Kitaplarım - Govend


Dağı Aşan Deliler

[Gerilla hayatının bir gerçeğini aksettiren bu mücadele bana Bingöl-Kiğılı Şehit Gerilla Komutanı Harun (Hüseyin Özbey) tarafından anlatıldı ve tarafımdan hikayeleştirildi]

Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu, ARGK, 1989 yılı boyunca ülkenin her tarafında büyük bir asker sıkıntısı çekiyordu. O aralar sayısal durumları ciddi ve caydırıcı eylemler düzenlemeye yetmiyordu. Kürdistan'da, gerillanın kavgayı yürüttüğü her eyalette veya alanda bu böyleydi. Mesela Çal (Çukurca) yöresindeki gerillalar, 20 kişiye kadar inmiş sayılarıyla fedakarca çabalar sarf etmelerine rağmen, bir türlü Başkanlık'ı memnun edecek bir seviye tutturamıyorlardı. Tüm eyalet sorumlularını kara kara düşündürüyordu bu durum. Yerel yönetimler bundan dolayı çok sıkıntıdaydı. Bu durum aşılmalıydı. Ama nasıl?

Kürdistan gerilla güçleri, o sıralarda ülkelerinin neredeyse genelinde eylemlerini sürdürüyorlardı. Evet, hemen her yerde cansiperane bir eylemlilik vardı. Ama bu eylemler düşmanı görüşme masasına oturtacak düzeyde değildi. Bu, en aşağısından Başkanlık tarafından böyle değerlendiriliyordu. Etkilemedeki yetersizlik gerillaların sayısal durumundan ileri geliyordu. Silah altındaki gerilla sayısının, geniş ve etkili operasyonlara girişmek için yetersiz kaldığı Parti'nin saptamasıydı. Orduya yeni katılımlar gerekiyordu her haluk‰rda.

Daha önceleri hep gönüllü katılım beklenmişti. Hani bir gün; ıhelal olsun şu gerillalaraı falan gibi lafları bırakıp kendiliğinden katılsalar ya.. Eh, hakça konuşursak ARGK'nin düzenlediği eylemler ilgi ile izleniyordu. Her sınıftan Kürt Halkı, gerilla hikayelerini bire bin katarak anlatıyorlardı biribirlerine. Gerillaların her eylemi birer efsane haline getirilerek kulaktan kulağa götürülüyordu. Fakat sıra bu işe bulaşmaya veya gerilla hareketine katılmaya gelince tereddütler başlıyordu. Işin ucunda ölüm var ya! Sonunu belirsiz olarak gördükleri bir ımaceraı için ölmek? I-ııh! Başkası gitsin! Katılımlar yine de oluyordu. Fakat yetersiz.. Bilinç düzeyi mi ne, bir şey eksikti hani. Bir metod geliştirmek gerekliydi bu katılım kapısını aralamak için, ama ne?

PKK Yönetimi bu çıkmazı aşmak için aynı yılın ikinci yarısında, zorla gerillaya alma anlamına gelebilecek bir ıaskerlik kanunuınu yürürlüğe koydu. Buna göre askerlik çağına ermiş olan delikanlılar, gerektiğinde köylere yapılacak baskınlarla zor kullanılarak gerillaya alınacaklardı. Karar derhal uygulama alanına sokuldu. Böylece beklenenin de üstünde eleman sağlandı ARGK'ye. Gerçi gerillaya alınanların çok az da olsa bir kısmı uyum sağlayamamış, bir fırsatını bulduklarında kaçmış, düşmanlarına teslim olnuşlardı. Ama delikanlıların çoğu yeni hayatlarına adapte olmakta güçlük çekmelerine rağmen, kısa bir süre içerisinde başgösteren engelleri aşmış, aralarından bazıları istenenin de üstünde kalitedeki birer gerilla haline gelmişlerdi.

Zorla gerillalaştırma, bütün yurt sathında olduğu gibi, gerilla hareketinin Zagroslar'ı temel alan yöneticilerine de sayısal büyüme açısından büyük olanaklar sağladı. Bu yöredeki gerillaların sayıları yeni ıkatılımılarla 500'ü aşmıştı. Hem de çok hızlı bir şekilde. Fakat bu sayısal kabarma sağlıksız olduğu için, güçlüklerini de birlikte getirmişti. Kısacası şaşkına dönmüştü eyalet sorumluları. Görünen o ki, böylesine hızlı bir büyüme sağlamakla başlarına olağanüstü bir bela sarmışlardı. Probleme boğulmuşlardı adeta. Bu kadar yeni gerilla adayını hazmedecek alt yapı daha henüz hazır değildi. Üslenme alanları, techizat ve ellerindeki lojistik olanaklar bu sayısal kabarmayı karşılayacak düzeyde değildi. Görüldüğü kadarıyla, şiddetli bir kışın kapıyı çaldığı o günlerde gerillaya dahil edilen gençlerin, kışlak anlamında, barınacak yerleri bile yoktu. Gelenler ürkek, bazıları isteksiz ve üstelik tümü de eğitimsizdi. Korku içinde bulunanları bile vardı. Bunları gerçek birer gerilla haline getirmek için daha çoook yol alınması gerekiyordu.

Zagros eyaletindeki gerillaları yönetmekte olan ıkomuta heyetiı ise bu kadar yeni gerillayı kucaklayacak veya yönetecek sayısal bir düzeyde değildi. Sözün kısası, neresinden bakarsanız bakın, yetişmiş gerilla sayısı yetersizdi. Bölgedeki eski gerillaların tümüne de komutanlık rütbesi verilmişti. Fakat komutanlık yapacakların sayısı yine de yetersiz kalıyordu. 20 kişi 500 kişiyi yönetebilir mi? Bu yetersizliği kapatmak için, iyi bir performans sergileyen yeni katılımcıların da peyderpey komutalığa terfi ettirilmesi gerekmişti.

Kuzey'deki diğer eyaletlerde, küçük guruplar halinde savaş yürütmekte olan başka gerilla birimleri de vardı. Onlar da sayısal olarak cılız kalmışlardı. O günlere kadar bir türlü istenen sayısal seviyeye eremeyen tüm bu birimlerin genişletilip güçlendirilmesine karar verilmişti. Ordulaşacaklardı kısacası. Fakat bu kadar düşük sayıdaki savaşçıyı bir ıorduı olarak nitelemek mümkün değildi ki.. Eylemler sürmesine sürüyordu her tarafta, ama hani Parti'yi içten rahatlatacak, sonuç alacak veya Türk yönetimini masaya oturtmak için ikna edecek etkinlikte değildi bunlar. Güney'de ise Birinci Körfez Savaşı'nın bitmesi ile birlikte Saddam, sınırın sıfır noktasına kadar olan toprakları kontrol altına alacak duruma gelmişti. Bu konuda oldukça da dikkatli davranıyordu. Çünkü onun da başında problem saydığı bir başkaldırı ıbelasıı vardı. Bunun için en kestirme yolu seçmiş, attığı gaz bombalarının yarattığı korkuyla Güney Kürdistan'ın dağlık alanları tümüyle boşalmış, boş kalan köyleri ise ard arda yaktırmıştı. Irak Ordusu, bölgedeki dağları ve vadileri, kurduğu hudut karakolları vasıtasıyla çok iyi denetleyebiliyordu o sıralarda. Ne de olsa I. Körfez Savaşı'ndan sonra Saddam'ın yürüttüğü Anfal saldırılarıyla tasfiye olmuştu Güney'deki peşmerge başkaldısı. Bağdat için şimdi önemli olan, muhtemel bir geri dönüşü engellemekti artık. Bunu da başarıyordu ıEvel Allah!ı Anlaşılacağı kadarıyla gerillalar burada da Zap'a ve sınır çizgisi sayılabilecek kadar dar bir alana sıkışmışlardı.

Üstelik tüm bunlar, tam da sonbaharın elveda dediği günlerde gerilla hayatının bir gerçeği olarak karşılarındaydı. Çözüm bekleyen karmaşık gerçekler. Velhasıl neresinden bakarsanız bakın, o yıl yeni katılımcıları ve eski gerillaları çok zorlu bir kış bekliyordu. Güç yeniydi. Hayatı, gerillayı ve PKK'yi tanımıyorlardı ıguerilerosılar. Savaşla tanışmamışlardı daha henüz. Eskilerin dertleri ise yeni katılımcılardı. Aralarına yeni kattıkları bu gençlerin her konuda eğitime ihtiyacı vardı, kendilerini ayakta tutacak olan zorlu bir eğitime. Eğitim için ise bir üsse.. Işte yapının sahip olmadığı şey de buydu. Bu hikaye, yeni katılımlarla birden bire sayısal olarak kabaran Zagros gerillalarından 75 kişinin verdiği çetin yaşam mücadelesinin hikayesidir. ***

Derler ki Tanrı dünyayı yaratırken, şuraya buraya dağları ve ovaları belli bir düzen içerisinde serpiştirmişti. Ama elinde daha yerleştireceği bir çok dağ kalmış. Sadece dağlar.. Bunları ne yapayım dediği sırada, dünyanın son bölümü olan Zagros Eyaletini düzenliyormuş. Sonunda bu dağların tümünü Oramar cıvarına sıkıştırmak zorunda kalmış. Işte buraların böylesine dağlık bir yöre olmasının sebebi buymuş. Fakat Tanrı yine de yarattığı bu son bölgeyi süslemeyi de ihmal etmemiş. Böylece Oramar'daki dağları güzel meşe ormanları ve gürül gürül akan buz gibi sularla bezendirmiş. Bizden söylemesi..

Zagros eyalet yönetimi, aralık ayının başlarında, böylesi sık dağların perdelediği Xan Kurkê yöresinde, Deşta Heyatê'nin devamı gibi görünen dar ve güzel bir vadide toplandı. Içinde bulundukları olağanüstü durumu uzun uzun müzakere ettiler orada. Gıda azlığı, barınacak yer darlığı, güvenlik gibi konular müzakerelerin en can alıcı noktaları idi. Toplantıda çeşitli alternatifler tartışılmıştı. Bir yerde toplu olarak bulunmama veya dağınık barınma zorunluluğu onları epey terletti. Sonunda eldeki gücü eyaletteki muhtelif bölgelere dağıtarak kışı çıkarmayı kararlaştırdılar. Başka çareleri mi vardı yani? Hangi gücün nereye yerleşeceği kabaca belirlenmiş ve hangi komutanın emrine kimlerin verileceği saptanmıştı.

Bölgedeki belirli noktalara serpiştirilecek olan gücün bir bölüklük kısmı da Harun'un komutası altına girecekti. Neredeyse tüm mensupları acemilerden oluşan bir bölüktü bu, acemiler bölüğü.. Hoş diğer gurupların bunlardan geri kalır yanları yoktu ya! Bu yakışıklı ve uzun boylu genç komutan, o zamanlar gerillada daha henüz üç yıllık bir geçmişe sahip olmasına rağmen, tecrubeli arkadaşlarına taş çıkartacak derecede sağlam komutanlık vasıflarına sahip olmuş, yükselmişti ARGK'de. Harun, doğuştan komutan olarak yaratılmıştı sanki. Sakin, güven verici ve rahat bir insandı. Zorlukları küçümseyen o harika gülümsemesiyle tanınırdı. Toplantıda bölüklerine kışlak olarak Kinyaniş bölgesi önerilmişti. Oraları karış karış biliyordu komutan. Bunun için hiç tereddüt etmedi. 75 kişilik bu gücü aldı, karlı bir günde yola koyuldu. Beyaz örtü daha henüz onları engelleyecek kadar kalın bir tabaka oluşturmadığı için, yolculukları kolay geçmişti. Komutanları Harun, onları sınırın sıfır noktasında bulunan derin bir vadiye götürmüştü. Yeni evlerini orada ıinşaı edecek ve yerleşeceklerdi.

Şiddetli bir kışın bütün zalimliği ile dişlerini gösterdiği o zemheri ayında hayat çok güçtü Zagroslar'da. Iliklerine kadar işleyen soğuklarla boğuşan bu yeni gerillalar, büyük bir gayret sarfediyor, hayatlarının bir bölümünün geçeceği kışlaklarını düzenlemeye çalışıyorlardı. Önlerinde lojistikle ilgili, barınma ile ilgili veya güvenlikle ilgili aşmaları gereken pekçok sorun vardı. Böylesi güçlükleri aşacak olanlar ise bu gibi konularda çok az deneyimleri olan basit Kürt köylüleriydi. Hani eve odun getirmek, hayvan otlatmak, veya kışın ava çıkmak gibi köylerindeki bazı sıradan faaliyetlerini bir tarafa bırakırsak, ıguerillerosları hayatın bu düzeydeki güçlükleriyle ilk kez karşılaşıyorlardı. Ama yine de oldukça dayanıklı olmaları büyük bir avantajdı. Köylerindeki zorlu yaşam koşulları onları hem tabiata karşı yürüttükleri ayakata kalma savaşında çelikleştirmişti, hem de hayret edilecek kadar kararlı! Bir gözlemci olarak orada bulunuyor idiyseniz, onların en aşağısından bir kısmının gerillaya gönüllü olarak katılmış olduklarını sanırdınız. Neredeyse gerilla hareketini sil baştan kuracak bir öncü gurup olarak görüyorlardı kendilerini.. Dağların yolunu tutmuşlardı ve ülkelerinin kurtuluş mücadelesini en başından inşa edeceklerdi. Kimler mi inşa edecekti bu mücadele makinasını? Zamansız, yani zemheri ayında, hiçbir ön çalışma yapmadan dağa çıkmayı ıseçenı ışaşkını gerilla adayları.. Şûtiklarını bile doğru dürüst bağlayamayan bir acemiler bölüğü.. Ama gayret ediyorlardı işte. Başgösteren sorunları teker teker ele alıyor, Harun gibi eski gerillaların deneyimlerinin de katkısıyla büyük çabalar harcayarak sabırla aşıyorlardı bunları.

ıÖnce mekanı der eskiler. Bu Türk atasözü, düzene sokulacak olan her yeni yuva veya hayat için geçerlidir. Yerleşecekleri, başlarını sokacakları birer mekan gerekliydi onlara. Gündemin baş maddesiydi bu. Bunun için önce uygun mağara ve barınmaya elverişli kaya kovuklarını araştırıp buldular. Bu yerlerin ağızlarına hem kamuflaj için, hem de soğuktan korunmak için duvarlar ördüler, içlerini düzeltip temizlediler ve böylece yaşamaya elverişli hale getirdiler. Gerillaların büyük bir kısmını emebilecek kadar genişti bu yerler. Gerisi için ise ellerinde çadır olarak kullandıkları bir kaç naylondan başka hiçbir şeyleri yoktu. Ama insanoğlu bu, yaratıcıdır. Tabiatın veya Tanrı'nın, hangisine inanıyorsanız artık, birer duvar gibi yükselen kayalarda yarattığı her kıvrımdan ve girintiden de yararlanarak konut yarattılar kendilerine ve bu harika vadiye yavaş yavaş yerleştiler.. Anlıyacağınız, zorluklara inat, kısa bir süre içerisinde hayatlarını bir güzel tanzim etmişlerdi. Ama yeterli lojistik hazırlık yapamadan kışa yakalandıklarından dolayı, yaşamın devamı için gerekli olan veya yaşamı daha da kolaylaştıran bazı araçlardan yoksundular. Yiyecek ise neredeyse hak getire! Soğuktan titremek ve arasıra açlık çekmek elzemdi anlaşılan. Ne gam! Tabiattan onu da sağlamasını biliyorlardı. Nêçîrin canı sağolsun. Av sayesinde de olsa idare edecekleri kesindi..

Fakat şans, oldukça güç koşullarda vücuda getirdikleri bu mekanlarını çok görmüştü onlara. Yeni inşa ettikleri ıevlerindeı daha henüz şöyle bir uzanıp rahat bir nefes dahi alamadan olanlar oldu. Zorla gerillaya alınan adamlardan biri bir fırsatını bularak kaçtı ve soluğu Türk askerlerinin konuçlandığı, yakınlarındaki Etruş karakolunda aldı. Ulusal kurtuluşçuluk denilen bir olgudan haberi olmayan bu köylü çocuğu, günlerdir yaşadıkları güçlükler karşısında paniğe kapılmış, bir yolunu bulup teslim olmuştu Türk karakol komutanlığına. Evini özlemişti ıgaribanı! Bu adamın sığındığı Etruş'taki Türk tesisi, karakoldan ziyade dev bir üs görünümündeydi. Kimliğini inkar eden bilhassa kaçaklar için ilk planda sıcak yemeklerin ve ıyatağın en iyisiınin bulunduğu bir kale. Tabii yeteri kadar kullanıncaya dek.. Adam nöbeti fırsat bilerek bir anda kaybolmuş, bir solukta Etruş Üssü'nün nizamiyesine vararak gerillaların can düşmanlarına merhaba demişti. Böylece kamptakilerin binbir güçlükle hazırladıkları derme çatma kışlakları, daha henüz ağız tadıyla şöyle bir kullanma olanağı bile bulamadan deşifre olmuştu. Adam, bu arada Türk Askeri'ne teslim olur olmaz bir güzel ötmüş, karakol komutanının kullanacağı bir av köpeği haline gelmişti bile.. Bunu hesaba katan gerillaların artık orada barınmaları imkansızdı. Çünkü iyi bir tazı yakalamış olan Türk komutanın fırsatı kaçırmayacağı muhakkaktı. Güzelim vadide binbir güçlükle hazırladıkları o geçici yurtlarını terketmek zorundaydılar, hem de hiç vakit kaybetmeden.. Işe bak!.

Gideceklerdi gitmesine, fakat o an için yerleşecekleri yakın ve uygun bir başka vadi yoktu ki!. Ha deyince bulunmaz ki şu güvenlikli yer denen mekan adayı! Ne yapsınlar, riskli de olsa o anda barındıkları vadinin batı yakasını terkedip bu kez doğu yakasına geçtiler. Çaresizlik işte. Eski kışlağın çaprazında, biraz daha yukarılara rastlayan bir yerdi burası. Seçtikleri yeni bölge Türk Askerler'inin üslendiği Kinyaniş karakolunun tam arkasıydı. Yani ilerleye ilerleye bir karakolluk mesafe almışlardı. Bir kaç gün önce Etruş'a komşuydular, şimdi ise Kînyanîş'e. Hepsi bu. Iyi bir komşuluk sayılmazdı seçtikleri, ama mecburiyet insanlara neler yaptırmıyor ki? Yeni kamp yeri tabii korunma açısından bir hiçti. Vadinin bu bölümü daha az derindi ve tabii mağaraları yok denecek bir düzeydeydi. Açıkta sayılırlardı hani. Çıkıp gezmek için bile azami dikkat sarfetmek zorunda kalıyorlardı.

Gerillaların gözcü olarak çıkardıkları tepeciler ile Türk tepecileri arasında sadece küçük bir sırt vardı. Bu sırt da olmasa el sallayacaklar biribirlerine. Şöyle bir yürümeye kalk, aşağı yukarı yarım saatte varırdın Kînyanîş'teki Türk üssüne. Taş çatlasa ancak klaşinkof menzili kadar uzak. Ne yaparsın? Üstelik Türkler'in ki yetmezmiş gibi, biraz güneylerinde Saddam'ın da bir karakolu vardı. Gerçi Zap'ta arkadaşlarının kışlağı vardı, ama Saddam güçlerinin bilgisi dışında. Yani bu adamlar da tıpkı Türk askerleri gibi onların can düşmanıydı. Iki can düşmanlarının arasına sıkışmış olan bu bir avuç özgürlük savaşçısı ıadayıı, bulundukları o dar şeritte ellerinden gelen tüm gayret ve dikkatleriyle hayatlarını devam ettirecekleri düzeni kuruyorlardı. Ama dedik ya, dar bir şerite sıkışmışlardı. Ne güneye serbestçe açılabiliyorlardı, ne de kuzeye. Yukarı tükürsen Turancı Ordu, aşağı tükürsen Saddam misali.. Velhasıl neresinden bakarsan bak, vadinin bu bölümü bir açıkhava hapishanesi gibiydi. Hapishane-mapishane, her şeye inat, hayat devam ediyordu kampta.. Hem de her şeye inat..

Haa, unutmadan; Türk Askerleri, kaçağın verdiği bilgi doğrultusunda hemen harekete geçmiş, havadan ve karadan saldırmışlardı eski kampa. Takviye olarak getirilen cıvardaki askerlerin ve çetelerin de gayretiyle yüklendiler vadinin o bölümüne. Her tarafı bombalamaya, bütün kaya girintilerini didik didik aramaya başladılar. ıYiğidi öldür, ama hakkını verı derler ya, öyle, doğrusu Türk askerleri büyük bir dikkatle tarıyorlardı mıntıkayı. Gerillalar zamanında oradan ayrılmasalardı, durumun kendileri için belki de bir felaket olabileceğini düşündüler ister istemez. Türk uçak ve helikopterleri gözlerine kestirdikleri her yeri günlerce bombaladı durdu. Oralarda bir şey saptadıklarından değil, şansa, ya tutarsa deyip sallıyorlardı aşağıya ıyükleriniı. Dönüşlerinde ise komutanlarına kampı nasıl yerle bir ettiklerini anlatıyor olsalar gerek. Hem eğitim de alıyorlardı böylece.. Tabiat mı hasar görüyormuş? Hıh! Küllahlarına anlat sen bunu. Sonra, umutlarını yitirdiklerinden veya mühimmat açısınan istihkakları bittiğinden olsa gerek, sakinleştiler ve eski pozisyonlarına geri döndüler.

Türk uçakları görünmezlere karışınca gerilla birliği de alarmı kaldırdı ve normal düzenine geçti. Olanlar unutuldu, gitti. Bir kaç gün sonra lapa lapa dökülen karın altında yeni yılı karşılayacaklardı. Ama ne yeni yıl! ***

Kampta hayat tümden düzene girmişti. Gerillalar basit, fakat her yönüyle iyi düşünülmüş bir kışlak yaratmışlardı kendilerine. Güvenlik herşeyden önce geliyordu bu düzende. Mesela gündüzleri keşfedilebilir düşüncesiyle kaldırılan çadırlar, ancak geceleri kuruluyor ve içinde yatılıyordu. Isınma ile ilgili bir problemleri, bulundukları yerdeki ormanın sıklığı dolayısıyla yoktu. Havalar da iyi gidiyordu hani. Soğuk falan vardı, ama yine de rahatsız edici bir kış geçirmiyorlardı. En aşağısından o günlerde! Bu arada, hazırlıklarını bitirmiş, yeni inşa ettikleri evlerine iyice yerleşmişlerdi. Artık ARGK'nin en çok önem verdiği şeye, yani eğitim çalışmalarına da başlamak için önlerinde hiçbir engel kalmamıştı. Biraz olsun rahatlamışlardı ya! Haydi öyleyse derse!

Harun o gün çok çalışmış, yönetimdeki arkadaşlarıyla birlikte ileride uygulayacakları eğitim programını hazırlamış, belli kararlar almıştı. Ertesi gün normal hayata geçişte belirleyici bir yeri olan adımı atacak, siyasi eğitimlerini başlatacaklardı. Bu iş için yer olarak, yönetim çadırına 20 dakika uzaklıktaki bir kaya kovuğunu seçmişlerdi. Epey genişti kovuk. Fakat 75 kişi için yeterli değildi. Burayı genişletmeleri gerekiyordu. Bunun için kovuğun ağzının devamı gibi kurdukları bir çadırla alanı yeterli bir hale getirmişlerdi. Sandalye olarak ise ağaç kütüklerinden yaptıkları derme çatma sıraları kullanacaklardı. Bir de soba kurdular mı tamam.. Yaratıcılık işte! Her şey istediğinden de ala olmuş, rahatlamıştı Harun. Iyi bir uykuyu hak ettiğini düşünüyordu. 15 arkadaşıyla paylaştığı çadırına çekildi ve şuradan buradan yükselen horultular arasına kendisininkini kattı. Derin bir uykuya dalmıştı..

ıHevalê Harun, Hevalê Harun Uyan!ı

Uykunun çok tatlı bir aşamasındaydı Harun. Sesleri, görmekte olduğu güzel rüyanın kötü bir parçası sandı. Arkasını çevirerek uyumaya devam etti. Fakat çadıra giren nöbetçi subayı, Harun'u hem çok endişeli bir şekilde dürtüyor, hem de bağırıyordu:

ıHevalê Harun çabuk kalk! Çok kötü, çok! Aşağıdaki mangada bulunan bütün arkadaşlar zehirlendi!ı

ıNeeeı demesiyle yerinden fırlaması bir oldu.

Vakit gecenin biriydi. Ayakkabılarını aradı, karanlıkta bulamadı. Aceleyle rast gele bir çift geçirdi ayaklarına. Sonra hiç vakit kaybetmeden nöbetçi subayının ardından aşağıya doğru koşmaya başladı. Bir yandan koşuyor, bir yandan da nöbetçi arkadaşından bilgi alıyordu. O da doyurucu bir bilgi verebilecek durumda değildi. Sadece kusma ve kıvranmalardan olağanüstü bir şeyler döndüğünü farketmiş ve bunun toplu bir zehirlenme olabileceğine hükmederek kampı alarma geçirmeye karar vermişti. Hepsi bu.

Harun çadıra vardığında durumun feci olduğunu gördü. Mangadaki gerllaların tümü yarı koma halinde şurada burada kıvranıp duruyorlardı. Ilaç yoktu. Zehirlenme işinde nasıl davranılacağını bilen de yoktu. Iş kafayı işletmelerine kalmıştı. Vakit kaybedemezlerdi bu durumda. Hemen bir şeyler yapmaları gerekiyordu. Harun, böylesi durumlarda arkadaşlarını uyanık tutmanın veya onları tam bir şekilde uyandırmanın faydalı olacağını düşündü.

ıArkadaşları soyarak karın üstüne yatırırsak rahatlar, kendilerine gelirler herhaldeı dedi nöbetçi subayına.

Bir yandan; Herkesi soyunı diye bağırıyor, öte yandan kendisi de soyuyordu arkadaşlarını.

Kısa bir süre içerisinde zehirlenenlerin tümü çırılçıplaktı. Elbiselerini çıkardıkları bu arkadaşlarını karın üstüne yatırıp çıplak vücutlarını karla ovuyor, endişeyle ve gergin yüz hatlarından okunan sıkıntılarıyla sonucu bekliyorlardı. Ne olacaktı acaba? Ya kaybederlerse arkadaşlarını? Bir saat geçti geçmedi, komadakiler teker teker ayılmaya başladılar. Gerilla gurubunun yiyecek deposunda bir miktar pekmez vardı. Kusturmak için bunu da içirdiler arkadaşlarına. Belki doğru bir tedavi sayılmazdı bu, çünkü eğer olay gazdan zehirlenmeyse, midedekini çıkarmak neye yarardı ki? Kusarak gazların etkisinden kurtulmaya çalışmak beyhude bir çabaydı, ama her nedense tutmuştu ıtedaviı.. Demek ki gaz değil, gıda zehirlenmesiydi olay. Pekmezi alan kusuyordu. Sabaha doğru iki kişi hariç, manganın tümü uyanmış, tehlikeyi atlatmıştı. Kalan diğer ikisi daha ağırdı. Bunların düzelmeleri için günler geçmesi gerekmişti.

Közden değildi zehirlenme olayı. Daha iyi ısınmak amacıyla çadırı tümüyle kapatmaları iyi değildi tabii ki. Ama bu kapanmanın etkisiyle biriken gazları solumalarından dolayı zehirlenmemişlerdi herhalde. Gıdaydı bu faciayı yaratan, gıda.. Bir süre sonra olay unutuldu, hayat tekrar normale döndü. ***

Ocak ayının ilk yarısını aştıklarında Güney Kürdistan'daki dayanılmaz kış şartları dolayısıyla olsa gerek, Saddam'ın askerleri üslendikleri karakoldan çekilmişlerdi. Sebep ne olursa olsun, bu iyiydi işte. O küçücük yurtları güneye doğru düşünemeyecekleri kadar genişlemişti böylece. Bu fırsattan istifade ederek aşağılara doğru, yani Saddam'ın karakolundan yana yayılmaya karar verdiler. Diken üstünde yaşadıkları bu kampı terketmek çok iyi gelecekti kendilerine. Fakat fazla uzağa gitmeye de gerek görmediler. Iki, üç kilometre kadar güneydeki vadi çok uygundu yerleşmeye. Bu kez daha kısa sürdü yeni kamplarının düzenlenmesi. Hayatları, kısa bir uğraştan sonra yeniden düzene girmişti..

Bu arada aksilikler onların yakalarını bırakacak gibi değildi. Yakındaki köyde yaşayan ve aynı zamanda milislik yapan iki arkadaşları deşifre olmuştu. Çaresiz kalmış, bunları yanlarına almışlardı. Fakat bir süre sonra köyde depoladıları erzaklarının bir kısmını kampa taşımak ve cıvarda neler döndüğünü anlamak için bu iki arkadaşlarını gizlice köye yolladılar. Yani hem istihbarat, hem de lojistik görevi yüklemişlerdi bunlara. Yanlarına lojistikten sorumlu bir timlik bir güç de vermişlerdi. Lojistik güçleri köyün dışında kaldı, iki milis ise köye indi. Fakat bunlardan biri; Ahmet, evine yerleşti ve bir daha geri gelmedi. Lojistikten sorumlu time mensup gerillalar ise köyün dışında, Ahmed'in kendilerine ulaşmasını ve gecikmesinden dolayı savunmasını vermesini beklediler. Fakat boşuna.. Gelmiyordu Ahmet. Buna rağmen akşama kadar çeşitli işaretler vererek gelmesini istediler. Hiç oralı olmuyordu beriki. Anlamak istemedikleri başlarına gelmiş, Ahmet kaçmıştı!

Tim, akşam saatlerinde üzgün bir şekilde geri döndü. Felaket geliyorum diyordu hani.. Kamptakiler büyük bir tedirginlik yaşamaya başlamışlardı. Bir önceki kaçağın yarattığı kargaşa ortadaydı. Şimdiki kaçak ise coğrafyayı çok daha iyi bilen biriydi. Yani daha iyi bir av köpeği.. Nasıl zarar vermezdi ki?

Kaçak olayının ertesi günü, köyü gözetleyen timden kötü haber akışı başlamıştı bile. Gelen gözlemci gerilla, Türk Askerleri'nin köyün dağınık vaziyetteki güney mahallelerini bastığını, herkesi karakola götürdüğünü söylüyordu. Oysa bu mahalledeki evleri lojistik deposu olarak kullanıyordu gerillalar. Türk Askerleri'nin bu mahalleye böylesine şiddetle yönelişi bundandı. Sonra o mahallenin tüm evlerini boşaltıp karakolun cıvarındaki konutlara yerleştirmişlerdi. Yani gerillaların ağırlıklı olarak alışveriş yaptıkları mahalledeki insanlar, karakolun tam denetim sağlayabildiği noktalara çekilmişlerdi. Oralarda saklı tutulan gerillalara ait erzağa da el kondu. Böylece hem lojistik açıdan esaslı bir darbe yemiş hem de köy gerillalara tümüyle kapatılmış oluyordu.

Türk Savaş Kurmayları bu arada bir adım daha atarak Kînyanîş Köyü sakinlerine silah dağıtıp onları zorla da olsa korucu yaptılar. Bu ikinci bir darbeydi. Velhasıl neresinden bakarsanız bakın yeni bir durum söz konusuydu. Üstelik onlara bir onbeş güne daha mal olacak olan bir şeyi yapmaları, yani hemen yer değiştirmeleri de gerekiyordu. Karın en yoğun olduğu ocak ayının bu son günlerinde kamp değiştirmek, her babayiğidin k‰rı olmasa gerek. Ama başa gelen çekilirdi işte.

Nereye gideceklerdi sahi? Erzak çok idareli kullanılsa bile taş çatlasa bir ay dayanabilirdi.. Hazırda bulunan ya da kalan yiyecekleri onları bahara bile çıkaramazdı. Üstelik bu işin bir de baharı vardı. Erzağı şimdiden bitirseler, baharın ne yaparlardı ki? Hazır yiyecekleri olmazsa mart ayından itibaren hareketsiz kalmak durumundaydılar. Oysa bahar ayları eylemlerin en sıklaştığı aylardır. Martta Oramar'a açılacaklardı. Bunun için hazır erzaka bağımlıydılar. Durum hiç de iç açıcı değildi. Neresinden bakarsanız bakın büyük bir çıkmazı yaşıyorlardı. Bölüğün yöneticileri toplandı ve bu açmazı enine boyuna tartıştı. Evet bu erzağı bulundukları vadiye saklamalı, kendileri de diğer arkadaşlarının yerleştiği Bêzelê vadisine geçmeliydiler. Bu, onların o anda düşünebildikleri en iyi çözümdü. Hem acele etmeliydiler. Hatta hemen gitmeliydiler. Apara topar! Çünkü yerleri deşifre olmuştu. Türk Askerleri, gerillaların terketmek zorunda oldukları bu vadiye her an saldırabilirlerdi. ***

Hava oldukça kapalıydı ama ayaz yoktu o gün. Çok işleri vardı. Hem de acele halletmeleri gereken işlerdi bunlar. Gidecekleri o uzun yolun önemli bir bölümünü gündüz gözüyle ketetmeyi düşünüyorlardı. Bundan dolayı ne kadar çabuk hazırlanıp erken yürüyüşe geçebilirlerse, hedeflerine o kadar erken varma ihtimalleri olurdu. Her bakımdan iyi olurdu erken hareket etmek.. Çünkü tabiat şartlarının en kararsız olduğu günlerdi şu yaşadıkları günler. Geç kalacak olsalar, bir kar fırtınasına yakalanmaları işten bile olmayacaktı. Acele etmeliydiler, acele!

Önce kişisel eşyalarını toparladı gerillalar, ki cephane de buna dahildi. Sonra sıra bölüğün lüzumlu ortak eşyalarına geldi. Bunların arasında yürüyüş boyunca kendilerini ayakta tutacak olan bir miktar yiyecek başta geliyordu. Bir iki öğün idare edecek kadar bir şeyler alsalar bu yeterdi kendilerine. Bu ıiki öğünlükı yiyeceği ana erzaktan ayırıp taşımak üzere aralarında paylaştılar. Kalan eşyalarını ve erzağı büyük bir özenle, kayaların arasına sakladılar. Gıda gibi şeylerin çabuk bozulmaması için ise, onları ambalajladıkları torba gibi şeylerin ağızlarını sıkı bir şekilde kapatıyorlardı. Zaten sobalar ve bir kısım yiyecek dışında her şeylerini götürüyorlardı birlikte. Yanlarına çadırlarını da alacaklardı.

Saat 10.00.. 75 kişilik bu gerilla gücü iki takım halinde dizilmişti. Komutan Harun etrafına baktı, bir olumsuzluk görmedi. Bölük meçhule giden yola koyulmaya hazırdı. Işaret verildi ve askeri bir düzen içerisinde harekete geçildi. Gidecekleri yer, normal şartlar altında dört saatlik bir yolu yürümelerini gerektiriyordu. Bilemedin, zorlukları ile birlikte sekiz saatte alabileceklerdi bu yolu. Yani gerilla ölçülerine göre ıhemen şuradaıydı varmak istedikleri kamp. En kötü şartlar altında bile akşamın altısında arkadaşlarının yanına varacak, orada yatacaklardı. Hedef buydu en azından. Evet, yolculuk oldukça rahat şartlarda başlamıştı. Vadilerindeki kar örtüsü 20 santimi pek geçmediği için yürüyüşe engel bir hal teşkil etmiyordu. Gerillalar bu bakımdan rahattı. Yürüyüş kolu bir hat gibi dizilmişti vadi boyunca. Kimisinin sırtında çadır olarak kullandıkları koca naylonlar vardı, kimisinde kürek vardı. Kara çaydanları ve kış aylarının kurtarıcı aletleri olan baltaları ve kazmaları taşıyanlar da cabası.

Bulundukları vadiyi kolayca aştılar. Ne kar engel olabiliyordu yürüyüşlerine ne de soğuk. Iç gıcıklayıcı bir soğuk vardı ama bu onları etkilemiyordu pek. Vücutları hareket halinde bulunduğu için olacak his etmiyorlardı bu soğuğu. Herşey iyi gidiyordu anlaşıldığı kadarıyla. Bir gezinti havasında yürümüş, bazı tepecikleri aşarak Dola Mizraçê'ye varmışlardı. Yüksekçe bir vadiydi Mizraçê Vadisi. Yayla yani. Vadinin gözle görebilen uzaklığa kadar olan her tarafını kesintisiz bir kar örtüsü teslim almıştı. Şurada burada karı aşan ağaç siluetlerini bir tarafa bırakırsak, en ufak bir siyah leke bile yoktu görüş alanlarında.. Bembeyaz ve ürkütücü bir manzaraydı bu. Ağaçsız ve kalın bir kar örtüsünün teslim aldığı bir yaylaydı önlerinde uzanan. Issız..

Saat 12.00.. Mizraçê Vadisinin üçte biri geride kalmıştı. Bu arada yorgunluk, bir belirti olmaktan çıkmış, çıplak bir gerçek halinde kafiledekilerin tümünü sarmıştı. Mola vermeleri gerektiğini düşündü Harun. Bunun için kuzeyden esen o buz kesen rüzg‰rı, dolayısıyla soğuğu engelleyen bir kayalığın dibini seçtiler. Şurada burada öbek öbek toplanan gerillaların elinde yiyecek olarak bir miktar hurma ve ekmek vardı sadece. ıYe Mehmet ye!ı Hurmayı ekmeğe katık yaparak bir güzel doldurdular karınlarını. Doydular denilemezdi, ama mideleri gıda saydıkları birşeyler görmüştü, ki bu yeterliydi şimdilik. Bu arada mideye birşeyler indirelim derken bir saat kadar dinlenme fırsatı da bulmuşlardı. Harun, arkadaşlarının iyice dinlendiğine emin olduktan sonra yürüyüş komutunu verdi ve yeniden yola koyuldular. Bu arada epey bulut birikmişti tepelerinde.

Saat 13.00.. Vadi, tutturdukları yol boyunca hafif bir meyil göstererek yükselmekteydi. Yükseklik arttıkça kar örtüsünün kalınlığı da artıyordu. Örtü kalınlaştıkça hareketleri ağırlaşmaya, bütün belirtileri ile yorgunluk yeniden kendisini hissettirmeye başlamıştı. Üstelik çok da yumuşaktı bu kar. Kül gibi bir şey. Bata çıka ilerlemeye çalışıyorlardı çaresiz. Az sonra bulutlar daha da birikti, kararttı gökyüzünü. Tipik kar bulutlarının o karaya çalan beyazlığı hakimdi tepelerinde. Önce iri ve tek tük taneler dökülmeye başladı yukarıdan. Sonra gittikçe ufaldı bunlar ve sıklaştı. En nihayet girdaplar yaparak esen sert kuzey rüzgarının etkisiyle tipiye dönüştü. Şiddetli bir fırtınanın eşlik ettiği bu tipi her geçen an daha da zalimleşiyordu. Kar taneciklerinin kurşun gibi suratlarına çarptığı az görülür bir tipiydi bu. Hava buz kesmişti bir anda. Fırtına, beş on dakika bile geçmeden herkesi canından bezdirir şiddete erdi. Soludukları burun deliklerinin dibindeki bıyıkları bembeyaz kesilmişti. Bıyıklarının ucuna doğru oluşan buz sarkıtları ağız ve burunlarından çıkan buharla beslenip boyuna uzuyorlardı. Ama kim hissedecek bunu? Uyuşmuş vücutlarıyla neredeyse birer robot gibi hareket ediyorlardı. Bir kapana sıkışmışlardı hani. Bu hızı ve şiddetiyle kar fırtınası;

Size ölüm getiriyorumı diyordu adeta.

Yürüyüş işkenceye dönüşmüştü artık. Tabiatla bir boğuşma yaşıyorlardı. Ucunda ölümün soğuk yüzünün sırıttığı bir boğuşma. Ne dönecek bir yerleri vardı, ne de sığınacakları dost bir vadi görünüyordu orta yerde. Bir boşluktaydılar enikonu.. Tek umutları vardı; o da şu Allah'ın cezası dağı, önlerine bir duvar gibi dikilen şu belayı aşmak! Aş aşabilirsen. Ama ıevimizı diyebilecekleri bir şeyi, sadece o dağı aştıklarında görme ihtimalleri vardı. Umut, dağın ardına düşmüştü.

Bu sırada kafilenin tutturduğu yol mu diyelim, ıistikametı mi her neyse, yürüyüş kolunun hemen solunda, Kürtçe'de ıtutikê berfêı dediğimiz bir hayvancık belirdi. Sevimli yaratık, karın üstünde keyifle oynaşıp duruyordu. Sincapa benzeyen bu uzun ve kalın kuyruklu bembeyaz hayvancık, kendisini sıcak tutan kürkünün ve uzun beyaz tüylerinin koruması altında karın üstünde hoplayıp zıplıyor, yandaki ağaca tırmanıp aşağılara sarkarak maskaralıklar yapıyordu. Bu şaklabanlıklarıyla -her şeye rağmen- eğlendirebiliyordu kafiledekileri. Gerillaya yeni katılmış olan Selim, Harun'a bu ıtutikıı göstererek;

Şu tabiatın işine bak, bize ölüm getirmeye aday olan bu tipi, şu maskara için oyun oynayacağı güzel bir hava olabiliyor..

Harun gülüyordu bu hayvancığın maskaralıklarına:

Hayat işte Hevalê Selim. Kimisi karı gördüğünde sıkıntılarını, kimisi çatacağı keyfi düşünür. Bizim ki de bu..

Ilerleyişleri zirveye yaklaştıklarında adeta durmuştu. Aşmak zorunda oldukları bu bela zirve, bembeyaz örtüsüyle yürüyüşçülere geçit vermeyecek gibiydi. Eteklerindeki karın kalınlığı, metrelerle ifade edilebilecek düzeydeydi artık. Üstelik oldukça dikti tırmanmaya çalıştıkları bu yamaç. Ilerliyorlardı işte. Ama ne ilerleyiş! Yamacı örten kül gibi yumuşak olan kar örtüsüne bastıklarında ayakları dibe kadar batıyor, çıkamıyorlardı. Her adım bir işkenceydi öncüler için.. Harun bir ara, adımlarını kaçar dakika aralıkla attıklarını merak etti. Hay merak etmez olaydı! Çünkü sonuç şok ediciydi desek yerinde.. Onbeş dakikada ancak bir adım ilerliyebildiklerini hayretle gördü komutan. Morali müthiş bir şekilde bozuldu. Ama bunu belli etmedi. Attıkları adımların genişliği onbeş santimi geçmiyordu. Bu haliyle meçhule ıgötürenı bir mecraya girmişler gibi geliyordu Harun'a. Öte yandan kuzeyin soğuklarını birlikte alıp getiren bora (bareş) hızını olabildiğince arttırmıştı. Ayakta durmakta zorlanacak kadar hızlı esiyordu zıkkım. Bu şiddetiyle ıbareşı, aşmaya çalıştıkları yamaçta girdap yapıyor, uçuşan kar taneleri havayı sisli denebilecek bir hale getiriyordu. Bu yüzden görüş alanları gittikçe daralmıştı. On metre ilerisini bile görmek imkansız gibiydi. Hem kim bakacak ki etrafa? Herkes yüzünü korumak için öyle bir eğilmişti ki, önündekini bile göremiyordu. Eğer biribirlerine tutunarak ilerlemeseler herbiri bir tarafa dağılacaktı yüzdeyüz. Sağı solu kolaçan etmek sadece öncülere has bir görevdi. Diğer gerillalar ise kafileden kopmamak için biribirlerine sımsıkı kenetlenmişlerdi.

Böylesi hallerde tecrubeli gerillaların ve yöneticilerin tavırları belirleyici oluyordu. Eğer komuta heyetindekiler sağlam bir kafayla düşünerek doğru tavır alırlarsa kafiledekiler de cesaretlerini pek kaybetmez, daha emin bir şekilde ilerlerlerdi. Bunu göz önünde tutan Harun, kafiledekilerin daha iyi bir yürüyüş tarzı tutturmaları için en tecrubeli ve en güçlü gerillalardan Ferit'i, Çal'lı (Çukurca'lı) Mazlum'u, Manga komutanlarından Kemal'ı ve Eliyê Kiçê'yi öncü olarak seçti. Bu arkadaşları sırayla öne geçerek büyük bir gayretle yolu açıyor, arkadakiler aralık bırakmadan onların açtıkları izlere basarak ilerliyorlardı. Ama ne ilerleyiş! Yürüyüş kolundakilerin donanımları böylesine ağır hava koşullarının üstesinden gelebilecek seviyede olmaktan çok uzaktı. Üstlerindeki elbiseleri, ayaklarına geçirdikleri çorapları veya ayakkabıları sağlam olsa neyse. Hiçbir şeyleri yeterli değildi. Kimisinin ayakkabısı, kimisinin şalvarı veya ceket olarak kullandığı üstlüğü yırtıktı. Gocuk gibi ıekstraı şeyler ise neredeyse hak getire.. Ama yine de hayret edilecek derecede dinamikti bu insanlar. Kanlarını kaynatan bir coşku vardı ki izahı mümkün değil. Abartma gibi gelecek, ama gerçekten böyle! Uluslarının, yurtlarının kurtuluş destanını yazmaya aday insanların coşkusu mu bu, ne? Tarif edilemez bir duyguydu onları güçlendiren, ayakta tutan. Ama buna rağmen onlar da etten ve kemikten oluşan birer insandı nihayet. Irade ve böylesine coşku veren duygular onları bir yere kadar sürükleyebilirdi. Ya sonra..

Harun, geçmişte yaşadığı benzer tabiat şartlarından edindiği öz deneyimlerine ve görmüş geçirmiş komutanların anlatımlarına dayanarak kafiledekilerin hareketsiz kalmalarına izin vermemeye kararlıydı. Eğer buna izin verirse, arkadaşlarından çoğunun ölümüne yol açabileceğini biliyordu. O bir komutandı, ARGK komutanı! Komutan ise gerilla ailesinde babadır. Baba evladını bile bile tehlikeye atar mı? Geride bıraktığı o küçücük ailesi geçti gözlerinin önünden.. Eşini, yüzünün şeklini bilmediği oğlunu düşündü. Kalbine o sıcak aşk ateşi geldi oturdu. Ölürdü de bu sevgili ikiliyi tehlikede bırakmazdı. Şimdiki ailesi ise bu gerillalardı. Ya bunları? Bunları mı bırakacaktı? Asla! Ama nasıl? Basit! Basit mi? Eh işte sözün gelişi.. Kafileyi sürekli hareket halinde tutmalıydı, çare bu olabilirdi belki.. Durakladıkları zaman, öndeki ve arkadaki arkadaşlarını el kol hareketleri ile uyararak yerlerinde saymalarını, el ve ayak parmaklarını sürekli olarak hareket ettirmelerini salık veriyor ve bu işin takipçisi oluyordu. Çünkü deneyimleri ona, donma olayının insanların el ve ayak parmaklarından başladığını söylüyordu. Yürüyüş boyunca arkadaşlarını hiç sektirmeden onlarca defa ciddi bir şekilde uyarması bundandı.

Devam Hevalno!

Yürüyüşün bıktırıcı tekdüzeliği onları daha da yormaktaydı. Hep aynı hareketler.. Bat, çık, çık yine bat! Hep aynı tabiat.. Bembeyaz bir örtü neresinden bakarsan. Işte bu şartlarda ulaşmaya çalıştıkları dağın tepesine giden yol uzadıkça uzamaktaydı. Tepe sanki hep aynı uzaklıktaydı onlara. Kısacası onlar gidiyor, zirve gidiyordu. Sanki birlikte yürüyorlarmış gibi geliyordu gerillalara. Bir korku sardı komutanların ruhlarını en nihayetinde.. Bilhassa sorumlu mevkideki Harun duyuyordu bu korkuyu. Uygun olmayan şartlarda arkadaşlarını yola çıkarmanın bir numaralı sorumlusu kendisi değil miydi?. Hayır, hayır! O sırada şartlar böyle değildi. Ama ya şimdi? Vicdanı müthiş bir baskı altına girmişti komutanın. Nasıl sıyrılacaklardı bu durumdan? Sıyrılacaklardı sıyrılmasına, ama kayıp verecekler miydi acaba? Ne kadar? Kafasını kaldırdı, gözünün görebildiği kadar ilerilere baktı. Bugün hangisini veya hangilerini kaybedeceklerdi bu cıvan gibi gençlerin? Hele arkadaşlarından birinin ayakları donup kangren olursa ne yapabilirlerdi ki? Ilaç yoktu.. Doktor yoktu. Varmak istedikleri yerde bile böylesi vakalara müdahalede bulunacak hiç kimse yoktu. Bulundukları şartlarda ayağın kaybı, o insanın kaybı ile eş sayılırdı.. Hayır, hayır bunu düşünmek dahi istemiyordu.. Bu duygularla boyuna sıkıştırıyordu arkadaşlarını. Ha gayret!

Harun'un hemen önünde, iki ayrı takıma mensup gerillalardan biri onbir diğeri onüç yaşındaki en genç iki elemanı yürüyordu. Hemen arkasında ise yine genç bir gerilla ile Küçük Güney'li Reşit yaralı halleriyle yer almaktaydılar. Reşit'in sol koluna, son girdiği çatışmada kırıklara yol açan bir kurşun girmişti. Hala kaynamamıştı kemik kırıkları. Tek kolluydu kısacası. Harun çok hassas bir yerdeydi anlaşıldığı kadarıyla. Bir nevi ıSeyyar hastaneıde yani. ıŞu genç çocuklara bir şey olursa ne yapacağım ben? Vicdan azabı bırakır mı yakamı?ı.. Bu düşüncelerin yarattığı psikolojik baskının da etkisiyle arkadaşlarını rahat bırakmıyordu hiç. Sürekli uyarıyor, yürümeye teşvik ediyordu. Onlara duraklamak ıiki kereı yasaktı.

Kafiledeki gerillaların yorgunluğu dayanılmaz hale gelmişti. Donacak derecedeki soğuklar da cabası. Yükseklik arttıkça yorgunluk ve üşüme daha da dayanılmaz hale geliyordu. ıŞu adımdan sonra bir oturabilsemı, ıbir de uyku çektim mi deyme keyfimeı diye düşünenlerin sayısı, iradelerine hakim olanların sayısını aşmaya başlamıştı bile. Ama sıfırın epey altına kadar inen ısısıyla bu dağın başında oturmak, ölümü peşinen kabullenmekle eş anlama gelebilirdi. Hele uyku, bir daha hiç uyanamayacakları bir viraj olacaktı. Bu kesin!. Bunun için durmadan hareket etmeli, adımlarını sıklaştırmalıydılar. Demesi kolay, git de at! Bütün gayretlerine rağmen attıkları adımların sayısı ve ölçüsü belli; bir saatte dört adım ve toplam altmış santim! Hepsi bu! Hem ıslanmamış hiç bir yerleri kalmamıştı kafiledekilerin. Bu ise ek bir yük demekti. Herkesin taşımak zorunda olduğu ağırlık, elbiselerinin emdiği buzlaşmış kar suyu ile bir misli artmış gibiydi. Kar engelinin, soğuğun ve fırtınanın yarattığı olumsuz koroda yürümeye çabalıyorlardı, ama olmuyordu işte.. Oturmak da öyle.. Peki ne yapacaklardı haa?

Isınmakı için bir yol bulmuştu kafiledekiler; sigara.. Sigaranın dumanını tümüyle içlerine çekerek, onun verdiği ısıdan faydalandıklarını sanıyorlardı. Iki ellerinin arasına sıkıştırdıkları sigaranın saldığı duman ile ise parmaklarını ısıtmaya çalışıyorlardı. Böylece sigaranın birini söndürmeden diğerini yakıyorlardı. Bir yol işte, psikolojik savunma mekanizmalarını harekete geçiren bir umut..

Kafile, ısınmanın bir başka yolu olarak da slogan atmayı geliştirmişti. Hem yerlerinde sayıyor, hem de ıBijî Kurdistan!ı, ıBijî Serok Apoı gibi güç aldıkları sloganlar atarak kanlarını hareket ettirmeye çalışıyorlardı. Bazan bir bakıyorsunuz ortadan bir yerlerden, ıhaydê hevalno haydê, îro roja mêraneı, ıEm Apoçîne, em ji berfê natirsinı gibi arkadaşlarını cesaretlendirici, harekete geçirici naralar atıyorlardı. Galiba işe de yarıyordu bu.

Bu arada hiç kimse bir diğerinin sızlanmasına, kendisine acımasına fırsat vermiyordu. Ağlamak yasaktı açıkçası. Sözsüz bir antlaşmaydı bu. Çünkü eğer birisi moral bozukluğu gösterirse, bu, bulaşıcı bir hastalık gibi tümünü etkileyebilirdi.. En aşağısından bazı komutanları deneyimleriyle bunu çok iyi biliyorlardı. Yani cesaret bulaşıcı olduğu gibi, panik de bulaşıcıydı. Cesaret kurtuluşa, panik ise ölüme götürürdü onları. Hangi eğilim dizginleri ele alırsa kendi bildiği yöne doğru çevirirdi duyguları.. Hem onlar bir aileydi artık ve her haluk‰rda kurtuluşu düşünen, direnen bir aile. Ne demişler? ıBerxwedan jîyane!ı

Kafiledekilerde yorgunluk bir ara dayanılmaz hale geldi. Oturup kısa bir süre için de olsa nefeslenmek farz hale gelmişti. Aksi taktirde arkadaşları seri halde dökülebilir, panik doğabilirdi. Bu ise bir çok arkadaşlarının yürürken patır patır dökülüp ölmesi anlamına gelirdi. Biraz nefeslenmeyi deneme isteği belirdi Harun'da. Hem ne çıkardı ki bir denemeden? Olmazsa tekrar yürürlerdi. Hemen ımolaı emrini çıkardı. Fakat uykunun yasak olduğunu da titizlikle belirtti. Bunun üzerine gerillalar sıkışık kümeler oluşturarak uygun yerlere çöktüler. Böylece biribirlerinin ısısından yararlanmış olacaklardı.

Fakat olmuyordu. Tabiatın kanunlarını hile-i şer'iyye ile değiştirmek mümkün değildi.. Evet, kafiledeki insanların çoğunda molanın hemen ilk dakikalarında donma belirtileri görülmeye başlamıştı bile. Donma olayının en bariz belirtisi uyuma isteğidir. Insan,üşümenin zirve yaptığı bir anda her şeyi unutur, müthiş bir uyku ihtiyacı duymaya başlar. Önlenemez tatlılıktaki bir duygudur bu. Şöyle bir uzanma, ucunda bir daha uyanamama ihtimali de olsa derin bir uykuya dalma ihtiyacı tüm benliğini esir alır kişinin. Kafiledeki pek çok kişiyi, ölüme götürecek bir uyku isteği sarmıştı anlaşıldığı kadarıyla. Insanların ya başları önlerine düşüyor, ya da başlarını uzattıkları bacaklarına yaslıyor ve tatlı bir uykuya dalıyorlardı.. Bir daha uyanamayacakları bir uykuya. Bu olamazdı!

Harun bu durum karşısında 1986'da Bekaa'da eğitimdeyken Komutan Delil'in (Veli Yaşar'ın) anlattıklarını bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirdi. Daha sonra 1988'deki Bagok Savaşı'nda Kürdistan toprakları ile birleşen Komutan Delil, karlı havalarda yaşadığı durumları bir ders halinde anlatmıştı onlara. Delil'in anlattığına göre;

ıböylesi havalarda insan ıslak ve acıkmış iken bir de yorulursa oturur, dinlenmek ister. Bir ara oturup nefeslenir de. Işte o zaman çok tatlı ve vazgeçilmez bir uyku sarar insanı. Bu aslında ölüm uykusudur, uyanamayacaksın bir daha. Uyudun mu sonunu kendin hazırladın demektir.ı

Bunu göz önüne getiren Harun, hiç tereddüt etmedi. Uyumaya teşebbüs edenleri her vasıtayı kullanarak uyandırmaya başladı. Dürtme ise dürtme, tokat ise tokat, tekme ise tekme! Taviz yoktu uykuculara! Uykuya izin vermek, ölüme geçit vermek demekti. Gerilla komutanı herşeyden önce emrindekilerin hayatından sorumluydu. Öyleyse haydi!

Ölüm uykusuna geçit yok! diyerek hareket emri verdi.

Ölmektense biraz daha yorulma pahasına yürümek yeğdi. Daha da somutu, öleceklerse ayakta ölmeliydiler. Homurtular yükselmesine rağmen hiç kimse komutandan taviz koparamadı.. Çaresiz yürüyeceklerdi.

***

Dağın tepesine varacakları en kestirme yol olarak bir dere yatağını seçmişlerdi, ama yüksek bir yaylada, kalın kar örtüsünün altında düzleşmiş gibi görünen bir dere yatağını. Göründüğü kadarıyla dere doruğa yakın bir yere kadar uzanıyordu. dere yatağında kar, yer yer üç-dört metreyi buluyordu. Biz Zaza Kürtçesi'nde ıdepricnayışı deriz rüzgarın karı önüne katarak çukurluk yerleri doldurmasına. Şimdi yürüdükleri bu dere, fırtına ile depricnaye olmuş böylesi bir yerdi. Soğuktan birazcık olsun korunmak ve daha kestirmeden tepeye varmak için girdikleri bu dere, muazzam kalınlıktaki kar örtüsü ile onları alabildiğine engelliyordu. Üstelik boğazın yönlendirmesiyle daha bir zalimleşen rüzgarın etkisi de cabası. Öncülerden biri bu kara şöyle bir saplandı mı, uğraş ki çıksın.. Gerçi ayaklarına Kürtçe'de ılekanı dediğimiz yayvan tabanlı kar ayakkabısı da takmışlardı. Ama yine de zordu bu küle benzeyen karın üstünde durmak. Çok yumuşaktı şu belalı nesne. Üflesen savrulacak. Bir battın mı da, taa dibi bulurdun.. Önde, yol açmakla görevlendirilen arkadaşları bir adım atabilmek için dahi, önce elleriyle o kül gibi yumuşak ve gevrek olan karı eşeliyor, sonra ilerliyorlardı. Buluş işte!

Saat 19.00.. Bu temponun hakim olduğu yürüyüşleriyle nihayet akşamın saat yedisinde zirveye ulaştılar. Zirve ki ne zirve! Her tarafın toz duman içinde olduğu bir cehennem. Bir bareş esiyordu ki göz gözü görmez! Buz gibi üstelik. Kapkaraydı ufuk. Nereye gideceklerini bilemez durumda öylece kalakaldılar. Sağa mı gideceklerdi, sola mı? Yoksa dosdoğru ileriye mi? Tereddütler belirmişti zihninde Harun'un. Tereddütleri vardı komutanların.. Fakat Harun, deneyimleriyle böylesi durumlarda tereddütün çok olumsuz sonuçlar doğurduğunu hatırladı. Eh, lider bu! Her şeyi bilendir o. Tereddüt, bilgisizlik olarak algılanır takipçilerde. Bilendir o, bilen! Liderin herhangi bir şekilde kararsızlık geçirdiği sezilirse kafiledekilerin kafasında; yolumuzu şaşırdık, nereye gideceğimiz belli değil, kayboldukı gibi oldukça olumsuz sonuçlar doğurabilecek düşünceler boy verirdi.

Önce yaygın bir umutsuzluk dalgası yayılır etrafa, sonra bu umutsuzluk kişinin kendisini koyvermesine yol açar. Öyle de oldu.. Çok geçmeden kafiledekiler arasında gerçekten de mırıltılar başlamıştı. Arkadaki bazı arkadaşlarından, ıbu gece burada kalalım, yarın daha emin bir şekilde yolumuzu tayin eder yürürüz. Eğer böyle gidersek, kaybolabiliriz.ı

Yarın gidelim. Gece bir araya sıkışıp naylonlarımızı da üstümüze attığımızda hiç bir şey olmaz bizlereı gibi disiplinlerini tehdit edici mırıltılar yükselmeye, isyana benzer sözler dile getirilmeye başlanmıştı bile. Liderlik tereddütlere kapılmıştı enikonu. Bu tereddüt en alt kademeye kadar herkesin görüşler dile getirmesine yol açıyordu işte. Duruma acilen bir çözüm bulmak gerekiyordu. Yanlış da olsa bir yol tutturmaları gerekiyodu bu durumda. Çünkü eğer yolu şaşırdık gibi bir bahane ile orada kalmaya kalksalar, kafilenin en aşağısından yarısı sabahı bulmazdı. Belki de tümü. Neden olmasın ki bu soğukta.. Bu belli, iki kere iki dört eder gibi bir şey.. Liderlik tavır koymalıydı. Tavır koymalıydı ki mırıltıları kessin. Güveni iade etsin. Böylece nereye yöneleceklerini kararlaştırmak için aralarında meşevreye daldı liderler. Meşevre ki ne meşevre! Kim ne bilecek ki?

Tam da bu sırada sis şöyle hafif bir şekilde aralanıverdi. Bu kısa aralıkta vadinin karşısında bir tepe beliriverdi. Işıklar içerisindeki binalarıyla bir tepe! Işe bak. Bu bir karakol! Hem de Şîvreza. Evet, evet tepede bulunan Şivareza'daki Türk taburunun projektörleri bütün ihtişamıyla göz kırpıyordu onlara.. Normal zamanlarda bir şanssızlık olarak kabul edebilecekleri bu görüntü, o an apaçık bir şanstı gerillalar için. Bir şanstı, çünkü yerini çok iyi bildikleri bu taburun konumunu esas alarak yollarını tayin edebilirlerdi. Hayatlarında belki de ilk kez, düşmanlarının bir tesisini gördükleri için sevinmişlerdi.

Tanıyordu burayı Harun. Merkez Karargah yakınlarda bir yerlerdeydi. Tam da karşılarındaki bir yerlerde. Harun hemen öncü guruba haber salarak, taburun ışıkları doğrultusunda yürümeleri yolunda talimat verdi. Bu defa yokuş aşağı yürüyeceklerdi. Işleri daha kolaydı artık. Büyük bir sevinç sarmıştı kafiledekileri. Moral birdenbire artmış, canlanmıştı insanlar.. Eh! Ne demeli? Kaybolan eşek bulunmuştu nihayet! ***

Müthiş bir inişti tutturdukları yol. Neresinden bakarsan uçurum yavrusu. Bazı yerlerde yüksekliği en aşağısından on metreyi bulan yarlar vardı. Bu engelleri aşacaklardı ister istemez. Ama uçar gibi ilerliyorlardı yine de. Nasıl olsa öncü gurup kendilerinden daha önce bu yolu aşmıştı. diğerleri de aşardı öyleyse. Salıverdiler mi kendilerini, ta aşağılara kadar kayarak iniyorlardı. Bazan bir bakıyordunuz aşağıdaki boşluğa atlamış olan bir gerilla oraya daha önce varmış olan bir başka arkadaşının üstüne düşmüş, bir yumak haline gelmişler.. Gel de ayıkla bunları. Bazan yuvarlanıyorlardı hep birlikte, bazan çantalar hatta silahlar uçuşuyordu havada. Bir bakıyordunuz bir yerde canı yanmış olan biri üstüne düşen arkadaşına küfürler savurarak bağırıyor, bir diğer yerde düştükleri duruma kahkahalarla gülenlerin sesi ortalığı çınlatıyordu. Velhasıl büyük bir keşmekeş hüküm sürmekteydi iniş yolculuğu boyunca. Ama ne dersen de, neşeli bir keşmekeş.

Önde yürümek için davrananlar, prensip olarak silahlarını çatıp çantalarını bırakıyorlardı. Onlar öyle yürümek durumundaydılar. Silahsız ve yüksüz olmaları gerekiyordu öncülerin. Çünkü yaptıkları iş zaten çok ağırdı. Var güçleriyle karı yarıyor, yol haline getiriyorlardı. Bu durumda bir de yük taşımaları imkansızdı. Arkadan gelenler onların geride bıraktıkları neleri varsa sırtlayıp ilerliyorlardı. Fakat yorgunluk herkesi sardığı için, arkadan gelenler de bu silahlara ve eşyalara boş vermeye başladılar. Bunu gören Harun, kalan eşyaları onları taşıyabilecek olan arkadaşlarına paylaştırmak için boyuna mücadele vermek zorunda kalıyordu. Paylaştırmazsa eğer, bunların kaybolacağı gün gibi aşikardı. Bu yoklukta bir de eşya kaybetmek! Olacak iş değil..

Saat, 8.. Nerede kaldı şu kamp? On saattir yoldalar, ama hala bir iz yok! Yorgunluk ve soğuk had safhadaydı. Açlığı ise kimse dile getirmiyordu bile.. O zaten onların can yoldaşıydı. Hem yiyecek bir şeyleri de kalmamıştı ki! Ama o uzaktan görünen düşman karakolunun ışığı bile gerillaları ısıtmaya yetmişti. Bir umuttu o. Orada kendileri dışındaki birileri barınıyordu. Düşman da olsalar birileri. Yani Türk Karakolu, onları gördüklerinde bir kaşık suda boğmaya hazır o düşman askertlerinin barındığı kale, inanılmaz bir şekilde kuvvet veriyordu kafiledekilere. Bu karmaşık ruh haliyle bir bütün halinde ilerliyorlardı hala. Düşen, pes eden, kopan çıkmamıştı aralarından. Bir mucizeydi bu, inanılmaz bir mucize... Tam bu sırada öndeki gurup olduğu yerde çakıldı kaldı.. Harun;

Heval niye duruyorsunuz? Niye ilerlemiyorsunuz? diye bağırdı onlara.

Ses yoktu. Hareket de yoktu. Pirelendi Harun birdenbire. Cevabın gelmeyişi hayra alamet değildi.. Neler oluyordu Allahaşkına? Sonra içine doğan şey doğrulanır korkusuyla sustu. Düşünmemeye çalıştı. Sanki düşünmezse gerçekleşmeyecek, kurtulacaklar.. Yine de her an önden gelecek olan o olumsuz haberin tedirginliği kemiriyordu ruhunu. Bir olumsuzluk, ama ne? Harun'un en çok korktuğu, önden;

Heval bu arazi geçit vermiyor buradan. Geri dönmemiz gerekirı gibi oradaki insanların bağrına hançer gibi saplanabilecek olan bir haberdi.

Binbir emekle aldıkları bu yolu nasıl gerisin geri alabilirlerdi ki? Sil baştan anlamına gelecek olan böylesi bir manevraya kaç kişi katlanabilirdi? Harun yeniden öndekileri zorlamaya başladı. Bir haber versinler istiyordu. Çünkü bu kar fırtınasında, bu derecedeki bir soğukta beklemek ölüm demekti bir yerde. Oysa ne olursa olsun, yaşamak için hareket etmeleri gerekiyordu. Öndekilere, acil cevap beklediğini bildirir bir ulak gönderdi. Az sonra da beklenen acı haber geldi ulaştı komutana. Tam da beklediği gibi, Elîyê Kiçê; ıheval, burası geçit vermiyor, geri dönelimı diyordu... Böylece umutlar yeniden tuzla buz olmuştu..

***

Çaresizdiler. Başka hiç bir yol yoktu ki! Yani geldikleri yoldan geri dönmek zorundaydılar açıkçası. Yorgunluk ve soğuğun tahribatı yetmiyormuş gibi bir de bunca yolu gerisin geri tepmek.. Yapma be tabiat! Gün boyu sürdürdükleri yolculuklarında o kadar çok güçlüğü yenmişlerdi ki.. Gele gele ıyolun sonuına gelmişlerdi. Olacak iş mi bu! Çıkmazdaydılar işte. Çünkü yollarını yüz metreyi aşan bir yar kapatmıştı. Geçit vermeyen bir yar. Gözün alamadığı uzaklığa kadar uzanan.. Üstelik güçlerinin tüketme noktasına erdiği bir anda.. Normalde yürümeye veya yük taşımaya falan takatları kalmamış olması gerekirdi. Ama çaresizdiler. Yürüyeceklerdi. Öyle de yaptılar. Yapma da kal orada! Geri dön arş! Moraller tuzla buz..

Geri dönüş söz konusu olunca bu kez arkadakiler öncü konumuna gelmişti. Harun'un önünde üç kişi vardı artık; Tahir, Zana ve Çal'lı (Çukurcalı) Ercan. Eskiden arkadan dördüncü olan komutan, şimdi önden dördüncü sıradaydı. Hem de o çocuk yaştaki gerilla adaylarıyla birlikte, o hiç problem yaratmayan küçük kahramanlarla. Böylece şimdiye kadar hep öncülük etmiş olan güçlü arkadaşları en arkada kalmışlardı. Nisbeten zayıf bir öncü ekipleri vardı artık.

Kafiledeki hiç kimsede az önceki şevkten eser bile kalmamıştı. Herkes sanki silahla zorlanıyormuş gibi bir havada yürüyordu. Yürümek ne kelime, bir nevi sürüklenme gibi bir şey.. Harun da tedirgindi. Biraz yukarı doğru tırmandıklarında bu işin böyle gitmemesi gerektiğini teslim etti. Değişik bir yol tutturmalıydılar. Aklına tırmanmayı keserek yamacı boydan boya katetmek gibi bir denemeye girişmek geldi. Hiç olmazsa bir tekrardan kurtulacaklardı. Evet, evet bunu yaptırmalıydı arkadaşlarına. Fikrini tatbik sahasına sokmak için hemen, o anda önde yürümekte olan Ercan'a;

Hevalê Ercan, berwar berwar gitı diye bağırdı.

Şu korkutucu yokuşa vuramazlardı kafileyi. Yuvarlanarak zevkle indikleri bir yokuşu tekrar gerisin geri çıkmak, ölümle eş anlama gelebilirdi bazı arkadaşları için. Bunun için yamacı dolanarak bir kurtuluş şansı arayacaklardı. Yukarıya, yani az önce indikleri tepeye tırmanmaya kalksalar önemli güçlükleri göğüslemek durumunda kalacakları muhakkaktı. Ağaçsızdı orası herşeyden önce. Bu durumuyla sıfırın çok altına düşen şu andaki ısıda onlara konaklama olanağı tanımıyordu tepe, ki böylesi bir konaklamaya hayati derecede ihtiyaçları vardı. Öyleyse başka bir yer aramaları gerekiyordu.. Ağaçlık bir yer.. Kesecekleri bir kaç dalla harlayacakları bir ateş, onların kurtuluşu olurdu. Berwar berwar ilerleyerek deneyeceklerdi şanslarını. Bir fırsatını bulup aşağılardaki bir yerlere inebilseler, oradaki ormanlık alanda konaklama olanağı bulabilirlerdi. Harun'un berwar gidilmesini istemesinin sebebi buydu.

Memnun oldu buna Ercan. Biraz daha tırmandıktan sonra yamacı yanlamasına, yani berwar katetmeye başladı. Önde yürüyen bu arkadaşıyla Harun'un arasında on metre kadar bir mesafe vardı. Berwar yürümek daha iyi gelmiş gibiydi kafileye. Bu arada tabiatın tekdüze görünümü Ercan'ı bir nevi körleştirmişti.. Bilinci de; yorgunluk, üşüme ve açlığın katkısıyla bulanık gibiydi. Yürürken zikzaklar çiziyordu sanki. Sankisi fazla.. Basbayağı yalpalayarak yürüyordu Ercan. Kendini toparlamaya çalıştı duraklayarak. Sorumluluklarını hatırlayarak toparlanacaktı. Fakat olmadı. Neyse, yürümeliydi herşeye rağmen. Artık mekanikleşmişti. Bir ara tam önünde sisle kar birleşti. Düz bir yol gibi göründü gözüne önündeki alan. Bir yanılsamaydı bu.

Işte şurada yol epey düzleşmişı diye düşündü ve biraz sevinerek attı adımını. Atmasıyla kendisini boşlukta bulması bir oldu.. Derin bir uçurumdan aşağı yuvarlanıyordu..

Heevaaalll! diye bağırarak uçtu, uçtuu.

Var gücüyle bağırıyordu Ercan.. Biteviye. Sonunun geldiği kesindi. Elli metre kadar uçtu. Aşağıda, metrelerce kalınlıktaki karın üstüne düştü ve yuvarlandı. Sonra büyükçe bir ağaca çarparak durdu. Ama yine de önemli sayılabilecek derecedeki bir yarası falan yoktu herhalde. Kar ilk hızını kestiği için olacak hiçbir yeri sakatlanmadan kurtulmuştu herhalde. Elleriyle yokladı uzuvlarını. Evet, sapasağlamdı.. Buna da şükür! ıMucize diye buna derim ben!ı dedi kendi kendine.. Gülüyordu! Kötünün iyisiydi durumu.

Yukarıdaki herkes olduğu yerde donup kalmıştı. Hiç kimse ne olduğunu anlayamamıştı ilk anda. Çığlık, giderek uzaklaşan birinin boğuk haykışına dönüşmüştü. Ercan birdenbire gözden kayboluvermez mi? Neler oluyordu yine! Harun ve öndeki diğer arkadaşları bir hamlede onun gözden kaybolduğu noktaya geldiler. Tam da ayak bastıkları yerden başlayan bir uçurumun başında olduklarını gördüler. Biraz daha telaşlı koşsalardı, kendilerinin de aynı akibete uğramaları kaçınılmazdı.. Dikkatle bakılmadıkça farkedilemeyecek bir yardı bu.. Öndekiler;

Hevalê Ercan, ne oldu? Korkma biz buradayızı falan gibi sözlerle yarın dibindeki arkadaşlarına ellerinden geldiğince cesaret vermeye çalıştılar. Bir yandan da ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Ses biraz sonra sakinleşti ve kesildi. Öndekiler ihtiyat ve merakla ona doğru sarkıyor ve sesleniyorlardı:

Ne oldu sana Hevalê Ercan?

Heval ben uçurumun dibine düştüm. Ama iyiyim. Sesi yarın dibinde, bir yerlerden geliyordu. Ercan'ın epey korktuğu belliydi. Psikolojik etkiyle olacak, sesi titrekti biraz, ama neşeli miydi ne?. Yukarıdan durumu anlamaya çalışan Harun, bir yandan da arkadaşına cesaret vermeye çalışıyordu:

Korkma heval, seni kurtaracağız. Orada bırakmayız seni!

Harun yanındaki en güçlü arkadaşları arasından üç kişiyi Ercan'la ilgilenmek üzere görevlendirdi. Kalanlar ise durmadılar ve aşağıya bervar sürdürdükleri yürüyüşlerine devam ettiler.

Ercan'ı kurtarmaya gidenler, aşağıda bir ıyolı keşfetmişlerdi. Hemen yukarıdakilere doğru bağırarak herkesin oraya inmesini istediler. Sonra dördü birden kendilerini bir dereye saldı. Şimdi daha emin bir şekilde bağırıyorlardı:

Aşağı inin arkadaşlar, burası yol veriyor! Rahat geçebiliriz buradan.ı

Harun güvenemedi bu keşfe. Ruhsal gerilimin had safhada olduğu böylesi anlarda, insanların en ufak bir umudu dahi yanlış yorumlayarak büyüttüğünü geçmişteki deneyimlerinden gayet iyi biliyordu. Insanlar böylesi hallerde en ufak bir umudu dahi büyütebiliyor, olmayan şeyi gerçek sanabiliyorlardı. Çöldeki serap misali. Gerçek öyle olduğu, kurtuluşu yakaladığı için değil, olguları görmek istediklari gibi yorumladıklarından dolayı yanılgıya düşüyorlardı. Bir nevi geçici ruhsal sapma. Acaba bu da böyle bir yanılgı olmasını diye düşündü Harun. Fakat aşağıdaki arkadaşları çok ısrar ediyorlardı. Kafilenin sorumlusu konumundaki Harun ise arkadaşlarını sonu hüsranla bitebilecek yeni bir yola sürmemek için, orada bir yol olduğundan emin olmak istiyordu. Sonu belirsiz bir maceraya gözü kapalı bir şekilde atılmaya niyeti yoktu bu tecrubeli komutanın. Aşağıdakilere hemen ıevetı diyeceğine, emin olmak için ıkeşif sahibiı ekibi takviye etmeyi ve onların birlikte yapacakları araştırmanın sonuçlarına göre hareket etmeyi yeğlemişti. Bunun için bağırıp duran keşif sahibi arkadaşlarına seslendi:

Size üç arkadaş daha gönderiyoruz.Gidip iyice bir bakın bakalım, eğer dağ gerçekten oradan geçit veriyorsa ben gurubu toparlayıp arkanızdan getireyim. Tamam mı?

Böylece üç arkadaşını daha gönderdi aşağıya. Fakat kafiledekileri oldukları yerde tutmadı. Arkadaşlarını boyuna hareket halinde bulundurmayı yeğliyordu Harun. Bu arada en arkadaki arkadaşları da Harun'un bulunduğu yere varmışlardı. Oradan hep birlikte kaplumbağa hızıyla yollarına devam ettiler. Fakat terslikler, onların yakasını bırakacak gibi değildi. Bu kez takviye olarak giden son üçlüden taraf bağırtılar yükselmeye başladı. Yine ne oluyordu? Harun bir yandan duyacağı yeni bir ters habere hayıflanırken, öte yandan da bağırıyordu aşağıdakilere:

Heval, hevaaal! Ne olduuu? Cevap verin!

Cevap yerine yükselen çığlıklar geliyordu kulaklarına. Bu kez garanti felaket buldu biziı diye geçirdi aklından Harun. Yedi kişi vardı orada. Ama cevap yerine sadece çığlıklar yükseliyordu aşağı taraflardan. Bağırtılar ve çığlıklar biraz dinince durum aydınlandı. Son giden üç kişi yürürken, bastıkları kar kaymış. Bu kayma ile elli metre boyunca takviye edilen kar orta boy bir çığ haline gelmişti. Işte bu dev kartopu aşağıdaki arkadaşlarını altına almıştı. Kısacası, kurtarma ekibi olarak gidenler kurtarılmayı bekliyorlardı! Aksilikler silsilesi işte.. Ne yaparsın?

Yukarıdan giden ve çığa sebep olan üç arkadaşları hemen harekete geçmiş, elleriyle o kalın kar tabakasını kazarak onbeş dakika kadar kapalı kalan arkadaşlarını kurtarmışlardı. Bu bela da böylece atlatılmış oldu. Çığ olayından sonra Harun'un cesareti tümden kırıldı. Arkadaşlarının da. Artık hiç kimseyi o yola vurmak mümkün olmayacaktı.

Heval yukarı çıkın! Buradan devam edeceğiz yola.

Ama aşağıdakiler ısrarlıydı:

Siz buraya gelin! Korkmayın, gerçekten yol var buradan..

Dört arkadaşlarının birden çığ altında kaldığı bir yola hiç kimseyi sürme hakkını kendinde bulamadı komutan. Bu kez kesin konuştu:

Hayır, biz oraya gelmiyoruz. Siz yukarı çıkacaksınız. Buradan devam edeceğiz yola.ı Harun'un kesin konuşması etkili oldu. Aşağıdakiler çaresiz vazgeçtiler inatlarından ve geri döndüler. ***

Yol bitmiyordu. Git, git hep aynı manzara. Tekdüze. Bu arada yaşlı ve eski gerillalardan Mardin'li Mahir, artık teslim oldu olacak, öyle bir duruma gelmişti. Dokunsan ağlayacak denilebilecek bir haldeydi. Dökülecekti Mahir. Her tarafını arı gibi sokuyordu soğuklar. Bilhassa el ve ayak parmaklarında başlayan karıncalanmayı veya arı sokmasını andıran acılar çok zorluyordu Mahir'i. Yüzlerce arı başına toplaşmış vücudunun şurasına burasına zehirlerini akıtıyorlardı habire. Ovuşturuyor, olmuyor.. Hareket ettiriyor, olmuyor. Olmuyor, olmuyor, olmuyor işte! Evet, geçmişte de çok zorlu kışlar görmüş geçirmişti bu tecrübeli gerilla. Fakat böylesi bir güçlüğü ilk kez yaşıyordu. Az daha yürüdüler böyle. Idare etmeye çalışması boşunaydı. Dayanamadı Mahir, koyverdi bir anda yaşlarını. Sesli sesli ağlıyordu bu koca çınar. Önce herkeste moraller bozulur gibi oldu. Fakat çabuk toparlandı genç gerillalar. Bu yaşlı arkadaşlarıyla dalga geçerek takılmaya ve böylece akıllarınca ona moral vermeye çalıştılar.

Vay, vay! Mahir arkadaşa bak, ağlıyor!

Yapma Mahir arkadaş, sen ağlarsan biz ne yaparız?

Fakat takat kalmamıştı ki! Yiğitlik bunun neresinde? Üstelik herkeste de kalmamıştı şu dayanma gücü denilen şey.. Kimse uzun süreli olarak önde yürüyerek yol açacak durumda değildi artık. Bunun için ısürekli öncülükı kaldırılmıştı. Herkes sırayla öne geçiyor, onar metre kadar ilerledikten sonra yerlerini bir başka arkadaşlarına terkederek geriye düşüyorlardı. Hiç kimse on metreden fazla götüremiyordu öncülüğü. Bazan üç, bazan da dört metreyi bulan kalınlıktaki karla kim mücadele edebilirdi ki bu soğukta ve bu yorgunlukla? Bu dönüşümlü yürüyüşle yavaş yavaş aşağılara iniyorlardı. Aşağılara indikçe karın kalınlığı da azalıyor, bu durum ise yol almayı imkan dahiline sokuyordu. Ama şevk kalmamıştı ki kimsede. Kar örtüsünün incelmesi bile bunu sağlayamıyordu. Nereye varacaklardı? Önlerine bu kez hangi engel dikilecekti? Daha ne kadar yürüyeceklerdi?

Fakat o da ne? Şu uzaktan görünen şeyler ağaç değil mi? Evet, evet ağaç bunlar! Işte şu karartılar.. Orman bu, orman! Durum bir anda değişti. Kafilede canlanma belirtileri başlamıştı. Umut canlanıyordu insanlarda. Yaşamak yeniden güzelleşiyordu. Küs gibi yürüyen kafilede, konuşan insanların sayısı bir anda arttı. Kurtuluyorlar mıydı ne?

***

Öne geçmiş olan Ercan bir yandan yürüyor, bir yandan da parmağıyla büyükçe bir karartılar topluluğunu işaret ediyordu:

Şuradaki karaltılar bir köye ait olsalar gerek Harun arkadaş

Evet, köy gibi bir şey belirmişti önlerinde. Dikkatle baktılar, evet,bir köydü orası. Üstelik burayı tanımıştı eskiler. 7 hanelik Mertaniş Köyü'ydü bu.

Eh, nihayet günün en iyi görüntüsünü yakaladıkı diye düşündü Harun. Bu sevimli küçük yerleşim biriminin görünmesi kurtuluştu, kurtuluş! Hey be! Bak işte şu uzaktan görünen karaltılarda insanlar yaşıyor. Gel de coşma. Az sonra bir köye varacaklardı, hem de gerillalara dost, ama yoksul insanların yaşadığı bir köye.. Hoş dost olmasalar ne yazar! Vurup kapıları dalacaklar içeri. Hepsi bu!

Hemen harekete geçen Harun, öncü olarak üç arkadaşını gönderdi oraya. Bu arkadaşları köylüleri uyandıracak, sobaları yaktırarak asıl kafileyi bekleyeceklerdi. Harun, öncü tim için üç güçlü ve hızlı gerillayı seçmişti. Bu üçlü hiç vakit kaybetmeden gözden kayboldu. Kafilenin geride kalan üyeleri şimdi artık hem yürüyor, hem de köyden yana umutla bakıyorlardı. Köyün varlığını hissetmek bile ısınmalarına yetmiş gibiydi. Mella meşhur misali.. Oradaki bütün hareketlenmeleri yutar gibi izliyorlardı. Aradan az bir süre geçmeden ilk evin ışıkları yandı.. Tamam, bu ışıkların yanışı arkadaşlarının köye vardığını gösteriyordu. Arkasından diğerininki. Sonra sırayla diğerlerinin.

Kafiledekiler bir yandan o yavaş adımlarıyla yol alıyor, bir yandan da biribirlerine cesaret veriyorlardı:

Az kaldı heval.. Köy hemen şurada.. Son bir gayret..

Aslında bunlara pek ihtiyaç yok gibiydi. Kafiledeki insanlar artık kurtuluşun o doyum olmaz yüzünü görmüşlerdi ya, sürünerek de olsa varacaklardı oraya. Köydü bu kurtuluş. Şu küçücük yerleşim birimini şimdi Hilton'lara değişmezlerdi desek yeridir. Köy; varlığıyla, o sevimli siluetiyle onlara güç vermişti. Fakat eğer o güç denilen şeyin zerresi kalmışsa onlarda.. Evet.. Son bir gayret.. Işte köy. Merhaba insanlar! ***

Daha fazla beklemeye gerek kalmamalıydı artık. Hemen varışta guruplar düzenlendi, kimin hangi eve gideceği saptandı. Sıra ayaküstü sohbetlere gelmişti. Herkes biribirine takılıyor, eksiklerini, yırtıklarını, çantalardaki kopuklukları falan gösteriyorlardı. Takılmaların odağında gurubun en yaşlısı Mahir bulunuyordu.. Bilhassa gençler;

Yahu Mahir arkadaş, sen nasıl da ağlamıştın! diye takıldıkça Mahir rahatsız oluyor, onlara cevap yetiştirmeye çalışıyordu.

Bir ara Mahir'in bakışları Elîyê Kiçî'nin ayaklarına takıldı. Sadece çorap vardı ayaklarında Elî'nin. Ayakkabı yoktu..

Hevalê Elî, senin ayakkabıların yok. Nerede ayakkabıların?

Bunu söyleyen Mahir'in kendi hali ondan aşağı kalmıyordu ki? Köye vardıklarından beri bu yaşlı gerillaya takılan genç gerilla, gözleri dört açılmış Mahir'e laf yetiştiriyordu:

Mahir arkadaş, sen ona söylüyorsun ama senin de ayakkabıların yok!

Evet onun da ayakkabıları yoktu! Şimdi anlaşılıyordu o müthiş karıncalanmanın sebebi.. Yani saatlerdir ayakkabısız yürüyordu bu iki gerilla. Hem de en tecrubelilerinden! Şimdi herkes kendisini yokmaya başlamıştı. Acaba benim neyim eksik diye.. Guruptakiler hep birden kalın bir buz tabakasıyla kaplanmış paçalarını ve diğer yerlerini temizliyor, altından hangi eksikliğin sırıtacağını merak ediyorlardı. Her gerilla şurasında veya burasında bir eksiklik buluyordu muhakkak.

Sonra belirlenen guruplar çerçevesinde sobaların yanmakta olduğu evlere dağıldılar. Köylüler onları gördükleri için seviniyor, fakat hallerine bakarak üzülüyorlardı. Onları çok sıcak karşılamış, horozların ilk ötüşüyle gelen bu misafirlerini canlarından birer parçaymışcasına bağırlarına basmışlardı. Bu arada bir an önce ısınmak amacıyla, ateşi gören her acemi gerilla hemen sobaya hücum ediyordu. Fakat tecrübeli gerillalar bu hücuma müsaade etmediler. Çünkü bu onların bir organlarını kaybetmelerine bile yol açabilirdi. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra ısınmalıydılar. Yarım saat boyunca hiç kimsenin sobaya yaklaşmasına müsaade edilmedi. Ancak durumun normale döndüğüne kanaat getirince izin çıktı. Herkes sobaya yanaşarak kurulanabilirdi artık.

Önce yorgunluk ilacı sayılan çaylarını yudumladılar. Sonra yemek geldi. Fakir evleri, ne sunulsa onu yiyeceklerdi. Ama büyük bir iştahla ve sanki en lüks lokantadaymışcasına.. ıAcelesi olan delilerıgibi yumuldular gelen bulgurla çorbalara. Doyulmuyordu, ama yeter demeleri gerekiyordu bir yerde. Ne de olsa olanakları sınırsız bir ağa çiftliği değildi bulundukları bu dost kulübeler. Yemeği her yiyen mayışmaya başlamıştı. Uyku basıyordu insanları bu kez. Az sonra şurada burada horultular yükselmeye başladı. Insanoğlu bu.. Her şarta öyle kolay adapte oluyor ki!

Harun, Köyün en yaşlısı olan Xalê Mustafa'nın evine misafir gitti. Oturur oturmaz, köyün komutanı sayılan bu yetmişlik ihtiyarla gerillaların komutanı sıcak bir sohbete dalmışlardı. Xalê Mustafa hala inanamıyordu gözlerine. Kafasını pencereden yana çevirdi, bir baktı, bir daha baktı.. Bu insanlar hiçbir fire vermeden kışın bu en şiddetli günlerinde şu karşıdaki zalim duvarı aşabilmişlerdi haa!.. Olacak iş değildi bu.. Maşallah ki nasıl Maşallah!

Ben yetmiş yaşındayım. Yetmiş yılımın tümünü bu köyde geçirdim. Ama bu karda ve bu soğukta şu dağı aşabileni görmedim hiç, sizin aştığınız nah şu dağı. Siz Apocular gerçekten insanın aklının alamıyacağı işler yapıyorsunuz. Inşallah hiçbir arkadaşa bir şey olmamıştırı diyor ve fire verip vermediklerini merak ediyordu Xalo..

Gerçekten hiç fire vermediniz mi?

Harun her zamanki o sevimli gülümsemesiyle; Hayır, hiçbir fire vermedik Xaloı deyince hem sevindi, hem de ağzı bir karış açık kaldı!

Bu mevsimde kendilerini bu dağa ya deliler, ya da çok acelesi olanlar vurur. Siz Apocular nesiniz Allahaşkına!

Harun neşeyle cevapladı Xalo'yu; dağı aşan delileriz biz Xalê Mistefa! Hem de acelesi olan deliler!