışları başarısız oldu. Bu arada her iki gerilla anında yere yatmış, böylece isabet almamışlardı. Fakat o zamana kadar gerillaların varlığından habersiz olan askerler haberi hemen üstlerine yetiştirdiler. Kısa bir süre içerisinde durum ciddileşti. Cehennemi bir ateş altına alınmıştı vadi. Bu arada helikopterler de duruma müdahale edince cıngar tam gaz kopmuştu. Bunun üzerine Sakine telsizden Cemal ile şartların elverdiği ölçüde bu yeni durumu tartıştı. Ne yapmalıydılar? Tek yol vardı önlerinde; saldırmak. Saldırmak ve Karat Tepesi'ni temizleyip akşama kadar orada kalmak, tek şanslarıydı. Cemal da bu görüşe katıldı.

Sakine ve sonda kalan kafile Karat tepesine doğru giden bir dereye saparken, Cemal, 20 cıvarındaki bir gerilla gücü ile birlikte arkalarında bulunan bu tepeye yerleşmeye çalışıyordu. Deredeki gurup ile Cemal'ın komuta ettiği öncü gurup arasında beş dakikalık bir mesafe vardı. Ana gurubun komutanları, sürekli olarak yağan bombalardan dolayı gerillaların lüzumsuz bir şekilde ölmemesi için, yürüyüş kollarını en güvenlikli alanlardan geçmeleri için yönlendirmeye çalışıyorlardı. Gerillaların yürüyüş disiplinine uymadığı hallerde hiç olmayacak kadar insanın öldüğü kendi deneyimleri ile sabitti. Bundan dolayı komutanların direktiflerine sıkı bir şekilde uyuluyordu.

Sakine ile Cemal'in cihaz bağlantısı yürüyüş boyunca hiç kesilmedi.

"Hemen çıkalım mı yukarı?" Sakine'nin sesiydi bu.

"Hayır" dedi Cemal, "biraz bekleyin!"

Zorunlu olarak beklemeye koyuldular. O sırada yukarı taraflarda fiili çatışma başladı. Bunun üzerine aşağıdakilerden bazıları da hemen çatışma mahalline çıktılar. Vadideki manzara hiç de iç açıcı değildi. Cehennemi bir ateş altına alınmış olan gerillalar şaşkınlık içerisindeydiler. Birşeyler yapmak gerekiyordu. Şaşkınlığı ve saldırının yarattığı şoku atacakları bir şeyler.. Neresinden bakarsanız bakın, korkutucu ve hiç de umut vaad etmeyen bir durum vardı ortada. Cemal en öndeydi. Birdenbire siyaha çalan mavi parkası çıkarıp attı. Silahını kavradığı gibi verdi mermiyi ağzına ve düşman mevzilerine yöneldi. Bir yandan da çevresindeki komuta heyetine bağırıyordu:

"Bugün yiğitlik günüdür. Yapacak başka birşey yok. Bu arkadaşları kurtarmak için biz öncü olmalıyız." En uzun gün çok sıcak temaslarla başlamıştı..

***

Aynı gün.. Akif de içinden "işte çıkış yolu budur" dedi ve o da gocuğunu çıkarıp fırlattı.. Cemal saldırıya başlarken kesin talimatlarını da vermişti:

"Yılmaz, sen sağ koldan saldıracaksın. Sen Akif, sen sol cenahı alacaksın. Ben de ortadan dalıyorum. Göreyim sizi! Serkeftin!"

Ortalık bir anda toz dumana büründü. Herkes kendi cephesinden öyle bir saldırı başlattı ki, Türk askerleri bu işe şaşıp kalmıştı. Akif bir yandan görevini yerine getirmek için canla başla saldırıyorken, öte yandan da derin bazı düşünceler birer birer sökün ediyordu kafasına.. Kendisi bitmişti! Bu saldırıda kendisini yok saydığını hayretle düşündü.. O şimdi çevredeki gerilla birliğiydi. Birliği ile bütünleştirmişti varlığını.. Kendisinin öz güvenliği diye bir sorunu yoktu artık. Sadece çevresinin güvenliğiydi düşündüğü. Birdenbire liderleşmişti. Ne yapmalıydı? Ne yapmalıydı ki bu gerilla birliğini kurtarsın, selamete erdirsin? Ne yapmalıydı ki bunca kişiyi ölümün soğuk pençesinden koparsın?. Soru üstüne soru istila ediyordu kafasını.. Böylesine sorular. Yapacak şey belliydi aslında; tepeyi ne yapıp edip ele geçirmek! Ama nasıl? Birdenbire önlenemez bir öfke seli haline geldiğini gördü. Düşmanının tepesine patlamakta olan bir öfke seli!

Aslında askeri mantık açısından işe bakıldığında yaptıkları bu iş çılgınlıktan başka bir şey değildi.. Gündüz ortası, karın onları ele verdiği bir ortamda, bir orduya karşı bir avuç insanla, üstelik yukarı, tepeye doğru saldırı düzenlemek! Olacak iş değildi bu. Ama yapmak zorundaydılar ve yapıyorlardı da. Düşmanları da beklemiyordu bu çılgınlığı. Akif ve arkadaşları ilk mevziye böylece yaklaştılar. Dört asker vardı mevzide. Biri boyuna bağırıyordu; "ne olur, bizi vurmayın!" Yanındaki genç arkadaşı bir ara gevşer gibi oldu. Fakat Akif önlerinde iki yol olduğunu biliyordu. Ya onlar bunları öldürecek, ya da bu askerler fırsatını buldukları anda onları. Güven diye bir şey yoktu savaşta. Çok insafsız bir sanattır bu. Hiç tereddüt etmeden tasfiye ettiler onları. İkinci bir mevziye yöneldiler oradan. İki asker vardı mevzide. Sinmiş, korku dolu gözlerle onları takibeden iki gariban.. Kimbilir hangi sevgilinin kolundan koparılıp zorla getirilmişlerdi oraya. Ama onları düşünecek zaman değildi Akif için. Bir ölüm kalım anıydı bu. Çok kısa bir süre içerisinde iki asker için zaman durmuştu. Az önce gerillalara doğrultulmuş olan silahları da artık el değiştirmişti. Bu "zafer" saldırıya kalkmış olan gerillalara büyük bir moral verdi. Akif'in yanında Veysi, Doğan ve Pêxas Hebo dedikleri Diyarbakırlı Hebûn ve bir iki kişi daha vardı. Hebûn gerillaya katılmadan önce Diyarbakır'da Kekoluk yapıyordu, bunun için ”pêxas”a çıkmıştı adı arkadaşları arasında.

Türk komuta heyeti bu gelişmeler karşısında ağırlığını daha ziyade Akif'in bulunduğu kola vermişti. Daha doğrusu Akif ve arkadaşlarına düşman mevzilerinin en çok bulunduğu taraf düşümüştü. İkinci mevziyi de kısa bir süre içerisinde düşürünce daha da cesaretlendiler.. Kurtuluyorlar mıydı ne? Üçüncü mevzideki askerler, postun gitmekte olduğunu görünce büyük bir direnç gösterdiler. Epey dişli çıkmıştı buradakiler. Kürt direnişçileri durdurmaya muvaffak olmuşlardı enikonu. Gerillaların sayısal durumu, bu kadar kısa süre içerisinde önüne gelen mevziyi düşürmeye yetmemişti anlaşılan. Hem mermileri de ha bitti, ha bitecek, o durumdaydı. Gerillalar bunun üzerine biraz da geri çekildiler. Akif, geri çekildikleri tümsekten eyalet komutanı ile telsiz temasına geçerek;

"bombalarımız ve mermilerimiz bitti. Acele malzeme gönderin" dedi. Komutan canla başla girdiği bu mücadelede başarının sırrına ermişti; ne olursa olsun şiddetle direnmek! Bunu ona da söylüyordu:

"Durumu biliyorsun. Direnin! Bak biz de burada aynı şeyi yapıyoruz. Size hemen bir miktar bomba gönderiyorum."

Zaten çok sevilen ve güvenilir bir insan olan komutan Cemal'in bu sözleri Akif'in kendisine olan güvenini tazeledi. Cemal'in meseleleri küçümseyen o harika gülümsemesi geldi gözlerinin önüne. İşte bu adam hemen az ötede kendisi ile aynı hedefe yönelmiş çarpışıyordu. O halde bekleyecek zaman değildi. Hem bu arada Cemal'in gönderdiği bombalar ve bir miktar malzeme de yetişmişti. Yakın savaşın en büyük dostları olan el bombalarının yetişmesi ilaç gibi gelmişti onlara. Hemen saldırı tazelediler. çok kısa bir süre içerisinde büyük bir mevzi daha düşürdüler. 12 askerin safdışı bırakıldığı bir saldırıydı bu!

Düşürülen mevzilerde gerillalar normal olarak ilk önce silaha yönelirler. Silah kaldırmak, gerilla savaşında başarının tescili demektir. Ama bugün böyle olmadı. Hiç kimse silaha yönelmiyordu. Herkes büyük iştahla çantalara giriyor, yiyecek bir şeyler veya ekmek arıyordu... Açlık! Aklını başından almıştı gerillaların açlık. Silahlar zaten onlarındı.. Bir yere kaçacakları yoktu silahların. Eski sahiplerinin artık onlara ihtiyacı yoktu ki! Ama yiyecek! Yiyeceğe bir an önce kavuşmak, guruldayan mideyi bir an önce bastırmak onları rahatlatacaktı.. Bir ara Akif'in gözü gerillalardan birine takıldı. Doğan adlı bu gerilla bir yandan eline geçirdiği kolayı yudumlarken, öte yandan da silahı ile ortalığı taraya taraya bir mevzinin üstüne gidiyordu.

Artık düşmanları ile iç içeydiler. Bu karlı tepedeki gerillalar, bu göğüs göğüse cereyan eden savaşta öyle bir iş bölümü yapmışlardı ki görülmeye değer. Diyelim ki iki kişi bir şeyler yemekle meşgulsa, diğer ikisi çatışıyordu. Sıra diğer ikisine geldiğinde bu kez ilk ikisi çatışmaya başlıyordu. Açlık öyle bir reddeye gelmişti ki, yiyeceği buldukları bu anda ondan vaz geçip çatışmayı sürdürmeyi düşünemiyorlardı.

Mevzilerin tümü kısa bir süre içerisinde imha edilmişti. Bunda aç gerillaların mevzilerde yiyecek bir şeyler bulma umudunun ne derecede etkili olduğu tartışmalıdır. Ama en nihayetinde, askerlik deyimiyle; ortalık temizlenmişti. Epey silah vardı toplanacak. Bir yandan bunları topluyor, bir yandanda oraya varan arkadaşlarına vererek peyderpey aşağılardaki güvenli bir noktaya taşıtıyorlardı. Bu arada saf dışı kalan askerlerin cesetleriyle, o karlı Karat'ın tepesinde kendilerine meziler hazırlıyorlardı. Mermileri biten kendi silahlarını Türk askerlerinden elde ettikleri bol mermili G-3'lerle değiştirdiler. Ele geçirdikleri silahlar arasında havanlar, MG-3'ler en dikkat çekici olanlarıydı. Yaşadıkları savaş mantığı gereği asker esir alacak durumda değillerdi. Karşılaştıkları her düşmanı tasfiye etmek zorundaydılar. Öte yandan ele geçen malzeme bolluğu ile bir anda fakirlikten zenginliğe ermişlerdi. Hele yiyecekler... Bu yiyeceklerin varlığıyla aldıkları keyfe diyecek yoktu doğrusu.

Bir saat öncesinin moral bozukluğu ve imha olma korkusu, şimdi yerini coşkuya terketmişti. Bu büyük bir zaferdi. Derhal diğer arkadaşları ile bağlantıya girerek haberi yaydılar. Zenginlik her yerlerinden dökülüyordu. Mesela Akif, cebine on adet bomba koyduğu gibi, zulasına da iki karton sigara yerleştirdi. Bunu yanında arkadaşlarına hediye etmek üzere çantasına yerleştirdiği konserveler de cabası. Bu arada Cemal, tepedekilerle temasa geçti. Verilen emre göre Akif orada beş kişi bırakacak, diğerleriyle birlikte Cemal'in bulunduğu noktaya inecekti. Türk helikopterlerinin habire vurduğu bir noktaydı burası. Emre göre Akif'le yanındakiler Cemal'in yanındakileri alarak suyun diğer tarafına geçireceklerdi. Şimdi bulundukları taraftaki tepe, yani Karat az önce gerillalar tarafından düşürüldüğü için, Türkler orayı ve cıvarını ağır roketleriyle sürekli olarak dövüyorlardı.

Akif aşağıya indiğinde herkesi büyük bir sevinci yaşarken buldu. Bu arada hediye olarak dağıttıkları konserveler, sigaralar ve bombalar da çok makbule geçiyordu. Topluluk sevinçten uçar gibiydi. Gören nihai zafer kazanılmış sanırdı. Anlaşılan moral iyiydi ve bu bir süre böyle devam edecekti. Daha aşağılara indiklerinde ise karşılaştıkları manzara hiç de iç açıcı değildi. Az önce karla kaplı olan o alan, şimdi bombardımanın etkisiyle kararmış ve kraterlerle dolmuştu. Arkadaşları üst üste yığılmış bir haldeydiler ve büyük bir endişe içerisinde etrafa şaşkın gözlerle bakıyorlardı. Korkulu gözlerinden; "ne yapmalıyız, nereye gitmeliyiz?" sorularını okumamak mümkün değildi. Ilk olarak güven telkin etrmeye çalıştı komuta heyetindekiler. Sonra onları teker teker ya da toplu olarak karşıya geçirmeye başladılar. Aynı yerde, şehit düşmüş olan Sultan ve Avareş adlı gerillaların naaşları da duruyordu. Üstlerine birer kefyenin örtüldüğü naaşlar defin törenine hazırlanmaktaydı. Akif, uzun süre yol arkadaşlığı yaptığı bu iki gerillanın naaşlarına bir türlü yanaşamadı. Daha bir iki saat önce birlikte olduğu bu arkadaşlarının şehadetine dayanamayacağını, gözyaşlarına hakim olamayacağını biliyordu. Yüzünü döndü, boğazına düğümlenen bir şeylerden dolayı yutkundu. Sonra başka arkadaşlarının dertleri ile ilgilenmek üzere ayrıldı oradan.. Naaşlar düşmanın eline geçmesin diye coşkun Şatos'un sularına emanet edilmişti. O uzun gün hala devam ediyordu..

***

Aynı gün.. Komutan Cemal'ın çarpıştığı cephe.. Gocuğunu çıkarıp atan Cemal, büyük bir kararlılıkla ileri atılmıştı. Onun bu kararlılığı gerillalar arasında yaşanan özgüven bunalımını bir anda yerle bir etmeye yetti.. Bir anda canlanmış, hareketlenmişti herkes. Naralar ve sloganlar atarak çullandılar hedeflerine. Durum bir anda tersine dönmüştü. Rizgar da yaralı haliyle ve silahsız olarak eşlik ediyordu saldırı gurubuna. Bu arada gerillalar kendi aralarında durumu küçümseyici konuşmalar yapıyorlardı.

"Tepe boş galiba.."

"Galibası fazla, bomboş."

"Sen onu boşver, tepe aslında bizimkilerin elinde!"

"Yok canım düşmanın elinde, fakat bir kaç kişiyi geçmez sayıları.."

Konuşmalar böyle uzayıp giderken, Apê Musa'nın komutanı olduğu birliğe mensup bir arkadaşları, yanına aldığı dört kişi ile yan tarafa doğru hareketlendi. Gerillaların yöneldikleri tepeyi yandan gören bir kayalığa tırmanıp orada mevzilendiler. Bunlar, hararetli çatışmaların yaşandığı tepeyi bu kez oradan baskı altına aldılar. Yerleştikleri kayalıktan çok etkili suikast atışları yapıyorlardı. Bu atışlar düşmanlarını savunma durumunda bırakıyor, saldırı gurubunu sıkıştırmalarını engelliyorlardı. Apê Musa birliğine mensup bu timin oraya yerleşmesiyle saldırı gurubu rahat bir nefes almıştı. Tepeye daha emin ve daha süratli tırmanmaya başladılar. Rizgar, silahsız olduğu halde sürünerek tepeye çıkanların arasında ilk gerilla olmuştu. Tepenin hemen başında bir mevzi vardı. Üç asker vardı bu mevzide. Oradan bazı sesler geliyordu. Kulak verdi:

"Ay anam, yaralandım! Yetişin!"

"Bacağımdan girdi kurşun!"

"Ölüyom, imdat, yok mu bir doktor!"

Baktı, üçü de yaralıydı bunların. El kol işaretleriyle diğer arkadaşlarını haberdar etti durumdan. Hemen ileri atılan gerillalar vakit kaybetmeden bu mevzidekileri etkisiz hale getirdiler. Yol üstündeki bir iki mevziyi daha etkisiz hale getirip daha yukarılara, zirveye yönelmişlerdi. Bu arada Rizgar, Cemal'le birlikte yukarılara doğru tırmanmaya devam ediyordu. Tepenin zirve yaptığı yere yine ilk o vardı. Oraya vardığında askerlerin tam siper yere yattıklarını anladı. Onların silahlarının havaya kalkmış titreyen namlularından çıkarmıştı bunu. Hemen biraz geri çekilerek arkadaşlarının yanına geldi. Parmağı ile az ilerideki namlu uçlarını göstererek;

"Nah işte şurayı siper alan bazı askerler var. Şu namlu uçlarına baksana." diye ikaz etti komutanı.

"Peki, biz hallederiz" dedi Cemal, "sen aşağı in:"

Fakat Rizgar'ın başka fikri vardı:

"Ben bir kaç arkadaş alarak şu ilerideki sırtta mevzileneceğim. Arkadaşlarım silahlı olacaklar. Bundan dolayı, benim silahsız olmam güvenlik açısından bir şey değiştirmez.."

Anlaşılan savaştan kopmak istemiyordu Rizgar. Cemal düşündü, hak verdi arkadaşına. Mevzileneceği yerde kalabalık bir gerilla gurubu bulunacağından, Rizgar için bir tehlike olmayacağını hesapladı. Hem bu tecrubeli gerilla oraya yerleşmekle faydalı da olabilirdi.

"Peki, senin dediğin olsun."

Tam o sırada düşmanları suikast atışlarına başlamışlardı. M-16'larla yapıyorlardı atışlarını. Kurşunlar çok uzaktan, fakat isabetli atılıyordu. Çok zayıf bir şekilde, adeta taş atışını andırır bir şekilde yanlarına patır patır düşen bu mermileri atanlar, gerçekten çok usta birer atıcı olmalıydılar. O sırada elinde bir karnas taşıyan Cemal'le Rizgar yanyana yürüyorlardı. Elindeki karnası ve mevzide elde ettikleri bazı askeri malzemeleri göstererek:

"Bunları aşağıdaki arkadaşlara gönderin. Biz tepenin kalan diğer yerlerini de temizledikten sonra, ben aşağı ineceğim ve bazı yeni düzenlemeler yapacağım" dedi.

Fakat Rizgar rahat değildi. Böylesine isabetli suikast atışlarının yapıldığı bir ortamda Komutan böyle açıkta dolaşmamalıydı:

"Hevale Cemal, bak suikast atışları yapılıyor. Sen korunaklı bir yere çekil, harekâtı oradan yönet. Çok etkili atışlar yapıyorlar" dediyse de beriki dinlemedi. Rizgar, "acaba komutan zafer sarhoşu mu" diye geçirdi kafasından. Sonra dikkatle baktı yüzüne arkadaşının. Hayır, zafer sarhoşu falan değildi Cemal. Ama kendisini zafere kilitlemiş bir havası vardı ve bunu riske sokmak istemiyordu. Kararlı bakışlarını çevirmişti Rizgar'a:

"Yok, Yok, ben biraz daha beklerim" demeye kalmadı, "hınk" dedi ve olduğu yerde şöyle bir sarsıldı. Başka hiç ses çıkarmıyordu. Renk vermemeye çalışıyordu daha doğrusu.. Sadece yürürken topallaması, ne olduğunu ele veriyordu. Yaralanmıştı komutan. Kalçasından girmişti kurşun.. Yapıdaki hiçbir savaşçıyı haberdar etmedi durumdan. Gerillaların, zaten pamuk ipliğine bağlı olan morali bozulmasın diye herkesten saklamıştı yaralandığını. Rizgar bile ilk anda anlayamamıştı komutanın yaralandığını. Ta ki bir rampayı çıkarken topalladığını anlayana dek.. Enikonu "çakmamıştı" durumu.

Cemal, Rizgar'ın durumu anladığını görünce de;

"Sakın diğerleri bilmesin bunu, tamam mı?" diye sıkı sıkıya tembihledi onu. Komutanın ne demek istediğini anlamıştı Rizgar. Evet, evet böylesi daha doğruydu. Açığa vermemeliydiler durumu. Büyük bir sorumluluk yüklenmişti Rizgar. Tereddütsüz sakladı komutanın sırrını herkesten. Böylece gerillaların büyük bir kısmı sonuna kadar bilemeyecekti Komutan Cemal'in yarandığını.

Az sonra temizledikleri sırtta mevzilenmiştiler. Karat sırtlarıydı mücadelenin cereyan ettiği yer. Temizlenmiş olan tepenin en yüksek yeri değildi bulundukları yer. Yan taraflardaki bir uzantısıydı. Fakat vadiye hakim olan önemli bir çıkıntıydı bu. Gerillaların büyük bir bölümü, hala bütün güçleriyle sürdürüyorlardı temizlik harekâtını. Tepelere doğru ilerliyor, güvenlik sahasını mümkün olduğunca genişletmeye çalışıyorlardı. Bol miktarda silah kaldırmışlardı bu arada. İkindi saatlerinde tepenin tamamen temizlendiği haberi geldi.

Bunun üzerine Rizgar, Cemal'ı orada bırakarak tepedeki mevzilenme durumunu incelemek üzere yukarılara tırmandı. Sırttaki işlerini bitiren gerillaların büyük bir kısmı, aldıkları emir gereğince ele geçen malzemelerle birlikte geri çekilmişlerdi. Yukarıda savaşacak durumdaki gerillalardan sadece yedi kişi kalmıştı, bir de Rizgar; sekiz. Rizgar bir yandan daha yukarılara tırmanırken, öte yandan da etrafı dikkatli bir şekilde tarıyordu gözleriyle. Haksız sayılmazdı hani. Çünkü arkadaşlarının bir kenarda terkettikleri bir adet G-3 tüfeği ile bir çanta malzemeyi bu sayede bulmuştu. Bunları sağlam kalan tek eliyle arkasından sürükleyerek arkadaşlarının yanına kadar götürdü. Çantayı açtığında yüzü aydınlandı adeta.. Yiyecek, sigara, ne ararsan!

Akşam oldu, olacak.. Tam bu sırada Türkler yeniden güçlü bir kobra saldırısı başlattılar. Tümüyle vadiye yöneltmişlerdi saldırılarını. Böylece asıl vurmaları geren yerin neresi olduğunu bildiklerini göstermiş oluyorlardı. Bunaltıcı bir intikam bombardımanıydı bu. Tepede aldıkları yenilgi onları kudurtmuştu anlaşılan. Bu sırada tepedekiler, karların eridiği güneye bakan yamaçlarda mevzilenmişlerdi. Havadan görünmemek için düşünebildikleri en iyi tedbir buydu. Fakat düşmanlarının onları orada da rahat bırakmaya niyetleri yoktu. Skosky helikopterleri ile tepenin kuzey yamaçlarına indirme yapmaya başladılar. Oraya indirilenler, özel harekât timleriydi ve Diyarbakır'dan getiriliyorlardı. Türk savaş kurmayları son kozlarını iyi oynamaya niyetli görünüyorlardı. Türkiye'nin bu en pahalı savaşçıları, MHP militanları arasından seçilmiş, yeminli Kürt düşmanı polisler arasından devşirilmişlerdi. Beyinleri kelimenin tam anlamıyla yıkanmıştı aldıkları eğitim sırasında. Birer ölüm makinesi haline dönüştürülmüşlerdi.

Yeni gelenler hiç beklemeden iki üç koldan birden saldırdılar tepeye. Karat'ın temizlenmiş olan sırtlarından bazılarını hemen ele geçirdiler. Yoğun teknoloji kullanıyorlardı. Tepedeki yedi gerilla, bu şiddetteki bir saldırıyı ellerindeki malzeme ile ve sınırlı sayıdaki silahla karşılayabilecek durumda değillerdi. İlk vuruşun etkisiyle tepelerin önemli bir bölümünden çekilmişlerdi. Savaşçılardan biri;

"Tepe düşmanın eline geçti. Geri çekilin!" deyince düzensiz bir geri çekilme işlemi başladı. Herkes dereye doğru çekiliyordu.. Demek ki tepenin o bölümü boşaltılıyordu. Oysa dereye çekilmek, ölüm demekti. Çünkü tepelere hakim olacak olan bu iyi yetişmiş özel timler, aşağıya sıkışmış olan bir avuç gerillayı kuş gibi avlayabilirlerdi. Durumu gören Rizgar, kendi takımında yer alan Doğan'ı vadiye doğru çekilmekte olan arkadaşlarını vaz geçirmek için gönderdi. Fakat dinleyen yoktu.

"Vadiye geri çekilme emri aldık. Talimat yukarından gelmiştir" diyor, başka bir şey söylemiyorlardı. Fakat cihazları takip eden Rizgar böyle bir talimat olmadığını biliyordu. Kalender'deki cihazı bütün bu süreç boyunca aralıksız olarak takip etmişlerdi. Yok;

"Dereye doğru çekileceksiniz" diyen hiç kimse yoktu..

Yaklaşık 3 kilometre ilerideki Keltepe'den doçkalarla, bir kilometre ilerideki bir tepede kurdukları "rampa"lardan karnaslar ve G-3'lerle suikast atışlarının yapıldığı bu ortam çok tehlikeliydi. Bir de kendilerini bu tepenin çok iyi gördüğü derin vadiye hapsettiler mi gel de kurtul! Üstelik helikopter baskısı da cabası.. Bunun üzerine Rizgar aşağılara doğru bilinçsizce yol alan arkadaşlarını durdurmak için kendisi ileri atıldı. Tepeyi dereden ayıran yarın başına kadar gitti. Sakat haliyle daha ileri gidemezdi. Oradan seslendi arkadaşlarına:

"Durun arkadaşlar! Herkes yukarı yönelsin!"

Fakat düşmanları, sanki gerillaların kendi aralarındaki konuşmaları dahi ta bulundukları yerden duyuyorlarmış gibi, hemen o noktaya sıkı bir suikast atışları barajı başlattılar. Bu yoğun ve isabetli atışlar karşısında herkes olduğu yerde çakıldı kaldı. Hiç kimse bir adım dahi atamıyordu. Bu sırada bir sendeleme sonucu ayağı kayan Rizgar, paldır küldür dereye yuvarlandı. Düşüş anında sağda solda kayalara da çarpan Rizgar, kelimenin tam anlamıyla haşat olmuştu. Oradan bir daha kendi başına yukarıya tırmanması mümkün değildi artık. Bunu gören helikopter pilotu da Rizgar'ın yuvarlandığı dereye yöneldi. Bu hareketlenme bir fırsat sağlamıştı ona. Hiç kaçırmadı fırsatı. Hemen saldırıya geçerek roketlerini oracığa kustu. Tam isabet! Sonuçta iki gerilla birden düşmüştü. Hazrolu Çîya ve Bismilli Cemşid, bu dere boyunda hayatlarının akışına noktayı koydular. Gık bile diyemeden..Acılar içinde kıvranan Rizgar'ın yanıbaşında boylu boyunca yatıyordu bu iki değerli arkadaşı. Şehit düşen gerillalardan Cemşid aynı zamanda eyalet yönetimindeydi. Çok önemli iki kayıp vermişlerdi durup dururken. Helikopterin bu defaki vuruşu, pilotu açısından oldukça iyiydi, Rizgar da yara almıştı. Yani bir yara daha! Durumu tamamıyla kritikti artık. Bu sırada tepede de şehitler vardı. Bir başka Rizgar, ki takım komutanıydı, şehit düşmüştü. Bir de yaralıları vardı yukarıda.

Bu kayıplar gerillaların moralini tekrardan sarsmaya yetmişti. Orada havanın kararmasını bekleme durumundaydılar ki güvenlik içinde hareket etme fırsatları doğsun. Öte yandan yamaçları tutan diğer gerillalar hala kararlılıkla çarpışıyor, Türkler'in aşağı kayarak ana gurubun üstüne çullanmasını engelliyorlardı. Tepe ikiye bölünmüştü artık. Kuzey yamaçları Türkler'in, güneye bakan tarafları ise gerillaların elindeydi. Bu sırada Rizgar hala yuvarlandığı deredeydi.

Gecenin karanlığı yeniden çökmüştü vadiye. Harekete geçebilirlerdi artık. Neredeyse el yordamıyla derler ya işte öyle kayıyorlardı aşağıya doğru. Her taraf barut ve kan kokuyordu. Köprüyü tutan arkadaşlarına vardılar bir süre sonra. Orada Kindar adlı gerillanın şehit düştüğünü öğrendiler ve hep birlikte daha aşağıda mevzilenmiş olan diğer arkadaşlarının bulunduğu noktaya doğru kaydılar. Uzun gün bitmemecesine devam ediyordu..

***

Aynı gün.. Sakine, Komutan Cemal ile sürekli irtibat halindeydi. O sırada cihazın cızırtılı sesi tatlandı sanki birdenbire. Cemal;

"Altı silah kaldırdık" diyordu, ama Sakine'nin buna inanacağı yoktu. Cemal herhalde onlara moral veriyor olsa gerek diye düşündü. "Bırak dalga geçmeyi heval!" demeye kalmadı cihaz yeniden cızırdadı;

"Kaldırdığımız silah sayısı 20 oldu!" Yine inanmadı Sakine. En sonunda;

”36 silah kaldırdık" dedi Cemal. Bu sadece bir cephede kaldırılan silah sayısıydı. Bu kadarı da fazla. Bunun üzerine Sakine dayanamadı;

"Biz de yukarı çıkıyoruz" dedi.

"Hayır, siz arkadaşları orada tutun. Biz tepeyi tam düşürelim. Sizi o zaman çağırırız, gelirsiniz" diyen Cemal'in sesi çok ciddiydi. Kısa bir süre sonra tepe tamamiyle düşürüldü. İşte o zaman Cemal'dan tepeye çıkma izni koparılabildi. Tam yukarı doğru tırmanışa geçmişlerdi ki, helikopterler geldi. Toplam oniki kobraydı gelen. O sırada Karat Tepesi'ne kadar uzanan bir derenin içindeydiler. Şatos'un ufak bir kolu. Korkunç bir manzaraydı. Her tarafı karla kaplı olan dereden yukarı doğru büyük gayretle çıkarlarken Cemal durumu farketti ve onların oldukları yerde kalmalarını istedi. Oraya tırmanmaları halinde büyük bir tehlike yaşayacakları muhakkaktı. Oldukları yerdeki uygun yerlerde mevzilenip beklemeye koyuldular Sakine ve yanındakiler. Şimdi bu hamlenin bitmesini beklemekten başka çareleri yoktu.

Aslında bu oynanan, büyük bir harp satrancıydı. Bir tarafta Komutan Cemal'in yönlendirdiği bir avuç Kürt gerillası, öte yanda helikopterleri, jetleri, 35.000 askeri ve korucularıyla Türk savaş kurmayları, ha bire yokluyorlardı biribirlerini. Bir taraf bir hamleyi kazandığında diğer taraf hemen karşı hamle hazırlığına girişiyordu. Ortaya hayatların konduğu korkunç bir satrançtı bu. Cemal, düşmanının tüm hamlelerini anında farkederek karşı tedbirler aldığında berikiler kuduruyor, yeni ve daha etkili bir hamle yapmak için tüm kafa güçlerini ve teknolojik olanaklarını ortaya koyuyorlardı. Saldırı üstünlüğünün, ya da insiyatifin Türk savaş kurmaylarında olduğu bir satrançtı bu. Bir ara özel hattan arayan gerillaların dostu kişi, Türk savaş kurmaylarının Cemal'i inanılmaz bir savaş zekası olan bir komutan olarak nitelediklerini ve kutladıklarını söylüyordu...

Sakine aldığı emir üzerine arkadaşlarını uygun bir şekilde mevzilendirdi. Orada kalacaklardı. Bu arada Cemal, ele geçirilen silahları aşağıya, onların bulunduğu yere göndermeye devam ediyordu. Oradaki gerillalar ise bu silahları alıp daha güvenlikli yerlere taşıyacaklardı. Gelen silahlardan bilhassa G-3'ler derhal kapışılıyordu. Çünkü gerillaların çoğunun elindeki klaşinkofların mermileri tükenmiş, işe yaramaz birer sopa haline gelmişlerdi. Eh kaldırılan G-3'ler, bu anlamda ilaç gibi gelmişti "dertlerine". Erzak ve cephane de bölüştürülmüştü gerillalar arasında. Öte yandan yoğun helikopter saldırısı durmamacasına devam ediyordu. Bir ara gelen helikopterler, adeta fotograf için poz alırcasına görüntülerini aldı gerillaların. Orta yerde dolaşan guruplar net bir şekilde görülüyorlardı havadan.

Az sonra görüntü verilen noktaya daha yoğun bir güçle geldiler. Yağmuru andıran bir roket saldısı başlatılmıştı. Tam da Sakine'nin bulunduğu noktaya yönelmişlerdi meretler. O sırada Sakine ile birlikte bir kaç arkadaşı hafif bir tümsekte bir araya gelmiş, açıklık bir alanda ellerindeki telsizi dinliyorlardı. Sakine kendisini cihazdaki konuşmaya kaptırmış, ha bire laf yetiştiriyordu Cemal'e. Göz göre göre vurulacaktı. Bunu fark eden Saliha ve Delal'ın ikisi birden atıldı ve;

"aman dikkat" diyerek Sakine'yi göz açıp kapayıncaya kadar devirdi. Fakat olan olmuş, bu fedakar gerillalardan Saliha sırtından şarapneli yiyivermişti. Bu sırada çarpmadan dolayı ağrıyan kafasını öfkeli bir şekilde kaldıran Sakine arkadaşlarına bağırdı:

"Neden böyle yapıyorsunuz arkadaşlar?"

Kalktığında sağ taraflarında hafif bir yamaç yapan yerin üstünü örten karın kanla kaplı olduğunu gördü. Sol taraflarında ise kendileri yere kapandığı için isabet almadıkları şarapnel parçalarının açtığı çukurlar vardı. Durumu anladı. Sarf ettiği sözlerden dolayı özür dileyen utanç dolu bir bakış fırlattı arkadaşlarına. Fakat o kafayı daha ziyade arkadaşlarının mevzilendirilmesi ile meşgul ettiğinden dolayı bu kan izlerinin ve açılan çukurların üstünde fazla durmadı. Çünkü halen o vadide bulunan ve sayıları 200'e yaklaşan gerillanın hayatı söz konusuydu.

"Herkes aşağıya doğru kaysın arkadaşlar! Hemen!"

Sakine hem parmağıyla gidecekleri istikameti işaret ediyor, hem de bağırıyordu:

"Suyu geçmeye çalışacaksınız."

Kimisi hemen vardığı yerde, kimisi ise daha aşağılardaki köprünün bulunduğu yerde suyu geçmek için çabalıyordu. Sahil boyu onlarca metrelik br mesafede insanlar karşı kıyıya varma çabasındaydı. Eğer daha geniş ve korunaklı olan karşı tarafa geçmezlerse, sürekli bomba kusmakta olan oniki helikopter, hepsini imha edebilecekti. Küçük bir gurup dışında herkes aşağı taraflara indirildi. Bulundukları yer bir yar gibi yüksek olduğundan dolayı ancak teker teker indirebilmişlerdi arkadaşlarını. Kalan gurup hem tepeden gelecek olan cephaneyi alacak, hem Cemal ve diğer savaşçıları bekleyecek, hem de son bir kontrolden sonra aşağıya inecekti. Beş dakika geçti, geçmedi; Cemal de indi. Sakine ile ikisi birlikte ineceklerdi aşağıya. Fakat Sakine inmeden önce, Zerdeşt ve Kindar'ı yanına çağırdı:

"Arkadaşlar siz vadinin uygun bir yerinde mevzilenin. Tepeden gelecek olan arkadaşları karşılayıp dereyi geçirin ve bizim bulunduğumuz yere getirin, tamam mı?"

"Tamam" dedi Zerdeşt ve yukarıya doğru yöneldi.

Fakat bu arada kan dökülen yeri dikkatle taradılar. Kan izlerini dereye kadar sürdüler. Yarın hemen dibinde, suya yatmış vaziyette iki bayan gerillanın cesedi boylu boyunca uzanıyordu. Bunlardan biri Hilvanlı Sultan'dı. Sultan, Kürt kadınının bütün güzelliklerini taşıyan bir kadındı. Rengi esmere çalan bu kadın gerilla, uzun boylu ve iri yapılıydı. Uzun siyah saçları örgülüydü ve uçlarına birer kırmızı kordele iliştirmişti. Şu kahredici savaş şartlarında sahip olduğu tek süstü bu. ARGK'ye katılışı birbuçuk sene öncesine kadar uzanan bu kadın gerilla katıksız bir köylü kadınıydı. İşte, şimdi şuracıkta! Hissis ve "adres sormayan" bir bomba onu alıp götürmüştü.. Sırtüstü düşmüştü Sultan Gelin o çok sevdiği karlı vatan toprağına. Bir eli başının arkasındaydı. O örgülü uzun saçları ise göğsüne doğru düşmüştü. Ölmemiş gibi öylece bakıyordu sanki. Yanında yatan Avareş, son uykusuna dalarken yüzükoyun kapanmıştı toprağa. Bismilli'ydi Avareş. Güzel, alımlı bir manga komutanıydı. Gerillaların ikisi de yanyana yatıyorlardı o vadinin derinliklerinde. Bedenleri, yanıbaşlarından akan derenin suyu ile ıslanmıştı. Aşağılara doğru akan su ise, vücutlarından alıp götürdüğü kanla kızıla boyanmıştı.. Evet, evet kıpkızıl akıyordu dere. "Tıpkı romanlarda yazıldığı gibi". Kan aynı zamanda karı da boyamıştı. Sakine bu manzara karşısında göz pınarlarına saldıran damlarara hakim olamadı. Boğazı düğümlendi.. Sarsıldı sessizce.

İkisini de alarak kaldırdılar oradan. Coşkun bahar sularına terkettiler arkadaşlarının naaşlarını. Orada bırakacak olurlarsa, cesetler düşmanlarının eline geçebilirdi. Bunun içindi suya bırakmaları. "Defin" töreninden sonra geri çekilme işlemine yeniden hız verdiler. Bu kez, sabah yaptıklarının tersini yapıyor, yukarıdan aşağıya iniyorlardı. Köprüye doğru ilerlerken helikopterler bu kez oraya doğru hareketlendiler. Yine çok yoğun geliyorlardı. Bu arada Cemal yağan bombalara aldırmadan ilerliyordu. Sakine onun her an yaralanabileceğini hesapladı. Komutana bir şey olması demek, bir yerde çözülme demek olabileceğinden hemen koluna yapıştı:

"Böyle hiçbir yere gidemezsin Cemal arkadaş."

Sonra onu siper alabilecekleri iri bir taşın arkasına itti. Kendisi de orada sipere yattı. Bu arada helikopterler hiç vakit kaybetmeden sağlarına sollarına bombalar yağdırıyorlardı. Onlardan fırlayan parçaların hemen yanıbaşlarına düşmesi, durumun ciddiyetini anlamaya yeterliydi herhalde. Böylece on dakika kadar beklediler. Saliha, Delal, yine Urfalı Sultan adlı bayan gerillalar da aynı yerde tam siper yatıyorlardı. Karşı tarafa geçmiş olan arkadaşları da aynı şekilde siperlere yatmışlardı. Karat Tepesi'nde çok az insan kalmıştı. kalanlar da yaralı arkadaşlarını taşımakta oldukları için oradaydılar.

Bu sırada yukarıda mevzilenmiş arkadaşlarının bulunduğu yerden de iyi olmayan haberler geliyordu. Saldırıların yoğunlaştığı dakikalarda helikopterler köprü cıvarına mevzilenmiş olan gerillaları da bombalamıştı. Bu saldırıda Kindar hayatını kaybetmiş, Zerdeşt, Şoreş ve bir bayan gerilla yaralanmıştı. Haber Sakine için yeni bir darbe oldu. Fakat darbeler o kadar üst üste geliyordu ki, insanlar doğru dürüst üzülmeye vakit bile bulamıyorlardı. Bu da böyle bir şeydi.. Yine de oraya doğru bir hamle etti. Bir bakacaktı duruma. Ama helikopterler öylesine müthiş bir baskı uyguluyorlardı ki anlatması imkansız. İster istemez vazgeçti bu fikrinden.. Bulunduğu mevzide kalakaldı.

***

Aynı gün.. Akif de, indiği vadide arkadaşlarına Şatos Suyu'nun karşı tarafına geçişlerinde yardım ediyordu. Bunlar oradan, helikopterlerin etkili olmadığı yerlere sevk ediliyor, karşı taraftaki kaya kovuklarına yerleştiriliyorlardı. Tüm cephelerde çok yoğun bir baskının uygulandığı bu uzun günün sona ereceği yok gibiydi. Uzadıkça uzuyordu. "Yahu bir gün kaç saattir acaba?" diye düşündü Akif. Sonra bu düşüncesine güldü. Gören deli sanırdı. Dikkati bir kez daha işine fikse oldu. Bir süre daha devam etti geçişler ve bitti. Herkes suyu geçtikten sonra Akif de bir yerden vurdu kendini dereye ve geçti karşıya. Yürüdü aşağılara doğru. Biraz ileride Sakine, Remzi ve Yılmaz'a rastladı. Onlar, bulundukları noktaya varan gerillaları sağa sola sevk ediyorlardı. Remzi, Akif'i görünce hemen laf attı:

"Hele getir şu düşmanın üzerinden kaldırdığın sigaralardan da bir tane tüttürelim."

İstemez gibi görünerek cebini yokladı. Koca bir Marlboro paketi çıkarmıştı. Uzattı Remzi'ye:

"Al! Fakat bu çıktığım koltuğu unutma! Yılmaz sana da bir el bombası vereyim.."

"Öf be, Ankara kokuyor bunlar! Sağol."

Hüzün dolu saatlerin yaşandığı bir günün içinde böyle neş'e sahneleri yaratmakta gerillalar oldukça ustalaşmışlardı. Az önce canı kadar sevdiği iki yoldaşının naaşını azgın Şatos Suyu'na bırakan sanki bu Akif değilmiş gibiydi.. Hayatın gerçeği işte. Uzun sürmeyecekti şakalaşma. Ellerindeki cihazlarla boyuna cephelerin durumunu takip ediyorlardı, ama "yeni bir şey yok" türünden cevaplar onların rahatlaması için yeterli değildi. Yani sürekli stressle geçen bir günün içinde küçük bir şakalaşma köşesiydi bu. Belki az sonra çok sevdikleri bir başka arkadaşlarının ölüm haberini alacaklardı. Belki de kendilerine bir haller olurdu.. Kim bilir?

Bulundukları durumda güvenlikle ilgili sorunlar yakıcılığını hiç kaybetmiyordu. Cihazla onları arayan Cemal, üst taraflarında bulunan bir tepenin tutulması gerektiğini söyledi. Oraya bir tim çıkarmalıydılar. Sakine,

"Akif arkadaş, sen git!" dedi. Fakat beriki çok yorgundu. İsteksiz davrandı;

"Başkası gitse olmaz mı heval? Ben biraz dinleneyim."

"Tamam. sorun değil Akif arkadaş. Başka arkadaşlar da çıkabilir."

Görevi Rojda, Sozdar ve bir diğer bayan arkadaşları devraldı. Hemen hiç vakit kaybetmeden tutacakları tepeye intikal ettiler. Çok değil, bir sigara içimi kadar bir süre ya geçti, ya geçmedi Rojda şaşkın ve üstü başı kan revan içinde geri döndü. Göğsü açıktaydı arkadaşlarının ve kıpkırmızı kesilmişti. Kurşun mu şarapnel mi ne olduğu belirsiz birşeyle çok ağır bir yara almıştı Rojda. Geldi. Yanlarına vardı. Yaklaştıkça göğsünden taraf sarkan kıpkırmızı bir et parçası daha bir belirginleşmişti. İnsana bakıyor, konuşmak istiyor, ama ağzından hiç bir sözcük çıkaramıyordu. Sadece ağız açıp kapama gibi bir şeydi yaptığı.. Şok olmuştu Akif. Kendisi gitseydi keşke! İçi içini yiyiyordu arkadaşının durumuna baktıkça. Kalbinin hemen yanıbaşından girmişti, kurşun mu şarapnel mi her neyse. Göründüğü kadarıyla kendisi de çok kötü bir yerden yara aldığını biliyordu. Bitikti işi yani. Gözleriyle ”öleceğim” der gibiydi Rojda! Vicdan azabının etkisindeki Akif ona moral vermeye çalıştı inanmayarak;

"Birşeyin yok Heval! Bundan çok daha kötülerini gördük. Mutlaka iyileşeceksin" falan gibi laflar etti. Ama Rojda duyamıyordu onu.. Sadece bir şeyi yakalamak ister gibi uzatıyordu ellerini. O kadar. Başı yana düştü. Yokladılar, yaşıyordu hala. Bayılmıştı anlayacağınız. Hemen doktoru çağırdılar. Pansuman yaptı doktor, yarayı kapattı. Sonra uygun bir yere uzattılar yaralıyı. Bakmaya dayanamayan Akif, Yılmaz ile Sakine'nin yanına Kaçmıştı.

"Kesin gidici bu arkadaş" diyordu endişeyle.

"Öyle gibi görünüyor" dedi umutsuzca başını önüne eğen Yılmaz. Fakat inatla direniyordu Rojda.. Yaralı arkadaşlarının bulunduğu yere aldılar onu. O gün de sonraki günlerde de hep yaşadı. İnatla!

Gün çatışmaların yoğunluğundan hiçbir şey kaybetmediği bir ortamda akşama kadar böyle sürecekti. Akşam saatlerinde yeni bir talimat geldi. Her komutan kendi birliğini yürüyüş esasına göre hazırlayacaktı. Uzun bir yürüyüş başlatılacaktı gece yarısını geçe. Gerillaların ellerindeki fazla silahların tümü alındı. Bunların taşınmasına imkan yoktu. Şehit düşmüş arkadaşlarının silahları, düşmanlarından müsadere ettikleri silahlar bunlara dahildi. Akif bu iş için dört arkadaşını görevlendirmişti. Onlar, bir yerlere özenle gömdüler bu silahları.

Sonra bir yamaçtan yukarıya doğru tırmanmaya başladılar. Yorgun oldukları için oldukça ağır ilerliyorlardı. Moral gerekiyordu yorgunluklarını unutmak için. Çeşitli konularda tartışa tartışa yürüyorlardı guruplar halinde. Bazan yaşanan güçlükler konuşuluyordu, bazan da bir arkadaşlarının şehit düşüş sebebini tartışıyorlardı. Bu arada yollarının üstündeki bir ağacın dibinde bir karaltı gördüler. Bir insandı bu. Kendisini saklamaya çalışıyor gibiydi. Biraz daha yaklaştıklarında yüz hatları belirginleşti; Şoreş'ti gördükleri karaltı. Kolundan yara almıştı Şoreş. Kendinden vazgeçmiş gibi bir haldeydi. Morali sıfır!

"Ne yapıyorsun burada Şoreş!" diye bağırdı Akif. "Haydi kalk da gidelim."

"Ben bir yere gelmiyorum" diye cevapladı kararlılıkla Şoreş.

"Neden?"

"Ben yürüyemiyorum. Burada kalayım ben.."

"Bak heval yürümezsen düşmanın eline geçeceksin. Bunu biliyorsun. Haydi kalk da gayret et. Yürü."

Fakat beriki ölümü falan düşünmüyordu. Ruhsal olarak teslim olmuştu. Yaşama sevincini kaybetmişti adeta. "Beni burada bırakın" diyor, başka bir şey demiyordu. Çok da kan kaybına uğramıştı. Sonra bin bir dil dökme ile ayaklandı. Kalktı ve istemeyerk de olsa yürümeye başladı. Akif, onunla ilgilenmek üzere bir iki arkadaşını görevlendirdi ve birliğin diğer elemanları ile ilgilenmek üzere ayrıldı.

***

Aynı gün.. Yaralı arkadaşlarının tümünü suyun karşı tarafına geçirmişlerdi. Silahlarını aldılar ve onları uygun yerlere mevzilendirdiler. Bu arada ele geçirdikleri mühimmatı da bir kayanın kovuğuna sakladılar. Bir tarafı Vartink'e, diğer tarafı Karat'a bakan bu vadide, gerillaların verdikleri hayati mücadele bütün hızıyla sürüyordu. Düşmanları durmuyor, helikopterlerin sağladığı şemsiyenin gölgesinde karadan hızla ilerliyorlardı onlara doğru. Dorşin taraflarından Vartink'e intikal eden Türk askerleri daha ziyade oradan sarkıyorlardı. Karat'ı gerillalar tuttuğu için o taraflar düşmanları açısından güvenli değildi. Bundan dolayı vadinin karşı sınırını oluşturan Vartink'e yükleniyorlardı.

Gerilla güçlerinin komuta heyeti bir yandan iç düzenlemelerini yaşarken, öte yandan da boy gösteren yeni şartların zorlamasıyla nereye geri çekilebileceklerini tartışıyordu. Ama düşmanları durmuyor boyuna daha yakına sarkıyorlardı. Durumun kötüye gitmekte olduğunu hisseden Sakine yanına iki arkadaşını alarak sırtlarını dayadıkları tepeye tırmandı. Dürbünle etrafı şöyle bir kolaçan etmesi, gerçeği görmesine yetmişti. Düşmanları her geçen an biraz daha yaklaşıyorlardı vadiye. Evet, Vartink taraflarındaydı sarkmakta oldukları tepeler.

O sırada Askerler'in ilerlemekte olduğu yolun üstünde; Ozan, Hasan ve bir başka arkadaşlarının komutası altında bulunan üç ayrı gerilla kolu mevzilerdeydi. Sakine cihazla onları ikaz etti. Cihaza Ozan çıkmıştı:

"Selamlar, saygılar heval!"

"Selamlar saygılar."

"Düşman Dorşin tepelerinden, Vartink'e indi. Köyün tam arka taraflarından size doğru ilerliyor. Dikkatli olun, tamam."

"Alındı heval. Tamam."

"Tamam, selamlar saygılar."

Dedi ve kapattı cihazını. Diğer gurupları da aynı şekilde uyardı. Kendisi de orada oturdu ve sonucu kollamaya başladı. Düşmanın ilerleyişini net bir şekilde gördüğü için dayanamadı, bir daha uyardı arkadaşlarını. Bir ara düşmanları gözden kayboldu. Sakine göremiyordu onları. Demek ki cihazı dinlemişler. Taktik değiştirerek yaklaşıyorlardı. Bir süre sonra silah sesleri gelmeye başladı. Temas sağlanmıştı artık. Oradakiler için bir kader savaşıydı verilen. Eğer o nokta düşmanları tarafından zaptedilirse, yaralı ve sağ gerillaların son sığınağı olan vadiye kadar inen sırtların tüm yamaçların kapıları düşmanları için açılacak, hayatları şimdiye dek hiç olmadığı kadar tehlikeye girecekti.

Şatos'un sağ tarafında bulunuyorlardı. Ama telsiz bağlantısı sağladığı arkadaşları Şatos'un sol tarafında bulunan Karat'ta da çözülme yaşandığını, düşmanlarının oradan da sarkmakta olduklarını bildirdiler. Bu tam bir çözülme değildi. Ama yine de tehlikeliydi. Sakine bu yeni gelişmeler karşısında tedbir olarak üç arkadaşını yakındaki bir sırtta mevzilendirdi. Düşmanın Vartink taraflarından sızması halinde bu arkadaşları onları suikasat atışlarıyla karşılayacaktı. Diğer üç arkadaşını ise suyun karşı tarafından, yani Karat taraflarından sarkabilecek olan düşmana karşı koymaları amacıyla görevlendirdi. Karat'ın hemen alt taraflarına düşen bir sırtı tutacaklardı.

Herkes çevrede buldukları irice taşların arasında sıkışık düzen birer mevzi bulmuş, öylece bekliyordu.. Açtılar. Günlerdir doğru dürüst bir şey yememişlerdi. Endişeliydiler. Uykusuzluk ise arkadaşlarıydı sanki! Yakalarını bırakmayan hayırsız, yapışkan bir arkadaş.. Hiçbir yere kıpırdayamıyorlardı. Üç taraftan kurşun ve roket akıyordu üzerlerine. Helikopter baskısı da cabası. Ama Sakine moralini bozmuyordu, bozamazdı da. Bir komutan olarak buna hakkı olmadığını düşünüyordu. Arkadaşlarının durumunu yerinde saptıyor, dertlerini dinliyor, mümkün olan bazı çözümler üretiyordu. Bilhassa yaralıların psikolojik durumlarının bozulmaması için insan üstü bir gayret sarfedilmesi gerekiyordu. Sakine bunun için yaralıların bulunduğu siperlere yöneldi. İlk olarak eski gerillalardan Miran'a yaklaştı:

"Merheba heval?"

Miran sanki hiç bir şey olmamış gibi yerinden doğrulmaya çalışarak:

"Merhaba heval" diye gülümseyerek cevapladı onu.

"Nasılsın?"

"İyiyim sağol"

"Kaç mermi aldın heval?"

"Dört!"

"Bir ihtiyacın var mı heval?"

"Sağol heval!"

Ona şifalar dileyerek, bu kez Behza'ya yöneldi. Behza yeni katılımdı. Bu yaşadıkları savaşa, aldığı yaralara artık bir anlam vermediğini yüzünden okumak mümkündü.. Göğsünden, el parmaklarından ve bacaklarından giren kurşun ve şarapnek parçaları onu şok etmişti. Bir köşeye sinmiş öylece bakıyordu etrafa.. Anlamsız. Vücuduna giren bir kurşun ile birkaç şarapnel, onu moralman bitirmeye yetmişti. Oysa daha ağır yaralar almış olan eski gerilla Miran, doğal karşılıyordu olanları.. Şokta olmak şöyle dursun, moral vermeye çalışıyordu etrafına. Savaş, deneyim kazandırıyordu onu yaşayanlara. Savaşçı ise ilk deneyiminde bir karbon-demir alaşımını andırıyordu.. İlk çatışmayla su veriliyordu bu alaşıma. Suyu alan çelikleşiyor, gerçek bir savaşçı haline geliyordu. İşte daha önce su verilmiş olan Miran, işte daha henüz yeni su almakta olan Behza.. İkisi arasındaki fark, daha önce aynı olayı yaşayıp yaşamadıklarına bağlıydı açıkça. Sakine Behza'ya yaklaştı, ellerini dostça vücudunda gezdirdi. Bir yandan da bu yaşananların anlamını anlatıyordu ona:

"Bak heval, yaşadığımız şey, bir savaştır. Savaşta zaferle yenilgi, hayatla ölüm kardeş sayılır. Şu anda sadece bir kaç yara almış bulunuyorsun. Ama ölmek de vardı. Önemli olan yaşama amacını doğru kavrayıp kavramadığındır. Yöneleceğin hedefi doğru saptamış, o uğurda doğru mücadele vermişsen, büyük yaşamışsın demektir. Düşmanın barbarlığını kendi gözlerinle gördün, yaşadın. Biz bir yerde işte bu barbarlığı kırmak için savaşıyoruz. Bu açıdan bakıldığında evrensel bir savaşımın neferisin sen. Görüyorsun, Türk Genelkurmayı elindeki tüm teknik olanakları ve sayısal üstünlüğünü bizi imha etmek için kullanıyor. Eğer bizi ezebilirlerse, Kürt Halkı'nın kurtuluş umutlarını da gömeceklerini biliyorlar. Eski, kişiliksiz Kürt'ü arıyor TC. Bize bu kadar vahşice yönelmelerinin sebebi budur."

Sakine'nin sözleri uzadıkça Behza şokunu atlatmaya, yüzüne renk gelmeye başladı. Biraz da su içirdiler ona. Sonra epey sakinleşti ve yeniden dünyaya döndü. "Hoş geldin Behza." Onun şoku atlattığına emin olduktan sonra Sakine biraz ilerideki Welat'a uzandı bu kez. O da yeniydi. Hem o kadar yeniydi ki, daha henüz gerilla elbisesi bile giymemişti. Bacağından almıştı mermiyi.

"Nasılsın hevalê Welat?"

"İyiyim, hem de çok iyiyim. Sevincime diyecek yok.. Çünkü ben de gerilla oldum artık!"

"Nasıl?"

"Yaralandım ya, işte böylece gerilla oldum. Çok mutluyum, çok!"

"İnsan yaralanınca mı gerilla oluyor Hevalê Welat?"

"Evet, kestirmeden olgunlaşıyor insan yara almakla. Olgunlaşmak ise gerillalaşmaktır. Ben kendimi böyle hissediyorum."

"Bir şey istiyor musun? Ne istiyorsan söyle vereceğim.."

Welat şöyle bir içini çekti, Sakine'ye dönerek;

"Şimdi bir cıgara içmek vardı ya!"

Sakine'nin de sigaraları bitmişti. Fakat askerlerden ele geçirdikleri sigara paketlerinden birini de ona vermişlerdi. İşte bu sigaralar şimdi yerini bulacaktı. Hemen paketi çıkararak uzattı:

”Al heval!"

"Sağol heval, bu değdi işte!" Hani ya, sigarayı aldığında sanki renk gelmişti yüzüne..

Şiddetli çatışmaların devam ettiği yedi noktadan sürekli olarak bulundukları alana yaralılar getiriliyordu. Sakine bu yaralıları belli bir yerde toplama gayretine girişmişti. Akşam geri çekilme işlemini başlatacaklarından, şimdiden bazı şeylerin hazırlığı yapılsa iyi olur diye düşünüyordu herhalde. Sakine bu işlemleri bitirdikten sonra yeniden iki arkadaşı ile birlikte o tepeciğe tırmandı. Cemal da aynı tepedeydi. Komuta heyetindeki diğer arkadaşları sürmekte olan mevzii mücadeleleri yönetmek için sağa sola dağıldıklarından, ikisi yalnızdı orada.

"Ne yapabiliriz? Çekilmemiz şart oldu" diye soran Cemal düşünceliydi. Sakine de öyle. Fakat birşeyler yapmaları farz olmuştu artık.

"Ben araziyi tanımıyorum burada. Fakat bu uğursuz yeri mutlaka terk etmemiz lazım. Herşeyden önce arkadaşları doyurmak açısından önemlidir bu. Açlık dayanılmaz bir hale gelmiş bulunuyor. Yaşanan halsizlikle kısa bir süre içerisinde hiçbir şey yapamaz duruma gelebilecekler."

Cemal gerçekten bir çıkmazın tam göbeğinde olduklarını biliyordu. Düşünceli halinden bu açıkça belli oluyordu. Evet, bir yerlere geri çekilmeliydiler..

"Sabaha Xizgînos'da olmamız gerekiyor. Kulp'a kadar uzanan vadinin kuzey ucu sayılabilecek güvenli bir yerdir orası. Belki biliyorsun, Mederan'a yakındır Xizginos. Daha doğrusu Mederan-Ziktê arası bir yer. Orada hiç olmazsa ekmek falan yapar yediririz arkadaşlara. Bir de şu var; sürekli operasyon yememiz, çok kayıplara yol açıyor. Bundan da kurtulmamız gerekiyor."

"Haklısın."

"O halde sen aşağı inip arkadaşları hazırla. Ben bir gurup arkadaşla karşıya geçeceğim. Şu çaprazdaki boğaza geçecek, orayı hazırlamaya çalışacağım. Eğer durum uygun olursa size sinyal veririz, gelirsiniz. Hep birlikte oradan geçeriz."

"Anlaşıldı" dedi Sakine.

Cemal, bir takım gücünde gerilla ile birlikte o boğaza doğru gözden kayboldu. Fakat boğaz yoğun suikast atışlarının baskısı altındaydı. Bütün gayretlerine rağmen bir adım dahi ilerleyemediler ve apar topar geri döndüler. Artık ellerindeki o küçük tepecikleri sıkı bir şekilde savunmaktan başka çareleri kalmamıştı. Bu arada Türk genelkurmayı savaşla ilgili ilk rakamları vermeye başlamıştı. Helikopterle ellerindeki tepelere naklettikleri gazetecilere, 90 cıvarında terörist öldürdüklerini, yakında bunların cesetlerini de gazetecilere göstereceklerini ve burayı kısa bir süre içerisinde temizleyeceklerini anlatan Türk savaş kurmayının yetkili subayı kendisinden çok emin görünüyordu.. O gece, tüm Türk Televizyon kanalları mehmetcikin bu olağanüstü başarısını bir bayram havası içerisinde veriyordu, bir gerillanın cesedini göstererek..

Oysa o gün sadece bir tepede, Türk ordusunun 37 büyük silahı kaldırılmış, 50 askerin cesedi sayılmıştı. Diğer tepelere ait rakamlar ise buna dahil değildi. Hele savaşın başından beri verdirilen kayıplar hesaplandığında, cereyan eden duelloda 100'ün üstünde Türk askerinin öldüğü ortaya çıkıyordu. Komuta heyeti tepedeki savaşçılar hariç, tüm arkadaşlarını orta yerdeki nisbeten güvenli bir alana topladılar. Cıvardaki tepeleri ise akşama kadar sıkı bir şekilde savunmaya devam ettiler. Savaş, bir yerde kitlenmiş sayılırdı. Ne gerilla ilerleyebiliyordu ne de askerler. Hele Karat'taki direniş harikaydı. Düşmanları eğer orayı tutabilselerdi, tüm sahayı etkileri altına alabileceklerdi. Gerillalar oraya çok önem veriyorlardı. Saldırı gurupları, pusu gurupları gibi önemli savaşcı guruplar dahil, pekçok arkadaşlarını orayı savunmak için göndermişlerdi. Bu savaşçı guruplar tepeyi sıkı bir şekilde ellerinde tutmaya devam ediyorlardı.

Akşamın gelmekte olduğu, bulutların biribirlerini gerillaların tepelerine çağırmalarından belli oluyordu. Hava daha henüz laciverte kesmişken, başlarının belası o her gece yağmayı marifet bilen yağış yeniden başlamıştı bile.