Kitaplarım - Govend


Küçük Büyük Adam
(Gerilla Hakkı)

(bu hikayeyi bana gerilla Hikmet Tokçu-Lice anlattı)

ARGK içinde görev alan tüm Küçük Büyük Adam'lara ithaf olunur...

***

Çok yorulmuştu, ama buna değmişti doğrusu. Amed gerillarının lojistik ihtiyaçları için temin ettiği malzemeyi katırlara yükletmiş, gerillalara göndermişti ya rahattı artık. Bu ıküçük Büyük Adamı işini yaparken hiç bir problemle karşılaşmamıştı. Rahattı rahat! Boyu 120 cıvarındaydı, Hikmet'in. Hayatı boyunca kendisi ile dalga geçenler onu hiç rahat bırakmamışlardı. Onlar ıcüceı, ıyerden bitmeı, ıuğursuzı gibi sıfatları bu fedakar insana yakıştırdıkça o hırslanıyor, kendisini küçük görenlere inat hayata dört elle sarılıyordu. Kendisini dışlayanlarla başa çıkmak için sıkı bir şekilde savaşmak zorunda kalmıştı hep. Ama şimdi o, bir ARGK milisiydi. Kendini beğenmiş o koca koca adamlar evlerinde otururken o, ufak boyuna aldırmadan, hatta bu boyu bazan bir avantaj gibi kullanarak, ulusunun kurtuluşuna katkıda bulunuyordu. Onu küçük görenler, şimdiki pozisyonunu öğrendiklerinde, önünde saygıyla eğiliyor, dalga geçme teşebbüsünde bulunan bilmezlere şiddetle karşı çıkıyorlar. Bundan dolayı gurur duyuyordu kendisiyle. 25 yaşlarındaki bu milis, inadına oldukça zekiydi de.

Bir görevi daha başarıyla sona erdirmişti Hikmet. Artık rahattı. Doğruca Malabadi'ye indi. Köprü görünmüyordu ama, yeri bilhassa kendisi seçmişti böyle. Çünkü köprü başında nöbet tutan askerlere görünmek istemiyordu. Etrafa şöyle bir baktı, pek kalabalık yoktu. Yolun kenarındaki bir taşın üstüne oturdu, bir cıgara yakarak tüttürmeye başladı. Bitlis'ten veya Batman'dan gelmesi muhtemel bir otobüs bekliyordu. Şöyle bir soluklanıncaya kadar gelirdi herhalde bir şey. Kepoğlu'nun adamları da görünmüyordu ortalıkta. Bu iyiydi hani. Bu saatten sonra çeteci sorgusu da çekilmezdi.

Az sonra Batman yönünden bir otobüs belirdi. Elini kaldırdı, durdu şoför. Büyük bir adam gibi bindi otobüse ve boş bulduğu bir koltuğa kuruldu. Ayakları yere değmiyordu, ama bu rahatsızlık vermiyordu ona. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Tanıdık hiç kimse yoktu otobüste. Yanıbaşındaki koltuklarda çarşaflı iki kadın oturuyordu. Sıcaktan bunalan insanların arasında, sıkı sıkıya kapanmak mecburiyeti hisseden bu kadınlara acıma dolu bir bakış fırlattı. Bir an sürdü bu. Sonra vazgeçti ve kendi alemine daldı. Bu arada kendisi de meraklı bakışların hedefi haline gelmişti. Her şeye kuşkuyla bakmaya alıştırılmış olan halk, sessizce sorguluyordu Hikmet'in durumunu. Bu küçücük adam, ne arıyordu o dağ başı sayılan yerde? Hay Allah!

Otobüs müşteri ala bıraka ilerledikçe içerdekilerin canı sıkılmış, mırıldanmalar başlamıştı. Neydi bu dur-kalklar? Üff be! Fakat az sonra herkes azrail görmüşcesine sustu. Uzaktan Türk Askerleri'nin kontrol noktası görünmüştü. Yolun iki tarafına dizilmiş olan tanklar birer zulüm abidesi gibi geliyordu insanlara. Şurasında burasında açılan deliklerle asfalt demeye bin şahit isteyen yola birer ikişer metre mesafede kazılmış olan mezilere yerleşmiş olan askerler, en ufak bir olumsuzlukta kurşun kusmaya hazır silahlarıyla pür dikkat bekliyorlardı. Yola hakim tepelere de tanklar yerleştirilmişti. Kürdistan'da yol kontrollarının olağanlığı herkesçe bilinmesine rağmen, bu gibi noktalardan geçmek yine de korkutuyordu insanları. Halk, askerlerde bir yılanın soğukluğunu hissediyordu. Çünkü bu adamların ne zaman, nerede, kimi ısıracakları; kimin kolundan tutup götürecekleri belli değildi. Bir bakarsın piyango sana çarpmış! O zaman seç akla karayı.. Bundan dolayı herkes bu yol kesen haydutlara şirin görünmeye çalışır, nefret ettikleri bu yaratıklara karşı herhangi bir hata yapmamaya dikkat ederdi. Şoför, kontrol noktasına yaklaştığında hız kesti ve ülkenin efendisi gibi hareket eden bu silahlı adamların önünde durdu.

Hikmet, kontrol noktasındaki rütbeliyi tanımıştı. Anlaşılan başı beladaydı. Saklanmalıydı, ama nasıl? Etrafına bakındı, donuk bakışlı insanların hiç biri kendisine bakmıyordu. Herkes pür dikkat askeri kolluyordu..

Bu iyi işte!ı dedi kendi kendine ve bir hamlede yandaki kadınlardan birinin eteğinin altına giriverdi. Orada bir anda kayboldu. Bu küçücük adam çarşaflı kadının eteğinin altında iyi bir sığınak bulmuştu. Gerisi kadının insafına kalmıştı artık. Davetsiz misafiri olduğu bayan ise çok kızmış, ama olay ortaya çıkarsa rezil olacağını hesapladığı için, sadece kısık bir sesle;

Itoğlusu, çabuk çık oradan. Edepsiz!ı diyebilmişti..

Zavallıcık bir yandan söyleniyor, bir yandan da Hikmet'i mıncıklayıp duruyordu. Fakat Hikmet, canı yanmasına rağmen hiç oralı olmadı. Daha bir büzülerek dışarıdan görünmemeye çalıştı, hepsi bu. Bu sırada mavi bereliler içeri dalmış, dehşet saçan bakışlarını fırlattıkları yolcuların kimliklerini kontrol ediyorlardı. Gariptir, onlar hiçbir şey söylemeden dahi herkes kimliğini çıkarmış, uzatmıştı. Bir nevi refleks haline gelmişti bu. Kadın, içeri giren o izbandut gibi askerleri görünce daha bir sindi, kaderine razı olmuşcasına hiç ses çıkarmadı. Yandaki diğer kadını bir gülme krizi tutmuştu. Bunun üzerine ona döndü:

Sus Emine! Bizi rezil edeceksin!ı

Kalbi küt küt atıyordu kadının. ıYa yakalanırsam?ı ıYakalanmak bir şey değil, rezaleti nasıl izah ederimı diye düşünüyordu zavallıcık. Vücudunu müthiş bir ter basmıştı. Bu sırada askerler onlardan yana şöyle bir baktılar ve korku içinde titreyen bu kadına;

Korkma teyze, bir şey yokı deyip kimlik sormadan geçtiler. ıNe de olsa iki çarşaflı kadın, bunların her hücresi terörist olsa ne yazarı diye düşunüyor olsa gerek.. Oysa o çok tehlikesiz saydığı kadınlardan birinin eteğinin altında saklanan şeyi bir bilseydi!

Kontrol bittiğinde Hikmet usulca ve hiç kimseye çaktırmadan bir çırpıda bulunduğu yerden çıktı. Teşekkür ederek yerine geçti. Artık rahattı.

***

Hikmet ve Murat, bu eve varmak için uzun süre yürümüşlerdi. Şehre epey yakındılar artık. Bulundukları yere dış mahalle de denebilirdi. Şu dost korucu evine misafir olma fikri iyiydi. Hem yorgunluk attılar, hem de Gerilla Murat'ın kıyafetini sivil elbise ile değiştirdiler. Çoktandır kararmamış olan bir çaydanlıktan çay içmeyen Murat'a cam bardakta sunulan çay, ona epey lüks gelmişti. Üstelik ısiyasi kaşıkı yerine gerçek çay kaşığı kullanacaktı. Iyice dinlendikten sonra birlikte çıktılar ve doğruca çarşıya yollandılar. Lojistik için malzeme satın alacak ve cepheye sevkedeceklerdi. Hazro'ya akşam üstü varmışlardı. Yapacak çok şeyleri vardı bu besbelli. Ama öncelikle bir lokanta yemeği yiyeceklerdi. Gerillaların en fazla hasretini çektikleri şeydi lokanta yemeği. Gerilla Murat da onlardan geri kalmayacak bir iştahla yumulmuştu biber dolmalara.. Pilav da cabası. Kaptakiler göz açıp kapayıncaya kadar bitti. Birer de sigara yaktılar yemeğin üstüne. Oooh! Lokantadan şüphe uyandıracak hareketlerde bulunmayacak şekilde ayrıldılar. Hikmet, dikkat çekmemenin en iyi yolunun gözönünde bulunmak olduğunu öğrenmişti. Bundan dolayı rahat hareket ediyordu. Fakat yine de ihtiyatı elden bırakmamak için, pek aydınlık noktalara çıkmamaya da gayret ediyorlardı. Ne olur ne olmaz! Şans bu ya, buna rağmen devriye gezen askerlerin dikkatini çektiler.

Hışt, siz! Gelin buraya bakalım.ı

Hikmet şaşırmış gibi davrandı, ama yüreği de hızlanmamış değildi. Kendilerine silah doğrultmuş olan askerlere döndü ve aptal numarası yaparak:

Bahan mı diyiysen?ı diye sordu ımeraklaı.

Sana söylüyom len! Burya gel.. Çabuk!

Iş sarpa sarıyordu. Hemen toparlandı ve boynunu bükerek onlara doğru yürümeye başladı. Bu arada Murat'tan yana döndü ve gizlice;

Ben ne yaparsam sen de bana uy.. Tamam mı?

Tamamı dedi Murat. Ama bu işin burada bittiği de gün gibi ortadaydı.

Hikmet askerlerin yanına varır varmaz hemen mayışmaya başladı:

Abe, Allah rızası için bir sedeqe!ı

Ne sadakası be adam? Kime yutturuyorsun? Nereden geliyorsunuz onu anlat! Masal yok!

Abe, ben Lice'liyem. Feqirem, Allah ruzası için bir sedeqe ver ha!

Asker bu ıyarım porsiyonıa esaslı bir tokat akşetti. Yere düşen Hikmet'e bu kez ard arda tekmeler indirmeye başladı. Sıra Murat'a gelmişti. O da aynen Hikmet'in yaptığı gibi dilenci numarası çekiyordu. Ona da diğer askerler, Allah ne verdiyse, giriştiler. Bir yandan pataklıyor, bir yandan da nereden gelip nereye gittiklerini sorup duruyorlardı. Dayak faslına kısa bir ara verilince kimlik sordu zorba. Hikmet hemen cebine davrandı ve kimliğini çıkardı. Murat da. Kimlikler sağlam görünüyordu, ama askerler ne ikna olmuşlardı, ne de tatmin. Onları önlerine katıp karakola kadar götürdüler. Oradaki komutana durumu açıkladılar. Fakat Hikmet orada da dilenmeye devam etti. Komutana;

Kumandar beg, çucuxlarının başi için bir sedeqe!ı diye yalvardıkça tekmelendi, ama tekmelendikçe hem ağladı hem de daha yüksek sesle;

Allah rizasi için dögme! Bi sedeqe istedıx, bızi geberttın. Ne istiysen kumandar?

Hikmet böyle konuştukça Türk Subayı kuduruyordu:

Ulan Eşşe oğlu eşşek. Kes mayışmayı! Biz sizin kim olduğunuzu biliyoruz. Ya ötersin ya da leşini köpeklere yediririm. Seni sayı ile mi verdiler bana!

Hikmet dilenciliğinden taviz verecek gibi değildi:

Ne qonuşam kumandar? Feqir olmax qebehet mi? Qulp'te bir kaç kuruş toplayax dedıx, geldıx. Bılsem gelır miydım?

Saatler böyle yarı dayak, yarı dalga içinde geçti. Komutan yorulmuştu, askerler yorulmuştu, ama Hikmet ıAllah rızası için bir sadakaı istemekten hiç yorulacak gibi değildi. Türk Subayı nihayet Diyarbakır'a çektiği faxtan da bu isimlerde aranan kimse bulunmadığı cevabını alınca yumuşamış, dayak atmaktan vazgeçmişti. Sabaha karşı ise onlara bir daha Kulp'a uğramamaları hususunda sıkı bir tembihte bulunduktan sonra salıverdi. Hikmet, bu kez de atlatmıştı..

***

Küçük Adam haldeki esnaf kahvehanesini çok severdi. Amed'e uğradığı zamanlar fırsat buldukça oraya gider, hem sağa sola laf yetiştirir, hem de çayını yudumlardı. Çok aktif bir milis olduğu için Amed Eyaleti'nde görev yapan bütün milisler, dostlar ve gerillalar onu tanırlardı. Hatta denebilir ki bütün mahalli örgütün favorisiydi Hikmet. Bir maskot olarak kabul görmedi hiçbir zaman. Çünkü o, her zaman boyunun üstünde bir aktivite sergilemişti. Bunu Hareket'i omuzlayan herkes bilirdi. Bundan dolayı hiç yabancılık çekmez, saygı görürdü görev yaptığı alanlarda.

Fakat o gün izah edemediği bir sıkıntı basmıştı yüreğini. Küçük hasır kürsüsüne kurulmuş, düşünceli bir şekilde çayını içerken bir yandan da o gün yapacağı işleri planlıyordu. Ama sıkıntılıydı işte. Gerillalar için bulduğu malzemeyi kazasız belasız bir şekilde karargaha ulaştırmak öyle ha deyince olacak iş değildi. Yol üstündeki sayısız kontrol noktasını aşmak kolay mıydı? Bu noktaları aşmak için bazan yarım saatlik yolu yarım günde alıyorlardı. Sonra malzemeyi dağa kaldıracağı noktaya ulaştığında o sıkıntılı bekleyiş anlarındaki tehlikeler gözlerinin önüne geldi.

Kalk bakalım..

Arkasındaki adamdan gelen bu emirle irkildi, ayağa kalktı. Baktı, iki kişiydiler. Birini tanımıyordu. Ama diğeri Hamo'ydu. Hani şu itirafçı iti. Durumun hayra yorumlanamayacağını hemen anladı. Kalktı yerinden çaresiz.

Yürü bakalım, karakolda bir ifaden var.

Yakalanmıştı. ıBu itirafçının her şeyi anlattığı kesinı diye düşündü. Bir şeyler söylemek istedi, sonra vazgeçti. Çünkü karar verilmişti bir kere, götürülecekti çaresiz. Omuzundan tuttular ve halin kapısında bekletilen arabaya kadar sessizce, ama sürüklercesine götürdüler. Orada üç izbandut daha vardı. Hikmet'in bindirilmesi ile çalışır vaziyetteki minibüs derhal hareket ettirildi. Dağkapı'yı geçtiklerinde kendisini alan polis bağırdı:

Eğil lan!

Bir yandan bağırıyor, bir yandan da Hikmet'in kafasını ön döşemenin altına sokacak şekilde bastırıyordu. Hikmet, dolambaçlı yollardan götürüldüğünü, yön mefhumunu kaybettirmeye çalıştıklarını hissetti. Bir süre sonra gözlerini de bağladılar. Gittikçe kabalaşıyor, asıl yüzünü gösteriyordu polis. Nihayet avlu olduğunu sandığı bir yerde durdular. Refakatçisi Hikmet'i ensesinden bastırıp indirdi otodan ve ite kaka bir kapıdan içeri tıktı. Polis, içeri soktuğu Hikmet'i bir bankın önünde durdurdu ve kayboldu. Gözlerini yarı açmışlardı. Boyu banka yetişemiyordu. Biraz geride durdu ve yukarıya çevirdiği nazarıyla bankın arkasındaki adamı incemeye başladı. Beriki dik dik baktı ve:

Yüzümü mü ezberliyorsun lan! Çabuk ceplerinde bulunan her şeyi boşalt!ı emrini verdi.

Hikmet ceplerini boşaltırken, bankın ardındaki adam onları teker teker önündeki kağıda kaydediyordu. Nihayet bu işlem de bitti. Eşyanın kaydedildiği kağıdı Hikmet'e imzalattıktan sonra gözlerini tekrardan tümüyle bağladılar ve ensesinden tutarak sürüklediler. Bir merdiven iniyorlardı. Onu sürükleyen adam, alışkanlıktan olsa gerek bir ara;

başını eğ..ı dedi. Sonra buna kendisi de güldü. Insanları bu merdivenden aşağıya sürüklerken hep aynı sözleri tekrarladıkları için, farkına varmadan yüzyirmi santimetre boyundaki bu gence de aynı numarayı çekmek istemişti.. Avlarını bir süre sonra bir kapıdan iterek içeri soktular. Sokmalarıyla birlikte rastgele vurmaya başladılar. Soru falan sormadan bir süre böylece ıyumuşattıları küçük adamı. Hikmet ise;

ne istiyorsunuz? Ben ne yaptım?ı diye bağırmasına rağmen hiçbir cevap alamıyordu. Sadece bir ara verişte işkencecilerden birinin alaycı bir şekilde;

dayak atma özgürlüğümüzü kullanıyoruz yarım porsiyon!ı dediğini duydu. Hepsi bu.

Bir süre sonra ayağa kaldırdılar Hikmet'i.

Dikil lan şuraya!ı deyip çıktılar. Pis kokulu bir odadaydı. Dışarı çıkmıştı herkes. Ama yine de sanki karşısında duran biri tarafından inceleniyormuş gibi geldi ona. Hiçbir şey demeden öylece bekledi. Bir saat kadar tedirgin bir şekilde dikildi durdu. Sonra büyük bir terör estirerek tekrar girdiler içeri. Birinin tam karşısına geçtiğini hisetti. Bu adam dev gibi biri olmalıydı. Elinde bir sopa vardı ve bu dev o sopayı boyuna avucunda şaklatıyordu. Bir süre öylece şaklattı sopayı. Sonra dehşet veren bir sesle konuşmaya başladı:

Burada bütün bildiklerini anlatacaksın. Rahatlayıp çıkacaksın. Buradan konuşmadan çıkan, doğru çukura gider. Anladın mı?

Sesi sanki göklerden geliyormuş gibiydi. Herifin boyu çok uzun gelmişti Küçük Adam'a. Hikmet ıbu kez iyice kapana kısıldımı diye geçirdi içinden. Ama yine de aptalları oynayacaktı:

Ne diyeyim?

Beriki kızmış gibiydi. Sesini daha da yükselterek:

Bırrrak numarayı bücür! Senin gittiğin yollardan biz geri döndük! Okuma yazman var mı?

Yokı dedi Hikmet. Aslında bilmesine rağmen ıyokı demişti. Ne için ıyokı dediğini kendisi de anlamadı. Isyan denemesi herhalde. Belkide bundan sonraki sorulara vereceği cevapların rengini belirtiyordu.. Evet, evet öyle olmalıydı. Bunun üzerine adam;

Anlat öyleyse. Nasıl devlet kurduğunuzu anlatacaksın. Kimlerle buluşuyorsun? Ne arıyorsun burada? Gerillalarla buluştuğun noktaları, kimlerle gittiğini hep anlat. Masal yok anladın mı?

dedi ve karnının üst kısmına, karaciğerinin hemen altına düşen bölgeye esaslı bir yumruk indirdi. Hikmet bir anda iki büklüm olmuştu. Nefesi kesildi, sarardı. Öylece yığıldı kaldı. Işkencecilerin hiç endişesi yoktu. Fakat biraz oyun istiyordu canları. Evet, bu küçük topla biraz oynayacaklardı. Üstüne bir kova su boca ettiler. Hikmet bir anda uyandı. Işkenceci yine tepesine dikilmişti. Sırıtarak;

Iyi uyudun mu bari? Haa! Nerede kalmıştık? Anlatacaksın bunları, ben de seni aldığım yere bırakacağım. Tamam mı?

Hikmet de onun karşısına dikilmişti. Şaşkınlığa vurduğu bir sesle:

Ben o söylediklerinizi hiç anlamadım. Kimi tanıyorum ki burada? Devlet kurmak nedir? Ben yalnız bir kaç bakkalı, lokantacıyı ve bazı Liceliler'i tanırım.. Hemşerilerim hepsi.. Gidip geliriz. Hepsi bu kadar.

Beriki, yarım porsiyon olarak gördüğü bu küçük adamın numara yapması karşısında çılgına dönmüştü bir anda. ıŞu adam bozuntusuna bakı diye geçirdi içinden ve:

Ulan orospu çocuğu! Sana masal yasak demedim mi? On beş dakika müsaade. Anlattın, anlattın.. Anlatmadın, gör başına gelecekleri! Bak leşini nasıl çöplükte bulurlar!ı dedi ve çıktı gitti.

Bu arada bulunduğu odaya eli ayağı zincirli birini soktular. Adamın gözleri açıktı. Hikmet'e yaklaştı, fısıltıyla sordu:

Ne zaman yakaladılar seni?

Hikmet önce cevap vermek istemedi. Ama beriki üsteleyince ağzından dökülürcesine:

Bugünı dedi.

Beriki merak etmiş gibi sordu:

Çok vurdular mı?

Pek değil

Zincirli adam umutsuz gibiydi:

Daha çok vururlar. Sana söyletinceye kadar vurur bu adamlar. Ben karar verdim konuşacağım. Neye başkası için dayak yiyeyim? Ben karşı tarafa geçiyorum.. Yeter artık biraz da biz rahat edelim.

Hikmet durumu hemen kavradı. Moralini bozmak veya zahmetsiz teslim almak için getirmişlerdi bunu. Açık bir psikolojik savaş taktiği.. ıAkıllarınca yıldıracaklar beniı diye düşündü. Kararlıydı. Ne olursa olsun teslim olmak yoktu. ıNe demişler? Berxwedan jîyane! O halde o da direnecekti. Direnmenin yaşamak olduğunu yaşayarak öğrenecekti. Bu arada tecrubeli bir milis arakadaşının söyledikleri geldi aklına. Bu arkadaş şöyle demişti bir gün; Işkencenin izleri bir, bilemedin iki haftada geçer. Ama ötmenin verdiği utancı yıllarca taşırsın...

Direnecekti Hikmet. Bu kişiliksiz adamın sesinin geldiği yere döndü. Kapalı gözlerinin ardındaki şimşekleri hisettirircesine konuştu:

Sana uğurlar olsun! Ben bir şey bilmiyorum ve sonuna kadar bilmeyeceğim! Anladın mı?

Adam almıştı mesajı. Ama ruhunu teslim etmiş biriydi o.. Sürekli savunma durumunda olan o ölesi ruh, içinde bulunduğu durumu meşrulaştırıcı gerekçeler hazırlıyordu hep. Gerekçelerini hazırlayamazsa içinde bulunduğu batağı nasıl izah edebilecekti ki?

Ben sana işin gerçeğini söyledim. Gerisi sana kalmış. Madem dayak yemeden konuşmayacaksın, sen bilirsin..

Odanın kapısı o anda sanki sohbetin sona erdiğini hatırlatırcasına açıldı. Yine aynı takımdı içeri giren. Izbandut gibi olduğunu hisettiği polis geldi, tepesine dikildi.

Eee! Nerede kalmıştık? Herhalde söyleyeceklerini hazırlamışsındır.

Ben bir şey bilmiyorum. Ne sorduğunuzu bilmiyorum.

Ya, öyle mi? Ben şimdi sana hatırlatırım. Soyun lan bücür!

Işler sarpa sarıyordu. Ama yapacak hiç bir şeysi yoktu Hikmet'in. Usulcacık soyundu. Sadece kilotu kalmıştı üstünde.. Beriki alaycı alaycı bakıyodu herhalde, ki sonunda yeniden konuştu:

Ne o? Utanıyor musun yoksa? S....e güvenmiyor musun ahbap? Vatana ihanet ederken utanmıyordun da kilotunu çıkarırken mi utanacaksın lan orospu çocuğu?!

Hikmet diklenir gibi oldu:

Ben ne anlarım vatan hainliğinden ağabey! demesiyle suratına bir tokat yemesi bir oldu..

Anlamadın mı köpoğlu! Burada ağabey yok komutan var.. Tamam mı?

Tamamı dedi Hikmet ve donunu çıkarırken bir tokat daha patladı suratında.

Anladım komutanım diyeceksin!

Anladım komutanım

Bağır lan!

Anladım Komutanım!

Artık çırılçıplaktı Hikmet. Işkenceci bu kez yanındakine seslendi:

ıŞuna baksana! Çok kirli bu yarım porsiyon. Neden yıkamadınız? Haydi malzeme getir.ı

Orada bulunan polislerden biri koşar gibi çıktı ve kısa bir süre sonra yanında getirdiği kalın bir hortumla kapıda belirdi. Bulundukları bodrumdaki musluğa bağladı bunu ve suyu sonuna kadar açtı. Bir süre suyun kıvamına ermesini bekledi ve bu basınçlı suyu orada ayakta beklemekte olan Hikmet'e tuttu. Hikmet, suyun ilk darbesiyle yere yıkıldı. Bir yandan da tir tir titriyordu. Musluğu tutan işkenceci, basıncı daha da arttırmak için hortumun ağzını büzdü ve yerde kıvranmakta olan avının tepesine giderek üstüne tuttu suyu. Müthiş bir acı duyuyordu Hikmet. Su darbeleri kurşun gibi işliyordu vücuduna. O acı duyup bağırdıkça işkenceci iştahlanıyor, daha fazla acı çektireceği pozisyonlar arıyordu. Böylece on onbeş dakika kadar bir süre geçti. Hikmet'te hal kalmamıştı. Artık bu metoddan vazgeçmeleri gerektiği kanısına varmış olacaklar ki durdular. Aralarından biri Hikmet'i ayağa kaldırdı. Sordu arkadaşlarına;

Nasıl temiz olmuş mu?

Sonra zar zor ayakta dikilebilen Hikmet'e döndü:

Eee hatırladın mı bari?

Zorlukla konuşabilen Hikmet ise hala aptalları oynuyordu;

Neyi? Ben birşey bilmiyorum. Ne konuştuğunuzu anlamıyorum.

Karşısındaki yine celallenmişti. Eğildi Hikmet'e doğru ve;

Öyle mi? Vay, bücüre bak bizimle kafayı buluyor! Kurutun şunu!ı diye bağırdı.

Iriyarı olduğunu sandığı bir polis ensesinden tuttuğu gibi Hikmeti kaldırdı ve ellerini havadaki iki kelepçeye bağladı. Sonra saldı vücudunu boşluğa. Hikmet askıdaydı. Bilekleri müthiş bir şekilde ağrıyordu. Az sonra daha da arttı bu sızılar. Bu kez koltuk altlarına da vurmuştu. Duyduğu müthiş acılardan dolayı boyuna bağırıyordu:

Allah rızası için, ben ne yaptım? Yapmayın ben birşey bilmiyorum!

Fakat dinleyen yoktu. Hikmet umutsuzca bağırdı durdu. Berikiler çoktan terketmişti bodrumu. Bu kez küfürlere başladı:

Ulan orospu çocukları! Insafsız köpekler! Vurun ulan, öldürün beni! Ben bir şey bilmiyorum..

Az sonra bilinci bulanıklaştı. Boynu düştü. Sesi kesildi..

***

Üstüne bir kova su döktüler.. Birden silkinerek uyandı. Önce ne olduğunu anlamamıştı. Etrafına bakınmaya çalıştı, gözleri bantlıydı. Polisin elinde olduğunu hatırladı. Bir işkenceci çenesini tutuyordu. Herif, Hikmet'in suratına esaslı bir tokat akşederek böğürür gibi seslendi:

Günaydın bücür! Nasıl iyi uyudun mu?

Hikmet hiç ses çıkarmadı. Öylece bekledi. Beriki:

Dilini mi yuttun lan!

Ses yoktu. Ama beriki buna papuç bırakacak gibi değildi. Esaslı iki tokat daha akşetti Hikmet'e. Sonra sarsarak bağırdı:

Konuş lan! Kimlerle buluşuyordun? Buluştuklarınızla neler yapıyordunuz? Anlat seni gebertmeden!

Hikmet, içindeki son korku kırıntılarını da atmış olduğunu hissetti. Ölüm vardı, ama konuşmak yoktu. Dağdaki arkadaşlarına layık olacaktı bu küçük adam. Birden devleşti cüce.. Güven dolu bir sesle konuşuyordu o zayıflamış bünye:

Ben hiç bir şey bilmiyorum. Konuşacak hiç bir şeyim yok!

Tam da işkenceciyi küplere bindirecek bir cevaptı bu. Pençelerini Hikmet'in boynuna geçirdi ve bağırdı:

Ben şimdi seni öttürmesini bilirim!

Hikmet'i tuttuğu gibi sürükledi, masa gibi bir şeyin üstüne yatırdı. Az sonra cinsel organına ve parmağına kablolar bağladı. Hikmet anlamıştı durumu.. ıDemek cereyana verecekler beniı diye düşündü. Bir titreme hisetti. Meretin adı bile insanı ürpertmeye yetiyordu. Ama dayanacak, renk vermeyecekti. Yine de bir titreme almıştı Hikmet'i. Kabloları taktıktan sonra tepesine dikilen şef pozisyonundaki adam histerik bir sesle:

Hiç merak etme.. Şimdi ısınırsın. Belki o zaman hatırlarsın..

Sonra maniploya bastı. Hikmet, kaskatı kesilir gibi oldu. Bir yandan da bağırıyordu:

Ben bir şey biiiillmiii-yooo-ruuuuu.....

Böylece Hikmet'e saatler geçti gibi gelen bir süre geçti. Ama pes etmiyordu bu Küçük Dev Adam! Işkenceciler kabloları çıkardılar. Hikmet'i bir tahta kanapenin üstüne götürüp oturttular. Bu kez de pes etmişlerdi.

Ardından gelen beş gün boyunca hep dayak yedi Hikmet. Ama boşuna. Direniyordu. Bexwedan Jiyane! sloganı onun başlıca direnç kaynağıydı. Polisler bu küçük adamı teslim alamayacaklarını anlamışlardı. Ya öldüreceklerdi, ya da salacaklardı çaresiz. Kendi düşüncelerine göre; ıbir cüceyi öldürmekı işlerine gelmiyordu. En iyisi onu uzak bir yere sürmekti. Şefleri, Hikmet'i getirtti ve karşısına oturttu. Tehitkar bir sesle:

Sana acıdım. Kendine yeni bir yol çizmen için fırsat tanıyacağım. Şimdi seni salıyorum. Doğru Istanbul'a gideceksin. Eğer bir daha buralarda görürsem, bütün dünya benimle dalga geçse bile geberteceğim seni. Tamam mı?

Tamam komutanım!ı dedi Hikmet.. Eh, bu kez de yırtmıştı..

Eşyalarını aldı. Minibüse bindirildi ve Dağkapı'da bırakıldı. Yedi günden beri ilk kez gün ışığı görüyordu. Bir tuhaf oldu.. Sonra toparlandı ve işkencecinin dediklerini hatırladı. Doğru garajlara gitti. Etrafa baktı, uygun bir gişe kestirdi gözlerine ve oraya doğru seğirtti. Zar zor yetiştiği bankın arkasındaki adama seslendi:

Bana Muş'a bir bilet kes!

***

Muş'tan Kulp'a kadar yürümek epey zamanını almıştı. Yine o dostun evindeydi. Yorgun Hikmet, orada uzun süre beklemedi. Çayını içti. Yemeğini yedi. Bir iki saat yorgunluk attıktan sonra Lice'ye doğru yollandı. Ana ve babasına şöyle bir görünecekti. Bu sırada yürüye yürüye Lice karakolunun nizamiyesine kadar gelmişti farkına varmadan. Daha bir süratlendi, zamansız. Nizamiyedeki erler kuşkulanmıştı bu küçük adamdan. Daha yakından bakınca üstü başı toz duman içindeki Hikmet'i tanımışlardı. Hemen durdurdular. Üstüne karakolun azgın köpeklerini saldı komutan. Fakat Hikmet böylesi saldırıları boşa çıkarmakta çok ustaydı. Yere uzandı ve öylece sessiz bekledi. Köpekler gelerek tepesine dikildiler. Başlarını sağa sola eğip, bir sağ gözleriyle, bir sol gözleriyle incelediler yerdeki adamı. Köpekler pek bir anlam verememişti bu şeye. Sonra sahiplerinin yanına döndüler. Kurtulan Hikmet, bu kez komutana dönerek:

Bak komutan bu hayvanları çok iyi tanırım ben. Bana hiç bir şey yapmazlar..

Fakat komutanın şaka dinleyecek hali yoktu. Hikmet'e olanca heybetiyle bağırdı:

Ben de sizin gibi köpekleri iyi tanırım. Kalk lan!

Hikmet şaşırmışcasına bir tavır takınarak kalktı.

Gel buraya!ı

Sonra karakoldakilere seslenerek:

Bölük hazırlansın. Bu herifin adamları pusu kurmuşlardır. Gidelim de bize göstersin yerlerini, ya da gebersin..ı

Lice-Hani karayolunda ilerliyorlardı. Hikmet, yol boyunca boşyere; pusu falan gibi şeylerden haberi olmadığını, kimseyi tanımadığını söyleyip durdu. Fakat dinletemedi. O önde, aralıklı tek sıra halinde ilerleyen bölük arkada ihtiyatlı bir şekilde yürüyüp duruyorlardı. Bir ara Hikmet'in gözüne, yolun tam ortasında küme gibi toplanmış olarak yatan bir yılan ilişti. Bunu arkasından yürümekte olan askere gösterdi. O da duraklayınca, meraklı bir şekilde yanlarına yaklaşan üçüncü asker derhal davranarak yaraladı yılanı. Hemen ileri atılarak bir hamlede bu yaralı yılanı yakaladığı gibi Hikmet'in boynuna doladı!

Nasıl güzel mi yeni boyunbağın?

Hikmet'in dalgayı dinleyecek hali yoktu. Can pazarındaydı. Pür dikkat boynundaki yılanın hareketlerini takip ediyordu. Bir ara yaralı hayvan toparlanır gibi oldu ve Hikmet'i yaralanmasının sorumlusu olarak görmüş olacak ki büyük bir kinle olacak, onu ısırmaya kalktı. Hikmet başını geri çekince yılan zehrini onun göğüs kısmına boşalttı. Bir hamle daha yaptı yılan, Hikmet yine başını yana çekerek aynı şekilde hamleyi boşa çıkardı. Bu arada hayvanın takati kesilmiş, teslim olmuştu. Hikmet hızla fırlattı bunu. Ancak zehirin etkisiyle göğsünde yer yer şişlikler oluşmuştu.

Lice bölüğü bu yoldan daha fazla ilerleyemedi. Komutanları korkmuştu. Ne olur ne olmaz, ya gerçekten bir tuzak varsa? Bunun için gerilerdeki yerinden cihazla öncü grubu aradı ve geri dön emri verdi. Hikmet'i de yanlarına alarak karakola döndüler. Oraya varır varmaz iki üç kişi birden Hikmet'in üstüne çullandı. Rastgele vuruyorlardı. Bir süre sonra komutanları kükredi:

Anlat bakalım, gerillalar nerede? Yeni katılan kim var ve neredeler? Erzak depolarının yerini de göstereceksin bize. Anladın mı? Haydi bakalım. Canının kıymetini biliyorsan çabucak anlat bunları. Hikmet yine kararlıydı.

Birşey bilmiyorum. Anam beni Kulp'a bir iş için göndermişti oradan dönüyorum. Başka bildiğim yok. Ne gerillaları görmüşüm, ne de yerlerini biliyorum.ı

Komutan müthiş kızmıştı bu cevap karşısında. Rastgele vurmaya başladı. Vurdukça sordu. Sordukça cevap alamadı, bir kez daha vurdu. Sonunda yine çırılçıplak soydular, su verdiler. Ama olmuyordu. Hikmet Nuh diyor, peygamber demiyordu. Bu kez yere yatırıp tabanlarına vurmaya başladılar. Iyice dövdükten sonra bu kez tuzlu suyun üstünde yürütmeye başladılar. Tuz yara bere içindeki tabanlarını öyle sızlandırıyordu ki, dayanılmaz.. Ama boşuna. Bu Küçük Dev Adam dilsizleşmişti bir kere.. Yine de tahammülün de bir sınırı vardı. Hikmet, bir süre sonra güçsüz kaldı oracıkta yığılıverdi..

***

Karakol komutanı ertesi gün sabahın ilk ışıkları ile uyandı ve doğruca bodruma gitti. Askerler Hikmet'i aralarına almış, bir top gibi oynuyorlardı onunla. Bu oyunu bir süre seyretti. Zevklenmişti. Sonra yanındaki nöbetçi subayına seslendi:

Şu cücenin anasını getirin bakalım.ı

Bir müfreze derhal hazırlandı ve Zırhlı araçlara atlayıp gözden kayboldu. Iki saat sonra Hikmet'in anası ile birlikte dönmüşlerdi. Şaşkın durumdaki kadını getirip komutanın önünde diktiler. Kendisine bir Nazi komutanı süsü veren karakol komutanı mağrur bir şekilde kadını tepeden tırnağa şöyle bir süzdü. Kadını terörize edecek şekilde sesini gürleştirerek ağır ağır konuşmaya başladı:

Bak kadın bu senin oğlun bizi çok üzüyor, buna söyle de gerçeği söyleyip kurtulsun. Yoksa ikinizin de hali harap. Oğlun inat ederse kurtuluşun yok, bilesin.ı

Kadın oğlunun bitap haline baktı. Yüreği ağzına geldi. Ne hale sokmuşlardı Hikmetciğini! Vay zalimler vay! diye geçirdi içinden. Sonra komutana döndü ve gözyaşları içinde:

Oğlum ne biliyor ki? O bir çobandır. Yalvarırım bırakın onu.. demeye kalktı. Fakat komutan iğrenerek baktığı bu kadının sözlerini tamamlamasına fırsat vermeden, yüzünün tam ortasına destekli bir tokat indirdi. Kadın sendeledi, ağzından kan aktı. Fakat düşmedi. Ardından vücudunun her tarafına peşpeşe yumruklar indirmeye başladı. Kadın, bir anda ne olduğunu anlamadan kendisini yerde buldu. Yüzü gözü kanlar içindeydi. Bu kez sopayı kapmıştı işkenceci. Tabanlarını kaldırttı ve rastgele vurmaya başladı. Beriki bağırıp duruyor, can havliyle yalvarıyordu, boşyere. Komutan bir ara rahatlar gibi oldu ve Hikmet'e döndü:

Konuş köpek! Ana dediğin şu kadının halini gördün. Konuş yoksa ikinizi de sağ komam!ı

Bunu duyan kadın, perişan haline rağmen oğluna seslendi:

Sen ne biliyorsun ki!ı dedi ve demesiyle yeniden tekmelenmeye başlanması bir oldu.

Yapılanları izleyen Hikmet kelimenin tam anlamıyla sarsılmıştı. Karşısında dayak yiyen, ayaklar altına alınarak çiğnenen, canından çok sevdiği anasıydı, namusuydu.. O ise hiç bir şey yapamıyordu. Bir konuşmaya başlasa, vazgeçecekler, bunu biliyordu. Fakat o zaman canından daha fazla sevdiği anasının ona ve daha önemlisi Hikmet'in kendi kendine olan saygısı bitecekti. Hayatı boyunca şerefsiz yaşadığını hissedecek, eleverdiği için öldürülen arkadaşlarının hayaletleri ile boğuşacaktı. Bir ürperti sardı vücudunu. Yol ağzındaydı. Vereceği karar, yarınını da belirleyecekti. Ihanet-ya da direniş, ikisinden biriydi seçeceği. Belki ailesini de etkilecekti bu karar. Belkisi fazla! Gün bu gündü. Hem eğitimlerde Türk Ordusu'nun, polisinin ve MIT'inin bu yönü hep konuşulmuyor muydu? Evet, ucunda anasının ölümü dahi olsa direnecekti. Bunu anası da isterdi. Oğluyla iftihar etmeyi sürdürsün isterdi kadıncağız..

Komutan anasıyla işini bitirip kendisine döndüğünde, Küçük Büyük Adam başını mümkün olduğunca dikleştirdi ve:

Ben hiç bir şey bilmiyorumı dedi.

Türk Komutan önce şaşırdı bu diklenmeye. Işe bak! Fakat çabuk toparlandı. Hikmet'e aşağılayıcı bir bakış fırlattı ve;

Vay, vay, vay... Bücüre bak! Şu diklenişe bakı diyerek olanca hiddeti ile bağırdı, vurmaya başladı Küçük Büyük Adam'a.. Ilk yumrukta yere kapaklanmıştı Hikmet. Anası dayanamayarak yalvarmaya başladı:

Yapmayın. O birşey bilmiyor. Insaf edin. Ne olur, elinizi ayağınızı öpeyim!

Tam da bu sırada dışardan yoğun motor homurtuları gelmeye başladı. Içerde de bir koşuşturma başlamıştı. Hikmet bir yandan vücudundaki müthiş ağrıyla baş etmeye çalışırken, öte yandan da ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Az sonra kapı açıldı ve içeriye bir gurup mavi bereli girdi. Bunlardan biri hiçbir şey söylemeden ensesinden yakaladığı gibi sürüklemeye başladı Hikmet'i. Öylece dışarı çıkardılar onu. Dışarda kendisini, içinde hepsi de silahlı asker dolu 16 cemse bekliyordu!

Peh, peh, peh.. Forsa bak!ı diye geçirdi içinden. Kendisini dışarı sürükleyen komando, onu bu cemselerden birinin içine itti. Oradakiler ıçok iyiı karşılamışlardı Hikmet'i. Nöbetleşe tekme ata ata Lice'ye kadar götürdüler. Hikmet:

Ayyy! Öldüüüümm! diye bağırdıkça berikiler şevke geliyor, daha da vuruyorlardı.

Lice'de dört gün daha işkence ettiler Hikmet'e. Ama o inatçıydı. Konuşmuyordu. Ya öldüreceklerdi, ya da salacaklardı. ıCüceıliği onu bir kez daha kurtarmıştı..

***

Bir ay oldu eve gitmeyeli.. Bakalım nasıl karşılayacaklar?

Hikmet bir yandan düşünüyor, bir yandan da eve gitmek için akşamın olmasını bekliyordu. Arkadaşları arasında geçirdiği bir ay boyunca moral toplamış, epey düzelmişti. Şimdi hem arkaşları için istihbarat toplamak, hem de mümkün olsa lojistik ihtiyaçlarının teminine katkıda bulunmak üzere geri gönderilmişti. Haber ve lojistik destek, gerilla için hayati öneme sahip iki faktördür.

Köye yönelmek için ortalıkta kimsenin dolaşmadığı bir saati seçmişti. Dikkatle evlerinin kapısına yöneldi. Kimse görmemişti. Ama köpekler havlamaları ile ortalığı velveleye verince bir kaç pencerede karartılar belirdiğini gördü. Daha bir sindi Hikmet. Çünkü bu pencereler arasında muhbirlerinki de vardı. Kapıyı tıklattı, anası açtı. ıInşallah kimse görmemiştirı diyerek içeriye yöneldi. Hikmet'i karşısında kapıda durur gören anası çok sevinmişti. Sessiz bir şekilde elini uzatıp öptürdü. Kucakladı çocuğunu.. Sonra kafasını kapıdan dışarı uzattı. Etrafı iyice kolacan edip, kimsenin Hikmet'i görmediğine emin olduktan sonra kendisi de içeri girdi ve kapıyı kapattı.

Hoş geldin oğlum! Nasılsın? Hevallar nasıl..

Iyiyim Dayê.. Hepimiz iyiyiz.

Önce kahvaltı gibi bir şeyler hazırladı hemencecik. Hikmet bunları yerken, anası ocağı yakmış, üstüne suyu koymuştu. Yıkatacaktı Hikmet'i. Bir yandan çamaşırları hazırlıyor, bir yandan da soru yağmuruna tutuyordu oğlunu. O anlattıkça anası yeni sorular soruyor, durumu ezberlemeye çalışıyordu. Hele operasyona çıkan Türk Askerleri'nin beş defa üst üste tuzağa düşürülerek aptallaştırılmasını dinledikçe tekrarlatıyor, yeni sorularla daha da açtırıyordu çatışmaları.. Su nihayet ısındı. Hikmet çala oturdu ve bir güzel yıkandı. Ayların kiri vardı üstünde. Gerçi fırsat buldukça 15 günde bir mutlaka yıkanıyorlardı, ama sıcak su, çal ve bol sabunla yıkanmak gibisi yoktu.. Vücudu gevşemiş rahatlamıştı. Kalkıp giyindi ve:

Haydi Dayê, ben gideyim artık..

Anası hiç de onu bırakacak gibi değildi.

Yooo.. Valla bir yere bırakmam! Anlat hele. Sen daha hevalları bir güzel anlatmadın ki..

Hikmet gidemeyeceğini anlamıştı. konuşacaklardı çaresiz. Bazı hikayelerini ikinci baskı anlatmak zorunda kalmıştı. Nihayet yorgunluğu galebe çaldı ve uyuyakaldı. Anası nöbetini tutuyordu. Fakat o da günün yorgunluğuna yenik düşmüştü. Bütün gayretlerine rağmen pencerenin dibindeki sedirde uyuyakaldı. Gecenin ilk saatlerinde birden dışarda kıyamet kopar gibi oldu. Her taraftan sesler geliyordu. Köpekler durmamacasına havlıyorlardı. Uykusu epey hafif olan Hikmet endişe ile uyandı. Olağanüstü bir şeyler dönüyor olmalıydı. Çekinerek perdeyi araladı. Olanlar olmuş, evin damı, etrafı asker dolmuştu.. Her yer asker kaynıyordu yani. Anası da uyanmıştı gürültüye.

Asker!

Kafayı sallamakla yetindi Hikmet. Bu arada kapıyı şiddetle vurmaya başlamışlardı. Hikmet, en emin yer burasıı diyerek hemen arkasına geçti kapının. Kapı ile duvar arasına sıkışmıştı. Bir duvar ikonu gibi duruyordu orada, ince ve sessiz.. Anası hiç beklemeden açtı kapıyı ve soran bakışlarla aldı içeri askerleri. Berikiler, alışık oldukları üzere kaba ve tehdit dolu tavırlarla içeri daldılar. Bir yandan küçücük evi, eşyaları sağa sola fırlatarak didik didik arıyor, bir yandan da soruyorlardı:

Nerede bu yerden bitme! Söyle be kadın!

Ana şaşkınları oynamaya devam ederek;

Benden başkası yok evde.. dedi endişe dolu sesiyle..

Askerler bir süre daha araştırdılar ortalığı ve biribirlerini yüzüne soran bakışlar fırlatarak çıktılar oradan.. Acaba yanlış bir ihbar mı?

Yanlışsa yandın lan adamı diyen arama ekibinin başı hışımla çıktı evden.. Bir süre kayboldular. fakat dışardaki onları ikna etmiş olacak ki bir daha geldiler kapıya. Hikmet yine kapının arkasına geçti. Bu kez gelenler daha dikkatli bakıyorlardı etrafa. Içlerinden biri, kapının ardındaki Hikmet'in ayaklarını gördü. Kapıyı işaret etti. Yanındaki hızla çekti kapıyı. Hikmet, büzüşmüş bir şekilde orta yerde duruyordu.

Vay cüce vay..ÊŞu bir karışlık boyun ve aklınla bizimle oynuyorsun ha!ı demesiyle, Hikmet'in bileklerine hışımla kelepçeyi geçirmesi bir oldu.. Askerlerin hepsi dışarı çıkmıştı. Sonuncu asker Hikmet'i kolundan tutup çekiyordu ki anası birdenbire askeri itti ve süratle kapıyı kapattı. Hikmet'le anası aynı anda kapının ardına geçip var güçleriyle itmeye başladılar. Fakat bu hareket berikileri sadece kızdırmaya yetmişti. Üçü birden yüklenerek o zayıf, incecik kapıyı kırdılar, ardındaki desteği yerle bir ettiler. Zafer!.. Yeniden içeri daldılar ve yerdeki kapının ardında kalmış olan Hikmet'i tutup çıkardılar.. Önce köye götürdüler tartaklayarak.. Sonra karakola götürüp işkence etmeye başladılar. Malum ıpatakütaı saatlerce devam etti. Onlar Hikmet'in bildiklerini anlatmasını bekliyorlardı, Hikmet ise onlara birşey bilmediğini anlatıyordu sabırla..

Komutan artık sabrının sonuna gelmişti. Hikmet'in yakasından tuttuğu gibi kaldırdı. Ve sobanın üstüne götürdü..

Ulan yerden bitme haini! Ya konuşursun ya da kebap olduğunun resmidir. Üçe kadar sayıyorum. Konuştun, konuştun. Konuşmadın mı yandın demektir.. Bir..

Iş ciddiydi bu kez. Kebap olacaktı Hikmet! Var gücüyle bağırmaya başladı:

Valla bir şey bilmiyorum. Ne anlatayım. Merhamet edin!

Iki!

Ne anlatacağım. Beni bu boyumla kim yanına alır? Yapmayın..

Üç!

Vakit tamamdı. Işkenceci, Hikmet'i hışımla sobanın üsüne indirdi ve orada tuttu. Canı müthiş yanmıştı Hikmet'in. Can havliyle bağırıyor, yalvarıyor fakat dinletemiyordu. O yalvardıkça beriki daha bir zevkleniyor;
Nasıl bücür? Haydi bağırsana.. Biji Serok Apo ha? Haydi söylesene; gerilla vuruyor, Kürdistan'ı kuruyor ha? Bok kuruyor piçin dölü.. Hepinizin anasını böyle s....m..ı

Bir süre sonra kendinden geçti Hikmet. Alt tarafları tümden yanmıştı. Komutan fırlatıp attı onu. Sonra yanındakilere seslendi;

Atın şu boku dışarı! Gözüm görmesinı..

***

Doktorlar iyi bakmışlardı Hikmet'e. Yaraları kısa bir süre içerisinde düzelmişti. Anasına son kez doya doya baktı.. Ellerini tuttu, öptü. Çok seviyordu bu kadını. Hem anası olduğu için seviyordu onu, hem de can yoldaşı.. Hasretle iç çekti Küçük Büyük Adam. Sonra çantasını kaptığı gibi fırladı kapıdan. Ardına bakmadan koşarcasına yürümeye başladı. Sabaha daha çok vardı. Dağların yolunu tutmuştu yine. Bu kez hedefi Yegêderî mıntıkasıydı. Epey yürüyeceğini biliyordu. Ama umurunda değildi. Hevalları orada bulacağı muhakkaktı. Hiç olmazsa bir grubu.. Dizaynê'yi aşalı epey olmuştu. Artık Hedîk tepesini yarılamış sayılırdı ki, güneşin ilk ışıkları vurdu yüzüne. Tepeyi saat sekiz cıvarında tamamıyla aşmıştı. Yamaçtan aşağıya doğru uçarcasına yürümeye başladı. Bir vadideydi yine.. Birden biri seslenir gibi oldu. Durdu Hikmet. Etrafına dikkatle baktı, Rizgar'dı bu. Bir tepeden sesleniyordu. Hikmet el salladı ve oraya seğirtti. Tanıyordu Rizgar onu. Hoş beşten sonra arkadaşların yerini sordu Hikmet.

Rizgar'ın nöbeti bitmek üzereydi. Birlikte gideceklerdi. Birer sigara çektiler birlikte. Az sonra nöbeti devralacak arkadaş geldi. O da tanıyordu Hikmet'i. Rizgar nöbeti devretti ve Hikmet'i yanına alarak yönetim alanına götürdü. Komutan onu gördüğü için çok sevinmişti. Bu kahraman insan bekleniyordu orada. Eyalet koordinatörü olan komutan elini uzattı, merhabalaştı Hikmet'le. Sonra ağır ağır ve sesine resmiyet vererek konuşmaya başladı:

Hevalê Hikmet, bundan sonra şehre inersen seni mutlaka vururlar. Artık milislik görevin bitmiştir. Hep bizimle kalacaksın bundan sonra.. Bir ARGK gerillası olmaya hazır mısın?

Hikmet kulaklarına inanamıyordu. Rüyaları gerçekleşiyor muydu ne? Küçük Büyük Adam'ın gözleri gururla parladı. Sonra toparlandı, esas duruşa geçti ve:

Şerefle Heval! dedi. Komutan bu kez;

Peki Hevalê Hikmet, bir kod ismi seç kendine.ı dedi yine ciddiyetle.

Hikmet hiç tereddüt etmeden:

Hakkı!. Hakkı olsun adım

Komutan sevgi dolu bi yüz ifadesiyle elini uzattı Hakkı'ya:

Gerilla Hakkı, hoş geldin aramıza!