Sirac Kekuyon Kimdir?


-1975 sonrası

1975, çok gelişmelere gebe olarak başladı. Önce ulusça bir şok yaşadık. Cezayir antlaşması sonrası yaşadığımız Güney'deki yenilgi şokuydu bu. Herkes felç olmuş gibiydi. Fakat iki grup çok çabuk davrandı ve Barzani'ye karşı tahripkar bir tavır aldı. Yaşanan şoktan azami fayda sağlamak için saldırıya geçmişlerdi. Bunlar, Burkay'ın öncülük ettiği Özgürlük Yolu grubu ve Şıvancı grup idi.. Devrimin yürüdüğü günlerde ona dayanmak için fırsat kollayan, fakat yenilgi anında yerinden hışımla fırlayarak şahadet parmağı ile suçlu arayanlar kervanına kısa bir süre sonra yeni katılımlar oldu.

Biz grup olarak geniş zamanında desteklediğimiz bu büyük lideri dar günlerinde, en aşağısından ideolojik saldırılara karşı yalnız bırakmama eğilimindeydik. Bunun için çok direngen bir duruş sergiledik. Bu arada Komal Yayınları çevresinde örgütlenmeye çalışan grup da doğrusu taktiksel de olsa iyi bir tavır sergiliyordu. Barzani'yi konu alan Şıvan'ın bir kitabına çözümledikleri radyo bilgilerini ekleyerek yayınlamaları ve İlhan Selçuk'un Barzani'yi Türk Irkçısı Türkeş ile mukayese edip karalayan psikolojik savaş taktiği bir yazısına yeni çıkarmakta oldukları Rızgari Dergisi'nde cevap vermeleri çok yerinde bir davranıştı.

O yılın yaz aylarında kaydımı Amed'e aldım. Evi de oraya taşıdım. Ortalık adeta toz duman gibiydi. Kürtler'deki çok partililik adeta salgın bir hastalık gibiydi. Her köşede bir parti türüyordu adeta. Bu partiler ayrıca dernekleşiyorlardı. Illegal partilerin tümünün kardoları belliydi, kahveleri belliydi, güçlü oldukları yöreler belliydi. Bazı partiler adeta mahalli imiş gibi bir manzara arz ediyordu. Kafakol ilişkileri, hemşehricilik partileşmelerde çok önemli bir rol oynoyurdu.

Bu arada TKDP'li gençler ile ilişki kurdum. Bunlardan Mustafa Fisli, Ali Çılgın ve Ömer (Kulplu) daha ziyade Rızgari bürosuna gidip geliyorlardı. Adeta birleşmiş gibi bir havaları vardı. Bu arada Fisli, bir arkadaşı ile birlikte, Rızgari adına görüşmeleri yürüten Ibrahim Güçlü ile müzakereye oturdu. Konu Rızgari TKDP birleşmesiydi. Fisli bu görüşmeden önce bana konu hakkında bilgi vermişti. Ben ise Rızgari ile çalışamayacağımızı, ancak TKDP'ye katılabileceğimizi onlara bildirdim. Şimdi önlerinde iki seçenek vardı, ya biz, ya Rızgari..

Ibrahim Güçlü görüşmede yerine getirilmesi çok güç şartlar öne sürmüştü. Buna göre Rızgari, TKDP'nin tümü ile değil, bu parti içerisinde 'ilerici' olarak niteledikleri kesim ile birleşmeyi hedefliyorduç Bunun için, TKDP içindeki ilerici dedikleri kesim, marksist bir eğitimden geçecek, partideki gerici denilen Dervêşê Sa'do ekibini tasfiye edecek ve partiyi Rızgariciler'in yönetimine terk edeceklerdi. Eh, bu kadarını yapabilen bir ekibin yönetimi neden Rızgari'ye devredeceğini de izah eden yoktu..

Bir kaç gün sonra aynı ikili bu kez benden randevu aldı ve çok kolay, aynı zamanda çok yanlış bir birleşme sağlandı. Bu birleşmeye onay veren ben, hayatımın en büyük siyasi hatasını yapmış oldum. Sistemini kurmadığım, işleyiş şekli bana yabancı ve hantal gelen bir örgüte dinamik bir grubu katmış, böylece bu arkadaşları süreç içinde boğulmaya terk etmiştim. Oysa bağımsızlığımızı muhafaza etmeyi seçseydik kısa bir süre içerisinde TKDP'nin en dinamik üye ve sempatizanlarını yine de 'kapabilirdik'. İçimden geldiği gibi kondurduğum bu 'kapma' sözcüğü Kürdistan'da siyasi literatürün en vazgeçilmez terimidir. Eleman kapmak, zafer sayılır. Üretmekten daha önde tutulur kapmalar. O sıralarda bu 'kapma' işi için bütün şartlar vardı. Kolaycılığa kaçmak, az daha benim hayatıma dahi mal oluyordu. Bu macera boyunca haber aldığım üç süikast geçirmem (ikisi teşebbüs halinde kalmıştı) bunun en açık delilidir. Asıl feci olan benim kendi hayatımı kaybetme ihtimalim değil, büyük çaba, emek ve umutlarla bir araya getirdiğim kadro düzeyindeki insanları tüm önceki inançları ile çelişen bir noktaya kilitlemem oldu. Devrimin yükünü taşıyabilecek olan bu insanların her biri birer ölü sayılırdı, yaşayan ölüler. Geri dönüş yoktu maalesef. Politikada atılan adımdan geri dönmek büyük prestij kaybı demekti. Oysa gerçekten çok iyi temellere oturmuş, pırıl pırıl bir hareketin tertemiz grubunu oluşturmuştuk.

Aramıza yeni katılmış olan ve başlıca Aydınlık'tan, Dev-Sol'dan ve daha başka Türk Solu fraksiyonlarından 'kaptığımız' insanları henüz iyice hazmetmediğimiz doğruydu. Onlara Kürt Sorunu bilincini tam taşımadığımız da. Ama asıl çekirdek gerçekten inançla yola çıkmıştı. Öyle yola çıktığı için de yılların THKO'sundan, Aydınlık Grubu'ndan (Perinçekçiler'den), Dev-Sol'dan insanları aramıza alabilmiştik. Ama şimdi ne yapmıştık? Onları oturmuş bir hareketi ele geçirme sevdasıyla aslında erime sürecine sokmuştuk. Böylece öncü olma iddiamızı daha baştan kaybetmiştik. Artık Güney'in o meçhul güçlerinin taşaronuyduk. Bunu adım adım göreceksiniz.

Bizim katılımımızla onların da düzeni bozulmuştu. Aralarında bazan canlı tartışmalar olmakla birlikte, KDP belli bir misyonun yerleşmiş partisiydi. Ben kişi olarak, herhangi bir Kürt partisini 'gericilik' suçlamasına tabi tutma kolaycılığına asla tevessül etmem. Önyargılarımızdan tamamen uzak durarak ve partisel çıkarı fetişize etmeden diyalektik mantığı kullanarak düşündüğümüzde, tüm Kürt partilerinin sömürgeci ilişkileri yıkma veya kölelik zincirini parçalama amacıyla kurulduğunu görürüz. Dolayısıyla tümü, Türk Sistem partilerinin ilerisindeki bir noktadadırlar. Partileri olumsuz kılan, amaca varmak için seçtikleri taktik ilişkiler ve bu ilişkilerden dolayı yaşadıkları erozyondur. Bazan KDP için 'MIT'in kontroluna girmiş bir parti' gözüyle bakılır. Eğer tek tek kişiler açısından bakacak olursak, 1970'li yıllarda, siyasetle ilgilenen kim, hangi partinin merkezi insanlarını sayamıyordu ki? Her partinin kahvesi, sempatizan ve kadroları belliydi. Eline cıgarasını alıp, siyasilerin devam ettiği bir kahvehaneye giren bir MİT'çinin veya emniyet elemanının fazla gayret göstermesine gerek yoktu. Hemen yanıbaşındaki masada süren tartışmayı dinlemesi yeter de artardı bile. Öte yandan hiç bir parti sızmalardan azade değildi. Yani istihbarat ile iç içe yaşamaya mahkum etmiştik kendimizi.

Hikayemize dönersek, şunu açıklıkla görürüz: Bu parti bu kadar allak bullak oluşa alışmamıştı. Bir yandan gazete çıkıyor, bir yandan yeni fikirler aşılanmaya çalışılıyordu. Bundan dolayı partinin yönetim mekanizması kısa bir süre içersinde değişime direnmeye başladı. Onlar direndikçe sistem laçkalaşmaya illegalite geniş ölçüde çözülmeye başlandı. Oysa işin mantığı gerçeği, her çiçek kendi toprağında güzeldi. Biz KDP'deki varlığımızla hem kendimizi sürece yayılmış bir şekilde yozlaştırdık, hem de onların işleyiş tarzını allak bullak ettik. Bundan faydalanan ise Geçici Komite ve devlet oldu. Bilhassa geçici komite.. Hem bizi yavaş yavaş bölmek suretiyle kendilerine daha fazla bağımlı kıldılar, hem de ikmal yolu olarak niteledikleri; Nusaybin-Cizre-Şırnak- Uludere yolu üzerindeki işe yarar arkadaşlarımızı kendi partilerine üye olarak kaydettiler. Bununla da yetinmediler, Tüm Hakkari bölgesinde örgütlenmeyi de ihmal etmediler. Biz hiç bir şekilde Hakkari'de parti örgütü kuramadık.. Yani şimdi PKK aleyhine itiraz ettikleri her şeyi Sami Rahman o zamanlarda bizim başımıza getirmişlerdi.

TKDP'ye tam katılımımızı, onların merkez komitesinin kararı ile resmileştirdik. Gelişimizi sevinçle karşılamışlar. Merkez Komitesi bana, komitenin üyesi olmamama rağmen örgütlenme ve yayın konusunda tam yetki vermişti. Hemen harekete geçtim. Önce illegal çıkaracağımız bir derginin etüdünü tamamladım ve hemen hayata geçirdim. Derginin adı, tıpkı Güney KDP'nin yayın organı gibi; Xebat olacaktı. Dergide; hem Güney'den gelecek olan haberlerin tercümesi yer alacak, hem de bizim yazacağımız yazılar okura kavuşacaktı. Bu dergiyi çıkarmaktaki amacımız, bir yandan halk arasında yenilginin yarattığı umutsuzluğu mümkün olduğunca tersine çevirmek, öte yandan da sesimizi ve biraz da yeni yönelişimizi kitlelere kavratmaktı.

Bu arada Güney'de cereyan eden bazı gelişmeleri kaydetmeden, o günleri anlamak güç olabilir. Yenilgiden sonrası gelişmelerdir bunlar. Kereç kampı günlerinde en önemli gelişme, Talabani'nin çok atik davranarak YNK adı altında örgütlenmesi, bunu da KDP içinde yapılan darbe ile Parastın denilen parti haber alma teşkilatının yönetime el koymasıdır. YNK, Kuzey'de birçok müttefik bulabildiği halde KDP yönetimini 'Geçici Komite' adını kullanarak ele geçiren 'Sosyalist' ekip sadece bizi bulabilmişti arkadaş olarak. Bu ekip önce bir özeleştiri yayınladı. Bu özeleştiride iki şey göze çarpıyordu. Birincisi; 'çevredeki hangi ülke olursa olsun, elimizi dahi vermeyeceğiz. Çünkü geçmişte elimizi verdik, kolumuzu ve giderek gövdemizi kaptırdık' ibaresiydi. Ikincisi ise; 'Barzani ailesi bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Bir zamanlar olumlu bir rol oynayan bu kurum, daha sonra Barzani'nin yaşlanması ve hastalanması üzerine olumsuzlaşmıştır. Bu kurum da yerini partideki dinamik unsurlara bırakacaktır.'

Güney'de yönetimi ele geçiren ekipten iki kişi; Cewher Namıq ve Kerim Sincarî doğruca Dervêşê Sa'do'ya gelmiş, ondan örgütlenmek ve yeni hareketi yönetecekleri bir üs olarak kullanabilecekleri bir yer temin etmesini istediler. İstekleri derhal yerine getirilmiş, Şırnak yakınlarındaki bir gömmeye yerleştirilmişlerdi. Bu arada kontak kurabilecekleri kişiler de gösterilmiş, aslında ilk örgüt nüveleri bu eski KDP sekreteri tarafından sağlanmıştı. Kısa bir süre sonra bu kez bizim bu gelenlerle ilişkilerimiz başladı ve Derviş bir kenara bırakıldı.

Birer tanrı gözüyle baktığımız bu ikiliyi kısa bir süre içerisinde ziyaret ettik. Çok etraflı bir görüşme yapmamıza rağmen bugün dönüp baktığımda aslında bir ceviz kabuğunu doldurmayacak şeylerin etrafında dönüp dolaştığımızı görüyorum.

Cewher-Kerim ikilisi kısa bir süre içerisinde bizi çok iyi çözümlemişti. Bundan dolayı sonuna kadar kullanabileceklerini biliyorlardı. Onlar adeta bize karşı tanrı kesiliyorlardı. Çok ustaca oynuyorlardı doğrusu. Bizim Kuzey Kürtleri'nin çoğunluğu ile hırlaşmamızı 'yurtseverlik' olarak nitelerken, kendileri haksız yere 'caşlıkla' suçladığımız yurtsever KİP (Şıvancı olduğunu söyleyen parti) ile görüşmelere oturmuş dostluğun yollarını arıyorlardı.. Ben bunu Barzani-II kitabımı yazarken, PPKK sekreteri Murat Cuwan'dan ve bu partinin diğer bazı önde gelen kadrolarından öğreniyordum. Ama çok geç kalaraktan. Bu arada yine onlar uğruna boğuştuğumuz Kawacılar'la ise anlaşmışlardı bile. Hem de bize hiç bir şey sezdirmeden.. Bunları bildiğin halde neden 1988'de aynı adamlarla dost oldun, onları yine övücü bir pozisyona girdin diye sorulabilir. Evet bu doğru bir sorudur. Bırakın bu sorunun cevabını zamanı geldiğinde verelim.

Bu takımı Mustafa Barzanici sayıyorduk. Ama bu düpedüz bir yanılgıydı. Onlar aslında aramızdaki Musatafa Barzani hayranlarını da çok iyi tanımışlardı. Zamanı geldiğinde tereddütsüz bir şekilde bunların tasfiyesi için bazı gençlere yardım edeceklerdi. Bunu daha sonra hep birlikte göreceğiz. Biz bu arada durmadan hem kırsal alanda, hem de şehirlerde parti çalışmaları yapıyorduk. Bu çalışmaların tümü Güney'e endeksli idi desem yeridir. Güney KDP ile yatıyor, onlarla kalkıyorduk.

Fakat yine de işleri genişletmiştik. Bir yeraltı yayınevi de kurduk. Bu yayınevinde yayınladığımız ilk kitap Nuri Dersimi'nin 'Kürt Tarihi'nde Dersim' adlı kitabı oldu. Ardından Genelkurmay'dan ele geçirdiğimiz gizli kayıtlı bir kitabı bölüm bölüm yayınlamaya başladık. Ilk olarak Şeyh Sait Direnişi'ni piyasaya verdik. Ardından Dersim geldi. Sanırım Raçkotan Direnişi'ni de verdik veya dergide yayınladık. Öte yandan milli meseleyi bilimsel olarak ortaya koymaya başladım. Xebat'ın 6. Sayısı'nda (Haziran-1976) Kürdistan Sorunu'nun özgüllüğünü açtım oradaki belirlemelerden bazıları şöyledir:

-Kürdistan, kendisi de şu veya bu ana metropole göreceli olarak bağımlı alt sömürgeci devletlerin sömürgesidir.

-Kürdistan bir alt sömürgenin değil, dört ayrı devletin sömürgesi olan uluslararası bir sömürgedir.

-Kürdistan'da sınıfların tam olarak ayrışmamış olması söz konusudur. Bundan dolayı mücadele örgütü Kürdistan'daki sosyal ve siyasal konjonktüre uygun olacaktır.

Bütün bu belirlemeler Kürdistan'da ve Türkiye'de ilk olarak benim tarafımdan kaleme dökülmüştür. Bu görüşlerin bir kısmı çok sonraları Dr. Ismail Beşikçi tarafından da kayda geçirilecekti (Bkz; Uluslararası Sömürge Kürdistan, 1991). Ben burada hayali olarak konuşmuyorum, arşive, sadece arşive dayanarak kaydediyorum. Bu makaleyi, daktilo ve cümle hatalarını düzelterek size ev sayfamdan sunacağım. Takip ediniz.

***

1976'da Talabani'nin kurduğu KYB Bahdinan'da KDP'nin örgütlenme çabalarını tümden yok etmek için ilk peşmerge grubunu İbrahim Ezzo komutasında gönderdi. Grup Küçük Güney'den çıkış yapmıştı. Duruımdan mahalli parti biriminin haberi oldu. KYB'nin bu tür geçişlerini S adlı Cizreli etkili bir zat organize ediyordu. Kendisini solcu olarak tarif eden bu zat aslında Şık ailesi ile yerel rekabetinden dolayı KDP bulamadığı yeri KYB'de aramış ve bulmuştu. Ezzo'nun yönetimindeki grup iyi bir mahalli örgütü bulunmayan S ve arkadaşlarından yeteri kadar yardım alamadan ilerlemek zorundaydı. Cizre'deki S'nin yanında Uludereli Y ve Güneyli Mellayê Sor da bu organizasyon işinde aktifti. Fakat çevre KDP tarafından örgütlendiği için kendilerine düşmandı. Doğrudan doğruya tuzağa düşmüşlerdi. Kendilerinin gidişi ile ilgili bilgiyi ancak olay bittikten sonra alabildik. Tuzak Sami Rahman'ın adamları tarafından kurulmuştu. İmha edildikleri söylenir (Necmettin Büyükkaya, kalemimden Sayfalar).

1977'ye girildiğinde KİP'in içinde Necmettin Büyükkaya olayı patlak verdi. Büyükkaya Talabani ile birlikte hareket ediyor, partisinin disisplinini hiçe sayıyordu. Oysa KİP Güney Olayı'ndan uzak durmaya özen gösteriyordu. Geçirdikleri deneyim bunu yaptırıyor olsa gerek (iki Sait olayı). Fakat Necmettin sıcağı seven bir yapıdaydı. Silahların patladığı bir ortamda tavır almak onun karekteriydi. O tereddütsüz bir şekilde bu kapışmada taraf olmuştu. Talabani ile birlikte hareket etmekteydi. Üstlendiği görev, düşman bildiği Bahdinan grubunu ortadan kaldırmak olduğuna göre bu işi yapacak olan peşmergelerin geçiş yollarını güven altına almak can alıcı noktaydı. Bu iş için iki önemli yerel yoldaşı, S ve Y ile ilişkilerini sağlam tutmaktaydı. Yılın başında belirleyici sayılabilecek ikinci çıkarma hareketi başlatıldı. Bu kez Komela'nın Lideri Noşirvan sahnedeydi. BU hareketli peşmerge komutanı emrindeki 114 peşmerge ile Silopi yöresinde Dicle'yi geçti Cudi sırtlarında üslendi. Mellayê Sor da aralarına katılmıştı.

Öte yandan TKDP yandaşları da bunlarla diyalog ve onlarda panşk yaratarak dağılmalarını sağlamak için adeta etraflarını sararcasına vaziyet alan bir heyet göndermişti bölgeye. Bu heyetin sözcüsü Noşirvan'a burada neden bulunduklarını sorduğunda aldığı cevap çok sertti: ‘Biz buraya Barzani adını kökten yok etmeye geldik! Emperyalizmin uşaklarını yok etmeye geldik!'

Bu cevap dialogun asıl mecrasından çıkıp bir psikolojik savaşa dönüşmesine yol açtı. TKDP sözcüsünün bu sözlere karşılık olarak savurduğu tehdidi çok sertti ‘etrafınız üç bin silahlı adamla sarılmış durumda. Teslim olun'. Ama bu sadece bir blöftü ve kolaylıkla tutmuştu. Hele o panik yaratan Mellayê Sor'un hezeyanları sonuç alıcı oldu ve kısa bir süre içerisinde dağılma başladı. Gruplar halinde kopuşlar başlamıştı. Noşirvan da Binê Xetê'nin yolunu tutanlar arasında yer aldı. Fakat aralarından 27 kişi geri dönmeyi red etti ve KDP'ye katılmak üzere ayrıldı. Ben bu grupla uzun uzun konuşma fırsatı buldum. Hepsi sadece ülke için bu ekibe katılmıştı, kardeş kavgasını akıllarından bile geöirmemişlerdi. Kısa bir süre içerisisnde onları kendi istemleri doğrultusunda cepheye yolladık. Bine Xetê'den çıkarma yapma işi böylece kapanmış oldu.

***

1976 yılının ortalarında gerilla savaşına hazırlık olmak üzere hepsi okumuş takımından olmak üzere bir grup arkadaşımızı Geçici Komite'ye eğitim amacıyla gönderme kararı aldık. Bunlar muhtemel bir direnişte komutan olacaklardı. Örgütlenme sorumlusu olarak ve biraz da yetkilerimi aşarak bu kararın sorumluluğunu ben üstlendim. Önce Hıdır Akbalık ve bir diğer arkadaşı gönderdik. Bu Hıdır Akbalık'ın adını vermemin sebebi, bu adamın itirafçı oluşundan dolayıdır. Bu unsur, KUK ayrılığından sonra arkadaşları ile birlikte tekrar bizimle birleşmek istedi. Fakat ben bizzat red ettim. O da 40 eski arkadaşımız ile birlikte Apocular'a katılmış ve daha sonraki ifadeleri ile 200'ün üstünde isim vermişti (sonradan PKK). Neyse biz konuya dönelim. Bunlara takviye olarak aralarında Şehit Hişyar Ağaoğlu da bulunan 11 arkadaş daha gönderdik. Onların eğitim görmekte olduklarından ve her türlü yardımı aldıklarından çok emindik. Fakat bir gün çıkageldiler. Perişandı hepsi. Geçici komite onlara hiç sahip çıkmamış, bu arkadaşları bir ormana bırakmışlardı. Oradaki köylüler günde bir öğün bulgur pilavı getirmezse açlıktan bile ölebilirlerdi. Grup sorumlusu arkadaş ateş püskürtüyordu onlara. Geçici Komite bu arkadaşları eğitmediği gibi artık uyanmakta olduğumuzu hesapladıklarından bizi bölmeye de başlamıştı. Aramızdaki samimi Mustafa Barzani yanlılarını çok iyi saptamışlardı. Bunlar bir avuçtu. Gerisini teşkil eden gençleri sırayla karargahlarına davet ederek, insanların 'ilericilik' duygularına hitap ediyor, Barzanici-Geçici Komiteci ayırımını alttan alta teşvik ediyordu. Kim olsa o gençlerin yerinde Sami Rahman ve arkadaşlarının bu yemini yutardı.. Öyle de oldu.

1976 Yılı içinde 'kamulaştırma' alanında bir çok karara imza attım. Bunlardan biri Güney'dekilere bir jeneratör ve yüksek güçteki bir telsizdi. Jeneratöre Lice'de, Telsize ise Türk Hava Kuvvetleri uçaklarından birinde el kondu. Amaç Güney'de cereyan eden direnişe bir radyo istasyonu kuracak malzemeyi sağlamaktı. Bu konuda teknik olanağımız da vardı. Her iki eylem de başarılı olarak sonuçlanmıştı. Bu arada daktilo gibi bazı araçlar da kamulaştırılmıştı.

Biz bir yandan devrim için sözde hazırlık yaparken, öte yandan da uluslararası ilişkiler için Avrupa'da Örgütü kurma hazırlıkları yapıyorduk. Bunun için Nurettin Zaza ve KAK'tan gelen bir eski arkadaşa teklif götürdük her ikisi de kabul ediyordu. Bu arada Hemreş Reşo da doğrudan doğruya Amed'e gelerek kendisi bizimle ilişki aradı. Fakat KAK'çı arkadaş onunla çatışma halindeydi. Kendisi açıkça CIA ajanı falan olmakla suçlanıyordu. Kürtler arasında böylesi suçlamalar biraz tabii olmakla birlikte biz riski göze alamadık. Sonuçta olayı, Reşo'nun Avrupa'da pek iyi bir ismi olmadığına yorduk ve kendisini eli boş uğurladık.

1977 Haziran'ında kongre kararı alındı. Bu kararın alınması ile bölünme de had safhaya tırmandı. Işin başında gençlerin hiç biri bana karşı değildi. Onlar beni Parti Sekreteri olarak seçmeyi düşünüyorlardı. Fakat ben partinin bölünmesine şiddetle karşı olduğum için, sekreterin, ki M. Ali Dinler adlı Cizreli bir avukattı, geçici olarak desteklenmesini istedim. Bu adam ayrıca 49'lar davasından da yargılanmıştı (Ama daha sonraki, 1981 hapsinden sonra itirafçılık belgesi imzalamış, kendisini bitirmişti). Bu adamın gevşekliğine, yetersizliğine rağmen, o günkü şartlarda devam etmesini istedim. Biz, bu adamı tamamen marke edecek çok güçlü ve profesyonel bir merkez komitesi oluşturarak partiyi ataletten kurtarabilir, olumsuz unsurları onlar farkına varmadan partinin dışında bırakabilirdik. Zaten Dervêş'i dışlamıştık bile. Diğerlerini de aynı metodla dışlamak ve bunu yaparken parti sırlarını ele vermemek mümkündü.

Bu adam neden gerekliydi?

-Birincisi; Barzanici ve daha bağımsız grup arasında bir köprü görevi yapabilir, bir darbe şeklinde gelebilecek olan bölünmeyi engelleyebilirdi.

-Olumsuz kişilik yapısına rağmen, Avukat ve 49'lar davasından yargılanmış olması, halk arasında onun belli bir prestije sahip olmasını sağlamıştı. Onun bu titri bir süre daha bizim ciddiyetimizin ifadesi olarak kullanılabilirdi (dikkat ediniz biz de 'kullanma' denilen çirkinliğe gırtlağımıza kadar saplanmıştık).

-Daha sonra tabii bir süreç izleyerek gerçekleşecek olan tasfiye işlemi çok sancısız cereyan edebilir, tasfiye edilenlerin yeniden örgütlenme olanakları ellerinden daha kolay alınabilirdi.

KDP'yi ve bizim işe başlamaktaki yanlışımızı anlayanlar, içinde bulunduğumuz çıkmaz durum itibariyle, bu oportünizm kokan çirkin çözümün partinin ayakta kalabilmesi için başka şans olmadığını çok iyi anlarlar. Üstelik Irak-KDP'nin etkisinden kurtulmanın da tek yolu buydu. Biz, aksinin, yani eskilerin hemen bir çırpıda tasfiyesinin gerçekleştiği 1977 kongresi sonrasını çok iyi hatırlıyoruz. Partiyi ele geçirenler, slogansı davranışlarla bir ara epey güç de topladılar. Ama bugün o güçden pek bahs eden yokken, 'tasfiye ettik' dedikleri KDP-Bakur hala, sınırlı da olsa vardır.. Oysa tersi olabilir, parti süreç içinde, belki de toparlanabilirdi.

***

Kongrenin sonuçları:

1977 Kongresi, Irak-KDP'nin gölgesinde cereyan etti. Biz, yani onları tekrar ayağa kaldıran, onların propagandasını üstlenenler çok ucuza satılmıştık. Hala da onların suçsuzluğunu konuşuyorduk. Bizim için, ne hazindir ki, 'kıble' hala Güney idi. Evet, parti genç ve tecrubesiz bir ekibin eline geçmişti. Bu ekible birlikte parti, çalışmadan, ter dökmeden lider olma hevesine kapılanların elindeydi artık. Marksizm-Leninizm'i savunduklarını, 'ağaları' tasfiye ettiklerini söylüyorlardı. Oysa aramızda köken itibariyle ağa olan bir tek kişi yoktu. Ama onlarda; Seyithan Mercan, Hamit Kılıçarslan gibi büyük toprak sahibi kişilerle, Mustafa Fisli gibi arsa spekülatörü aile çocukları en ön safları tutmuştu. Bir de bir başka yeni zengin.. Bizim arkadaşlardan Abdulkerim Semavi, daha sonra bizim tarafın da vardığı noktanın ülkenin çıkarına aykırı olduğunu görmüş, PKK saflarına katılarak şehit düşmüştü. Karşı taraf ise ülkeyi kan gölüne çevirecek olan PKK-KUK savaşını başlatma veya bu savaşı kabullenme gibi bir kardeş kavgasını dahi göze alacak kadar gözü kapalı hareket etmişti.

Kongrede her biri bir taraftan gelmiş olan gençler büyük bir başarı elde etmişlerdi. Bunlar merkez komitesinin dokuz üyeliğinden beşini ele geçirdikleri için sekreteri de kendileri tayin etmişti. Tüm politbüro üyelikleri onlara geçmişti. Mustafa Fisli adlı siyasal bilgi ve tecrubesi hiç olmayan tüm gücünü babasının parasından alan biriydi sekreter olarak seçtikleri. Bu adam daha sonra Isveç'e sığınmış ve yüz kızartıcı bir suçtan sekiz yıl hapis de yatmıştı. Hareket doğrudan doğruya bölünmüştü. Bu gençlerin temsilcileri artık Mustafa Barzani adı ile de bağlarını koparmakta bir beis görmeyeceklerdi. Bu kongreden sonra Mustafa Barzani artık tüm örgütlerce olumsuzun ifadesi olarak kullanılmaya başlanmıştı. Ortalıkta ne Rızgari kalmıştı ne de Kava veya Dengê Kawa.. Bu Kürt Lideri'nin adını, saygıyla anan okumuşlar takımından sadece şunlar kalmıştı: Ferhat Aydın, Avukat M Ali, Doktor Hatip, Bir Lise öğretmeni, bir ilkokul öğretmeni ve Ben Sirac Bilgin.. Başka hiç kimse.. Tarih yeniden yazılıp Mustafa Barzani 'aklandıktan' sonra interneti kullanarak benim davranışımı Mustafa Barzani aleyhtarlığı olarak sorgulayan bazı zıpçıktılar acaba o zamanlar neredeydiler? Bu lidere hangi pencereden küfür yağdırarak puan toplamaya çalışıyorlardı? Kim bilir? Siyaset bazan da olsa nankörlüğün diğer adı değil mi?

Kongre sonrası parti disiplini hiç kalmadı. İşbaşına gelenler, yeni bazı kişileri aralarına almak için gruba dönüşmüşlerdi. Bunlardan Mahmut Al adlı bir eczacı, benimle 1989'da yaptığı röportajda; 'ben partiye girmedim, parti bana geldi' (bana iltihak etti anlamında) diyecek kadar durumu açıkça ortaya koyuyordu. Merkez komitesini genişletmek, falan gibi davranışlar işten bile değildi. Bu komite ilk iş olarak benim parti ile ilişkimi kesecekti. Bunun yanında geride kalan arkadaşlara hiç bir 'sır' vermemek suretiyle onları da sessiz bir tasfiyeye tabi tutmuş oluyorlardı. Yeni grup, genişlemek için şiddeti esas almıştı, ki bu bizim eskiden beri uyguladığımız ikna metoduna aykırı idi. Silahlanma, ama Kürtler'e karşı silahlanma daha henüz ilk günden başlamıştı.

-suikastlar

Kongre sonrası ben, parti içindeki prestijimi neredeyse tamamen kaybetmiştim. Bunun tabii ki haklı sebepleri vardı. Her şeyden önce grubu koruyamamış, lafazanlara yem etmiştim. Dayandığım ve kendi ürettiğim güçleri, ideolojik açıdan doyurmaya devam edememek bir diğer günahımdı. Onların genç dimağlarının moda ucuz sloganlara karşı hassas olduğunu bilmeme rağmen, onları bilimsel ölçüde doyurmayı zamana bırakmıştım. Bazı tavırlarımın sapma olarak nitelenmesi de normaldı. Velhasıl bölünme hayata geçmiş bir gerçekti. Bu oldukça ağır bir darbeydi. Buna rağmen bir şeyler yapmalıydık. Tasfiyeyi direkt olarak kabul etmek mümkün değildi. Yeni bir deklarasyon yayınladık ve kongreyi gayrimeşru ilan ettik. Eski Sekreterin öncülüğünde yeni bir merkez komitesi oluşturduk. Bazı yerlerde oldukça güçlendik de. Cizre tamamen kontrolumuza geçmişti. Burada da oldukça aktif gençler vardı.

Bu arada parti çalışması için gezilere de çıkıyordum. Bu gezilerden birini Nusaybin-Cizre yörelerine yaptım. Fakat daha sonra öğrendiğime göre, KUK o sırada beni öldürmek için birini görevlendirmişti. Bunu Apocular haber almıştı. Bu arkadaşlardan biri beni arabasına alarak Cizre'ye götürüp bıraktı. Bana hiç bir şey söylemedi. Bu olayı ancak bu sene (yani 2000 yılında) öğrenebildim. Bu, benim Apocular sayesinde fiili saldırıya uğramadan atlattığım ilk süikast girişimiydi…

Öte yandan sadece KUK'çular değildi benimle uğraşan. Tasfiye ettiğimiz eski sekreter Dêrvêş taraftarları da fırsat kolluyorlardı. Işte onlara yeni katılmış olan bazı olumsuz kişiliklerin, interneti kullanarak yaptıkları çirkin yayından sonra ilk kez açıklayacağım bir olay, bu adamların kinini ve oldukça karanlık yüzünü ortaya koymaya yeterlidir. Bu ekibin en önemli adamlarından biri olan Molla Mehemmed (Hiç olmazsa soyadını vermiyorum. Ama o, parti içindeki 11 Molla Mehemmed'den hangisini kastettiğimi çok iyi bilir) bir ara beni Adana'da bir görüşme yapmaya davet etti. Bu görüşmede 'Beş Parçacılar'la konuşacaktım. Bu karanlık grubu o zamanlar pek tanımıyordum. Bildiğim kadarıyla Maocu bir çizgi tutturmuşlardı. Bunların daha sonra Apocu öncü kadrolarından Haki Karer'i de öldürdüklerini duyacaktım. Fakat o zamanlar bunu bilmiyordum. İşte bu kinci ekip, o grupla anlaşmıştı. Beni ya fiziki olarak yok ettirerek ya da tabi kılarak onların emrine alacak, böylece tasfiye edeceklerdi. Görüşme yeri olan Adana'daki eve gittiğimde ortada bir gariplik olduğunu hissettim. Ama bir anlam veremedim. İçeride ev sahibi ve iki kişi daha bulunuyordu. Silahlıydılar (tabanca). Molla Mehemmed'in yaptığı giriş konuşması ile konuşmaya sohbet havasında başladık. Kısa bir süre içerisinde çok sert konuştukları, tahrikkar davrandıkları bir tartışma başlattılar. Söz ve tavırları o kadar sert idi ki, sanki iki düşman general masaya oturmuş, teslim şartlarını konuşuyordu. Molla Muhammed boyuna ondan yana davranıyor, tartışmayı daha da kızıştırıyordu. Hele iki adamın ikide bir gözgöze gelmeleri, işaretleşmeleri çok açık bir şekilde bir şeyler döndüğünün işaretiydi. Durum çok kritikleşmişti. Ben işin sonunu kestirmeye başlamıştım. Fiziki tasfiye kapıdaydı. Silahlarını gösterecek şekilde oturuyor, niyetlerini açığa vuruyorlardı. Kaçış umudu da yoktu. Bundan dolayı bir kurtuluş taktiği olarak kademeli bir şekilde onların fikirlerine yatkınlık sergilemeye başladım, ama ustaca. Sanki ikna olmuş gibi bir hava veriyordum. Sonunda diğer arkadaşları da ikna için süre istedim ve bir daha en kısa sürede toplanarak daha iyi bir antlaşma yapmak umuduyla kalktım ve oradan ayrıldım. Beni iki kişi otogara kadar götürdü. Arabaya bindirinceye kadar beklediler ve ayrıldılar. Ayrılırken; 'gördüğün gibi emaneti sağlam teslim ediyoruz' dediler.. Ben buna rağmen daha sonra da hiç renk vermedim. Ama hareketi bu beş parçacılardan uzak tutmak için elimden geleni yaptım. Bu provokatör grup daha sonra bilhassa PKK'nin yönelimi ile tasfiye edilecekti. Ikinci suikast girişimi de böylece buzdolabına kaldırılmıştı.

Peki neden Molla Mehemmed ismi üzerinde durdum ve bana karşı tavrını sergiledim? Okuyucu bu soruyu haklı olarak sorabilir. Cevaplıyayım: Molla Mehemmed, benim hakkımda karalamalarda bulunan internet yazısını yazan ve iftiracı yüzü ortaya çıkmasın diye takma ad kullanan o şahsın (ki adını biliyoruz, anlamaya değmez diyoruz) yardımcılarından en önemlisidir. Bir esprimi bile 'gerçek' diye internete veren de budur. Bana cepheden saldırıya geçen bir insanımızdır. Bu işi, kendileri çok temiz oldukları için yapmadıkları ortada. Çünkü ben Avrupa'ya çıktığımda bu fraksiyon benimle aynı parti çatısı altında görünmekte, en aşağısından, bir sakınca görmemişlerdi. Eğer partilerinin geçmişini deşmek gibi bir niyetleri var idiyse o zaman yapsaydılar ya.. Hem önce parti sekreteri M Ali Dinler adlı avukattan başlamaları gerekmez miydi? Bence, sadece onun sorgulanması, bu fraksiyon için büyük bir iş sayılırdı. Çünkü bu adam hapishaneden çıktıktan sonra pişmanlık yasasından istifade etmek için başvurmuş ve başvurusu yerinde görülerek kabul edilmiş bir adamdır. Bu adam, pişmanlık yasasından istifade ettikten sonra da sekreter kalmıştı. Benim, Avrupa'ya çıkıp onlarla (KDP'lilerle) ikinci kez işbirliği yapmaya başlamamdan kısa bir süre önce sekreterliği kaybeden bu adam neden deşifre edilmedi de bana yönelindi? İyi bir sorudur bu. Bilindiği gibi pişmanlık yasası, verdiği ifadelerle samimi bir şekilde bir örgütü deşifre eden ve örgütün çökmesine sebep olanlara uygulanan bir nevi af yasasıdır. M Ali Dinler bu yasadan istifade ederek cezadan kurtulmuş, avukatlık mesleğine devam olanağı bulmuş bir kişiliktir. Eğer halka birilerini teşhir edeceksen, senin yanında kalmış olandan başla ki inandırıcı olasın. Bunun dışında, eğer bir olumsuzluğum varsa, şerefli Kürt Gerillalarına fiili destek yürüyüşünü çok hızlı başlattığım günden önce bu olumsuzluğu teşhir etmeniz gerekirdi. Ama hayır. Türk Devleti'nin benim için 500 yıl cıvarında ceza istediği bir süreçte, sömürgecilere yardımcı olacak şekilde beni karalayacaksın ki işe yarasın. Göz kırpacaksın 'patronuna'. Hani derler ya, çamur at, en aşağısından izi kalır. Işte görüldüğü gibi, Kürt Ulusal Hareketi'nin MIT ajanlığı ile suçladığı ve bu konuda kani olduğu bir adamın, Dervêşê Sa'do'nun en yakın arkadaşı, sırdaşı olan Molla Mehemmed'in benimle bu süreçte uğraşması tesadüfi değildir (ben hala bu adamın MİT ajanlığı konusunda bir delil gösterene rastlamadım).

1979 Yılı, benim için hem fakülteyi bitirme hem de son suikasta uğrama yılı oldu. Mayıs ayı içinde Hamit Kılıçaslan adlı ağa çocuğu, beni 'proletarya partisi' adına tehdit etti (şimdi yine ağalığa dönmüş). Cizre'de bazı gençler, Barzani ve KDP eski kadroları aleyhine konuşmalar yapan bir öğretmeni biraz sıkıştırmışlar. Bu tür eylemler gerçekten benim uzak durulmasını istediğim eylemlerdi. Bu arada KUK'un, Ramazan Haşimoğlu adlı bir yurtseveri ve Kawacı oğlunu katlettikleri haberi de gelmişti. Durum çok karışıktı. Ramazan arkadaşın oğulları intikam istiyorlardı. Ben ise Kürt iç barışının bozulmasının fiyatını biliyordum, fakat hiç bir şey yapamıyordum. Bu arada bir Molla köyden kovulmuş, aklımda kaldığı kadarıyla bir diğeri de öldürülmüştü. Tamamen aşiretsel olarak. Görünen sebepler bunlardı. Yani hakimiyet kavgası.

Fakat bütün bunlar zahiri sebeplerdi. Asıl sebebi daha geniş bir perspektifte aramak lazımdır. Bunun için ise Irak-KDP'si, Geçici Komitesi'nin kuzeyle ilgili stratejisini kavramalıyız. Bu parti, o sıralarda ikiye bölünmüş durumdaydı. Gruplar şöyleydi: Barzani ailesi ve Sami Rahman adlı muhteris birinin grubu. Bu muhteris adam, o sıralarda parti sekreteriydi. Kuzey'le ilişkileri bu adam yürütüyor ve şekillendiriyordu. Mesleği gereği dünyanın her tarafındaki benzeri örgütlerle ilişkisi vardı. Bazı uygun olmayan ilişklileri görüyorduk. Bu sonradan gözlemlediğim kadarı ile tüm güçlü Kürt örgütleri için geçerliydi. O zamanın ağır şartlarında bu ilişkileri anlamak çok zordu. Herşeyin iyi yanı kadar kötü yanı da vardı. Kürtler kendi aralarındaki mücadelede kötü yanları sivrilterek öne çıkarmakta çok ustadırlar. Bu ilişkilerin kötü yanı konusunda sadece biz ikna olmamış, onlara yakıştıramamıştık. Bütün yaptığımız, bu tür ifşaatlarda bulunanları 'Caş' olmakla suçlamaktı. Suikast ile Sami Rahman ve arkadaşlarının teşviki konusu kafamda hep yer etmiştir.

Öte yandan Türk Devleti'nin teşviki ile de bu iş yapılmış olabilir. Ama ben yine de suikast meselesine Türk Devleti'nin ne kadar dahil olduğuna dair delillere sahip değilim. Türk Devleti her zaman kuzeydeki örgütün/örgütlerin ya kendi kontrolu altında tutulmasını ya da allak bullak olmasını ister. Bundan dolayı Türk Makamları'nın olaya dahlini sadece teorik bir ihtimal olarak koyuyorum. Fakat gözden kaçırılmaması gereken husus, banko kendisinden yana tavır alan KUK'u bu suikasta özendirdiğidir. Hemen ve açıkça kaydedeyim ki, ben bununla KUK'un MIT işbirlikçisi olduğunu asla iddia etmiyorum. Bu ucuz bir suçlama olur.

O sıralarda Geçici Komite'nin güttüğü açık amaç, KDP'nin bir daha dirilmemesi için onu yönetebilecek kadroları en aşağısından zayıflatmak ve giderek Kuzey Kürtleri ile Barzani ailesi arasındaki köprüyü berhava etmekti. Bunda hem KUK'un ve hem de Sami Rahman grubunun çıkarı vardı. Zaten benim vurulmamdan hemen sonra o zamanki arkadaşım Peşmerge Şemsettin, ki bu fedakar insanı tüm eski KDP'liler tanırlar, bulunduğu birliğin komutanının adeta şenlik ilan ettiğini hatta bu konuda onunla çatıştığını söyledi. Ben ki onların çoğuna, bu arada o şenlik ilan eden komutana da sadece iyilik etmiş bir adamım, neden şenlik ilan edecek kadar sevinsinler? Kendilerine, partilerine sadece ve sadece yardım etmiş, her türlü ideolojik saldırıya onlar adına göğüs germiş, çok değerli Kürt Örgütlerini karşıma almışken nedendi bu şenlik? Işte burada KDP iç çatışmasının işaretlerini yakalamamak mümkün değildir. Ben, Sami Rahman'ın yukarıdaki sebepler gözönüne alınırsa, bu işin arkasındaki adam olduğuna inanıyorum. Ama yine de Mesut Barzani, 1993'ten sonra onunla ilişki kurdu ve o andan sonra benim ona verdiğim bütün desteği (karınca kaderince de olsa destek destektir) kaybetti. Işte size anahtarlardan biri..

Tetikçi, Daraf Bilek'in bölgesinden, yani Daraf'ın sorumluluğu altında faaliyet gösterenler arasından seçilmişti (tetikçi artık ismi ile de biliniyor. Bu unsur, şimdi Amed'de mücevher satışı yapan bir müessesenin sahibidir). Bu kumral saçlı adam Çewlig'de okuyordu (öğretmen okulunda, hızlandırılmış eğitim programında). Daha açık bir ifadeyle tetikçiyi bunlar göndermişti.. Cemşid Bilek, Daraf'ın yakın akrabasıdır. Onunla eskiden beri ilişkileri vardı. Şimdi benim aleyhime malzeme sağlayarak internetteki saldırıya öncülük ediyorsa, bu işin bir geçmişi de vardı demek ki.. Suikast canıma mal olmamıştı. Bilek ailesi şimdi bu cinayet teşebbüsünü bir başka şekilde tamamlamak için siyasi kariyerimi yok etmeye yünelmişlerdi. Ama şimdiden söyleyeyim, ben yine de her şeyi bildiğim halde, Avrupa'ya çıktığımda hiç bir komplekse kapılmadan, herkesin gözü önünde Daraf'la örgütsel ilişki kurdum ve yürütmeye çalıştım.. Çünkü ben kendime değil Kürdistan'a aşığım.

Tetikçi, Yalçın Çubuk adındaki çok karanlık biri ile birlikte bu eylemi düzenledi. Yalçın gözcüydü. Bana beş kurşun isabet etti. Isabet eden kurşunlara rağmen tetikçiye saldırdım. Boğuştuk bile. En sonunda kaçmayı tercih etti. Kurşun izleri hala vücudumda duruyor. Barsaklarımı delen bir kurşun büyük bir hayati tehlike yaratmıştı. Bereket çabucak Tıp Fakültesi Hastanesi'ne yetiştirildim ve ameliyat edildim. Bu olaydan sonra halk, Kürdistan'ın her tarafından hastaneye doldu. Onbin kişinin beni ziyaret ettiği hastane yetkilileri tarafından bildirilmişti. Bu, sıkıyönetim şartlarında yaşanan gerçek bir rekordu. Bana ayrıca 70 bin liraya yakın para da toplamışlardı. Benim hatırladığım en büyük kampanyada partiye 28 bin lira toplayabilmiştik.. Halkımız çok kadirşinastı, çok.. Bu paranın ilaca giden 1500-2000 lira dışındaki kısmını partiye teslim ettim. O paranın bir kuruşuna dahi dokunmadım..

Hastanede yatarken, daha henüz yoğun bakımda iken bile intikam hisleri ile hareket edilmemesi için haber gönderdim. Bu sözlerim pek çok yurtseveri duygulandırmıştı. En fazla etkilenen, Şeyh Said'in kardeşi olan Büyük Düşünür Şeyh Mehdi'nin oğlu Hüsameddin Efendi oldu. Rahmetli, beni ziyaret ettiğinde kutlamış ve 'bu benim gördüğüm en iyi davranış oldu' demişti. O da adam öldürmelerin yeni adam öldürmeler doğuracağını biliyordu..

***

Mezuniyetten sonra tayinimi, Guwevdere'ye bitişik olan Musyan Köyü'ne çıkardım. Musyan, Ciyebaxçur ile Guwevdere'nin sınırında yer alan eski bir nahiyedir. Sağlık ocağı sahibi olan bu köyün sakinleri eskiden beri devlet ile içiçe yaşadıkları için pek yurtsever duygu sahibi değillerdi. Ama yine de insan olarak iyi ve saygılı idiler. En aşağısından bana karşı. Maksadım hem bana ve babama bunca destek veren insanlara hizmet etmek, hem de sırtımı sağlama alarak saldırılardan korunmaktı. Yöre beni çok sevdi. Ben de onlardan biri idim ve gerçekten hizmet ediyordum.

Bu arada Çewlig'in faşist MHP'li belediye başkanı infaz edilmişti. Eylemi PKK üstlendi (artık PKK idi Apocular'ın adı). Durum yine karışmıştı il merkezinde. Hem yeni belediye başkanı seçimi de kapıdaydı. Ne yapmalıydık? Soru buydu. Çewlig'in o zamanki oy dağılımına baktığımızda MHP'nin bir daha kazanmaması için bir çok gücün birlikte hareket etmesi gerekiyordu. KDP'nin bölünmesinden sonra o eski potansiyel zaten 1977'den beri dağılmıştı. Daha sonra ortaya çıkan örgütlerin hiçbiri işi omuzlayacak güce erişmemişti. Hele PKK hiç! Bir platform oluşturan sol güçler ortak aday ararken, gözleri hep benimle birlilkte hareket eden arkadaşlardaydı. Ama arkadaşlar gerçekçiydi. En aşağısından islamcı Milli Selamet Partisi'nin oyları da gerekliydi. Ama MSP, yurtsever bir potansiyel taşıyan Bazencir soyadlı aileden birini aday göstermekteydi ve bunda ısrarlıydı (bu aile daha sonra ulusal harekete şehitler verecekti). Fakat platformcular da ısrarlıydı.

Ben doğruca şehir merkezine indim. Mahalli komiteyi toplayarak durumu müzakere ettim. Arkadaşlar MSP adayı ile konuşmamı, belediye lokalini bize kiralaması, bizim lehimize propaganda yapması ve belediyeye doluşmuş olan MHP'lileri tasfiye etmesi şartları karşılığı destek vaad ettiler. Kendisi ile konuştum. Derhal kabul etti. Durumu arkadaşları tekrar toplayarak anlattım. Oylama yaptık. 3 çekimser, bir aleyhte ve 3 lehte oyla destek kararı verdik. Herşey parti hukukuna uygundu. Bu desteği derhal ilgili adaya bildirdim ve oradan uzaklaştım. Platform böylece arkadaşlarımızdan umudu kesti. Fakat tam da bu sırada Amed'den Ahmet Kasımoğlu adlı arkadaşımız geldi ve aday olduğunu ilan etti. Platformun adayı olmuştu, hem de oradaki yetkili olan bana danışmadan. Şiddetle red ettim. Çünkü bu adaylık hem oyları bölecekti, hem de bizim mahalli parti teşkilatı olarak verdiğimiz söze sadakat götermediğimiz şeklinde yorumlanacaktı. Fakat Ahmet direndi. Ben kesin tavır aldım. Bu arada beni ikna için gelenleri de içeri almadım ve hiç bir müzakereye yanaşmadım. Bunun parti kurallarına aykırı olduğunu, adaylık emrinin merkezden geldiğini söylediler. Oysa parti merkezi mahalli işlere hiç bir zaman karışmamıştı. Bu ilkti. Bunun üzerine hayatımda ilk kez bir partiden istifa ettim.

Sonradan başka geliş gidişler olduysa da görüşme taleplerini hep red ettim. Artık siyasetten tamamen soğumuştum. Tüm parti ve örgütlere uzak duruyordum. Bu işi kurallarına uygun oynamadığım için kaybetmiştim ve tamamen inzivaya çekilmiştim.

Fakat işe bakın ki bu platform aday çıkarıyor da Türk Devleti'nin seçim kanununa göre bir harç yatırmaları gerektiğini bilemiyorlardı. Harç yatırmadığı için adaylığı da red edildi Ahmet'in (Ahmet de 1981 hapsinden sonra çalışabilmek için itirafçılık kanunundan istifade etmişti).

1981 Hapsi

1980 Darbesi beni örgütsüz yakaladı. Yerimden dahi kıpırdayamıyordum. Eninde sonunda tutuklanacağımı biliyordum. Zaten gözaltına alındıktan sonra gördüm ki, yakalanan her KUK'çu adımı vermiş, 'suç' yüklemişti. Örgütlerin çoğunda bir yöntem vardır. Eğer poliste fazla zorlanırlarsa, ya yurt dışına kaçmış olana ya da onlardan ayrılmış olana yüklenirler. Onlar da öyle yapmışlardı. Fakat 1980 Cuntacıları çok bilimsel çalışıyorlardı. Bizi de sıraya koydukları belliydi. Çok somut bir olay yakalamadan gözaltına almaya niyetleri yoktu. Nasıl olsa bütün hareketlerim kontrol altındaydı. Kaçış yollarım da tutulmuştu. O halde beklemenin ne sakıncası olabilirdi ki?

Nihayet Nisan Ayı'nda gazetede okuduğum bir haberle bariz bir şekilde ürperdim. Haberde 'Hazım' adlı Barzani'nin bir kuryesinin yakalandığı yazılıydı. Aradan uzun zaman geçti ve 4 Mayıs'ta karakola davet edildim. Hiç bir şey bilmiyorlardı. Sadece Sıkıyönetim Komutanlığı'nın emriyle gözaltına alındığım söylendi. 4 gün Çewlig'de tuttular beni. 8 Mayıs'ta Amed' e götürüldüm. Tarık Ziya Ekinci de oradaydı. Soruşturmaya o günün öğleden sonrası götürüldüm. Onunla birlikte götürüldük. Ilk sorgu gününü bu değerli zat çok iyi biliyor. Sorana söyleyeceğini biliyorum ve eminim. Neden tarih ve saatın üstünde bu kadar durdum? Anlatayım. KDP'liler'in isim verdi şeklindeki karalamalarına cevap vermek içindir. Dava 9 kişilikti. Birincisi; Hazım, Güney Kürdü, ilk yakalanan. Bu adam yanında Ferhat Aydın'dan iki lüzumsuz, hava atmaya yönelik mektup getirmişti. Bunları Aydın Aşut adlı bir KDP'liye verecekti. O da Amed'e yollayacaktı. Dolayısıyla Kuzeyli'lerden ilk yakalanan Aydın Aşut oldu. Aydın büyük bir işkence altına alınmış, zaten daha önceki KUK iddianamesi dolayısıyla ismi deşifre olmuş olan M Ali Dinler'in adını vermişti (Daha doğrusu belki de dikte ettirilmişti. Aydın Aşut şu anda hakkın rahmetine (inşallah) kavuşmuş bulunuyor. Ölümü çevresinde ve bende derin üzüntü yaratmıştır. M. Ali ise kelimenin tam anlamı ile direnmişti. Bir araba sopa yemiş, tecavüzle de tehdit edilmişti. Hazım'ı dahi tanıdığını söylemiyordu (bir not: Hazım daha sonra şehit düştü). Fakat yine de Ahmet Kasımoğlu ve Abdulkerim Semavi'nin adı onun ifadesinde geçmektedir. Ahmet, 8 Mayıs'ta sabah vakti gözaltına alınmıştı. Onu kısa bir süre içerisinde Amed'e getirdiler. Ahmet, sorguda direnmeyi denediyse de başaramadı. Ancak havayı iyi koklayan biriydi. Bazı insanların konuştuğunu ve Cizre'ye gelenlerin adlarını verdiğini duyunca bu kez 'tamam o halde gelen üç kişiyi verdiğine göre bunların adını vermemde bir sakınca yoktur' diye düşünüp o da Faysal adlı bir esnafın adını verdi. Bu arada sekreter M Ali sorguculara merkez komitesini teşkil edenlerin adını vermek zorunda bırakıldı. M Ali arkadaşlarını gizlemek için Beni, yine partiyi terketmiş olan Bekir Sıtkı Turhan adlı Batman'da mukim bir zabıt katibini, Cizreli Molla Mehemmed adlı birini, Hüseyn'e Hesso adlı birini, Ferhat'ı, Faysal'ı ve Şehit Abdulkerim Semavi'yi merkez komitesi olarak vermişti. Işte ben sorguya çekildiğimde bu kadro'nun yakalanan kısmı tümüyle içerdeydi.

Sorguyu yürüten adamlara, partinin üyeliğini darbeden önce terkettiğimi, siyasetten bıktığımı, köşeme çekildiğimi, ama buna rağmen aktif üye olarak verilmemi anlamadığımı söyledim. Bu sırada dışardan Guwevdereli sayılan bir hemşerim (Gaydmemli) sorgucu polis ile temasa geçmiş, kendisini biraz görmüştü (parasal yönden). Bunu da ilk kez ifşa ediyorum. Sorgucu, bana o zamana kadar verilen isimleri gösterdi. Anlamıştım. Bu arada hemşerimin selamını da bildirdi. Ben verilen bu isimleri esas alan bir senaryo düzenledim. Partinin davasının Kürt Milliyetçiliği'nden açılması için ise komunist olmadığımızı özenle ekledim. Çünkü eğer dava 'Irk Mülahazası saiki ile Örgüt Kurmak'tan açılsa ceza 1-3 yıl arası, eğer sınıf mülahazası ile açılsa 8-15 yıl arası olurdu. Bilerek bu yöne kaydırdım dosyayı. Bunu en iyi avukatım anladı.

Buna rağmen ifademizi, kişisel gururumuzu ayaklar altına alacak cümlelerle süslediler. En aşağılayıcı ifadeler kullanılmıştı. Bu ifade tutanağını bize okutmadan imzalattılar. Direnmekle ya ölürdük ya da belki bir şeyler kurtarabilirdik. Ama bu da olmadı. Öyle ki hala bu ifadenin verdiği vicdan rahatsızlığı ile geceleri uyuyamıyorum. Bazan sıçrayarak uyanıyorum. Yerli yersiz kızıyor, insanları istemeden de olsa kırıyorum. Bunların tümü o ifadelerin yarattığı ruhsal sıkıntıların ürünüdür. Ben o günleri yaşamamış olmayı dilerim. Kendi kendime yaptığım o kötülüğü asla unutamıyorum. Dilerim ki bu satırlar genç arkadaşlar için ibret olur. Onlar işkence yarasının çabuk kapanabileceğini, fakat böylesi yaraların asla kapanmayacağını unutmasınlar.

Ama çok açık bir şekilde söylüyorum: Benim polis ifadelerim yüzünden hapis yatan bir tek fert yoktur. Bazı kitap yazarlarının karalamalarına karşı şunu açıkça söylüyorum; benim bir tek ferdi itiraflarımla deşifre ettiğimi gösteremezsiniz. Eğer bunu ispartlarlarsa, o zaman her türlü hakarete razıyım.

İçerdeki durumu, yapılan günlük işkenceleri anlatmam çok uzun sürer. Böylesi bir yazı başlıbaşına bir kitabın konusu olabilir. Fakat şunu açıklıkla söyleyeyim: Biz tutuklandığımızda, Yüzbaşı Esat Oktay'ın ifadesiyle hapihanede Türk Işkence Makinası'nın izni olmadan bir sinek dahi uçmuyordu. Bu dönemde kahramanlık yaptığını söyleyen, aslında yalanın daniskasını söylüyor. Türk Işkence makinası dayak ve aşağılama konusunda çok 'adil'di. Herkese eşit işkence yapılırdı. Bazan bazı istisnalar olsa bile bu genellikle böyleydi.

-tahliye sonrası..

Tahliyeden önce işten açığa alınmıştım. Bundan dolayı serbesttim. Köyde de kalamazdım. Doğruca Çewlig'e gidip bir muayenehane açtım. Doktorlar Odası'nın saptadığı asgari muayene ücretin üçte birini ücret olarak aldığım halk, akın akın bana geliyordu. Bazı hastaları başarıyla tedavi etmem ve herkesle Kürtçe konuşmam onları daha da memnun ediyordu. Benim o sıradaki gelirim, bir milletvekilinin gelirini çok aşıyordu desem durum daha iyi anlaşılır. Bu arada çocukları hangi partiden olursa olsun, hapse düşen ailelere de bedava tedavi sağlıyordum, ki bu benim en tabii görevimdi.

Bu arada şimdi vefat etmiş olan babamın amcası torunu Öğretmen Hüsamettin bir gün evimizde beni ziyaret etti. Mesut Barzani'nin beni beklediğini, hemen ona ulaştırabileceklerini söyledi. Anlattığına göre pek genç Faşist ve sömürgeci terrörden kaçarak oraya sığınıyormuş. Bu gençlerin örgütlenmesi gerekiyormuş. Bunlar çok büyük bir gerilla potansiyeli taşıyorlarmış. TKDP'lilerin orada bulunan adamı bu işi beceremediği için beni çağırıyorlardı. Hemen ve hiç düşünmeden red ettim. Hüsamettin'e dönerek; 'Gitmeyeceğim. Hem acaba bu kez kimi meşhur etmem isteniyor' falan gibi çok kırıcı ve sert bir cevap verdim. Ama şimdi düşünüyorum da acaba o zaman hata mı ettim? Acaba onların bizi kullandığı gibi biz de onlara dayanarak bölgede bir güç haline gelemez miydik? Bu sorular gerçekten cevap arayan sorulardır. Ama biz fiiliyata bakacağız. Olmamışlara değil.. Gitmedim kısacası.

KDP'lilerin gidiş gelişleri bununla sınırlı kalmadı. PKK gerilla hareketi başlattıktan hemen sonra yine ilişki aradılar. Fakat bu kez partilerinin PKK'ye karşı yayınladığı bildiri tartışma konusu oldu. Ben bu bildirinin çok şiddetle karşısındaydım. Gerilla hareketini gönülden destekliyordum. Ama bildiri sahipleri PKK'yi çok adi ve ucuz kelimelerle suçluyorlardı. Ben bu zihniyetteki insanlarla hem de bu sıcak günlerde yanyana duramazdım. Gerilla hareketini ne kadar gönülden desteklediğimi en veciz şekilde Avukat Mevlut adlı partisiz ve barışçı çözüm yanlısı bir arkadaş formüle etmşti (1984'te). Dileyen bu şehit kardeşi değerli adama sorabilir. Bir şey daha, ben gerilla'ya desteğimin eskiliğini anlatırken sakın kimsenin aklına bazı insanların gönlünü hoş tutmaya çalıştığım gibi bir düşünce yerleşmesin. Ben şu anda fikrimin en özgür olduğu bir dönemü yaşıyorum. Ne kimseden bir beklediğim vardır, ne de alırım verileni.. Özgürüm ve gönlümce konuşuyorum hepsi bu!

1984 Hareketi başladığında Türk Devleti çok sertleşmişti. Hemen 1985'in başında beni yeniden gözaltına aldılar. Yakalanan bir KUK'çu bizim gerilla mücadelesi için silah alıp depoladığımızı 'itiraf' etmiş. Düpedüz yalandı tabii. Kendi arkadaşlarının iç mücadelede kullandıkları silahların adresini saptırmak için bu numaraya başvurmuştu. Bunun ifadesi üzerine yeniden beni, M Ali'yi, Ahmet Kasımoğlu'nu ve daha başka bazılarını gözaltına aldılar. Bu gözaltı sürecinde adı örgütün Çewlig sorumlusu olarak geçen bir şeyh çocuğu gözaltına bile alınmadı. Bu adam daha sonra milletvekili bile seçildi. Kısaca belki de devletin muteber adamı olmuştu. Belki de bir taktik gereği bu yola başvurulmuştu. Biz ise 45 gün yatırıldık.

Bu gözaltı sürecinde MIT Yüzbaşısı Kangallı biri bana açıkça ajanlık teklif etti. Buna karşılık 'ücret olarak' bana Istanbul Şişli'de dayalı döşeli bir muayenehane, milletvekilliği ve istediğim alanda ihtisas vaad etti. Karşılık olarak 'şu başlayan harekete karşı uygun metodlarla mücadele edecek', 'vatanı bu badireden kurtaracak'tık (dikkat edin, 1984 sonrası ekonomisi bir anda düzelen kişilerin tümü şüphelidir). Ben siyasetle ilgim kalmadığını, bundan dolayı hiç bir taraf lehine hareket etmeyeceğimi boşuna anlattım, durdum. Beriki; 'Sen tarafsız duramayacak kadar önemlisin. Kısacası ya bize katılırsın, ya da karşı tarafa. O zaman senin ve aile fertlerinin başına geleceklerin sorumlusu sen olursun' dedi ve kesti. Ben, gözaltından bırakıldıktan sonra kendisine tedavi açısından iyiliğim dokunan bir siyasi polis beni bir yerde yakaladı. Bana; 'Emin ol doğru söylüyorum. Öldürüleceksin. Bana yaptığın iyilik için seni uyarıyorum. Evini topla ve buradan uzaklaş!' dedi. Çok net konuşuyordu bu adam. Kendisine mi ailesine mi, hatırlamıyorum bir kez muayenehanemde bakmıştım.. Kürt kökenliydi adam. Borcunu ödüyordu.

Bu arada Sıkıyönetim Komutanlığı güvenlik gerekçesiyle görevime tamamen son verdi. O zamana kadar açığa alınmış memur maaşı alıyordum. Işte bu kararla bu maaş ve pasif memurluğum sona eriyordu. Bu, aslında bir tavırdı. Adım adım bana fiili olarak yönelme tavrı. Bundan sonraki adımı tahmin etmemek mümkün değildi.

Hemen ertesi gün Çewlig'den ayrıldım. Sahillerde kalabileceğimiz kendimize uygun bir yer aramaya başladım. Sahil'de aramamın sebebi malum: Türkiye'yi terk etmek için uygun yol aramaktır. Fakat pek uygun bir yer yoktu. Bu arada Manisa'nın Kula ilçesinde bulunan uzak bir akrabam bize Ahmetli'de bir yer ve ev buldu. Hemen kiraladım ve kısa bir süre içerisinde oraya taşındım. Aynı yılın temmuz sonu itibariyle Amcam Oğlu ve eniştem Mehmet Sıddık Bilgin'in işkencede şehit düştüğü haberi geldi. Köyünde ve ailesinin gözleri önünde. Gazeteler çarşaf çarşaf bu olayı anlatıyordu. Kısa sürede Sıddık olayı, bir Türkiye olayı haline geldi. Ben ise kin dolmuştum. Gitmedim taziyeye. Yemin ettim, oraya ancak dağlardan ve yayan gidebileceğimi! Intikam! Sıddık'ın ve bütün şehitlerin bir türlü intikamı alınmalıydı.. Buna katkı sunmak namus borcuydu.

Türkiye dışına çıkmanın yollarını aramayı hızlandırmıştım. Bu arada davamız sona ermiş, hakkımızda verilen ırk mülahazası ile örgüt kurma cezası kesinleşmişti. Ben pişmanlık yasasından faydalanmadığım için Malatya'ya sürgüne gönderilecektim. Oraya jandarma nezaretinde gönderdiler. Fakat varır varmaz mahkemeye başvurarak sürgün yerini Manisa olarak değiştirmek istedim. Mahkeme red etmesine rağmen, bir üst mahkemeye müracaat hakkım olduğundan bunu kullandım. Avukatım Mevlut'tu. Şehit Doktor Hasan'ın ağabeyi. Altı ay sonra bir daha sürgünüm geldi, bir daha itiraz ettim. Bu sondu. Bereket Özal, tam da bu sırada sürgünü yasalardan çıkardı. Artık daha özgürce çıkış yolu arayabilirdim.

Fakat Türk Devleti; Ahmetli'de de beni rahat bırakmadı. Bir defasında Çewlig'den kalma basit bir vergi borcu için kelepçelediler beni. Bu tamamen aşağılamaya yönelik bir gösteriydi. Fakat mesleğini seven bir doktor olduğum için Ahmetli Halkı ile hiç bir zaman problemim olmadı. Problem devletin kendisi idi. Bir ara mahalle muhtarı evimize geldi. Karakolun emriyle bir blanket hazırlamıştı, bunu bana doldurttu. Fotografımı da ekledi buna. Bana; 'karakolun emri gereği, evinize gelen misafirleri kaydedip bildireceksiniz. Bu misafirlerin nereden geldikleri ve nereye gidecekleri de kaydedilecektir. Bu arada sizin ailece yapacağınız geziler, nereye ve ne kadar süre ile gideceğiniz de bildirilecektir' dedi. Bu tamamen hukuk dışı bir uygulama bir diğer aşağılamaydı. Oradaki bütün Kürtler'e yönelikti. Ama ben gidişe çok yakın olduğumuz için hiç itiraz etmedim.

Avrupa'da

Avrupa'ya nasıl çıktığımızı burada anlatmayacağım. Ancak Grekland'da bir ara durak yaptığımızı kaydetmeliyim. Orada PKK'lilerle görüştüm. Çok yakınlık gösterdiler. Onlara; 'PKK ile paralel bir gerilla çıkışı' düşündüğümü anlattım. Aynı anda KDP'liler ve sürpriz bir şekilde KUK'çular benimle irtibat kurdular. Onların yardımı ile İsveç'e vardık. Sığınma isteğimiz kabul edildi. Küçük bir yerleşim birimini ev belledik. Bu ilişkiler bende umut doğurdu. Acaba PKK'nin öncülük ettiği direniş onları da etkilemiş miydi? Herhalde etkilemiştir.

Avrupa'daki durumumu şimdi detayları ile anlatmak, konunun tazeliğini muhafaza etmesi bakımından şimdilik erkendir. Bu hatıralarımı genişletip yayınladığımda Avrupa hayatımın detaylarını da bulacaksınız. Şimdi sadece bazı bilinmiyenleri nakledeceğim, hepsi bu.

Evet, Avrupa'daki KUK'çular ve KDP'ciler (kimin nerede başlayıp kimin nerede bittiğini bilmiyoruz) biribirlerine çok yaklaşmışlardı. Fakat hala belli bir soğukluk vardı aralarında. Beni ilk ziyaret eden Lütfü Baksi, Ankara'dan tanıdığım biriydi ve 1977 kongresinden sonra KUK'a dahil olmuştu. Evine gittim. O sıralarda Mustafa Barzani ile ilgili hiç bir işaret yoktu bu kişiliğin evinde. Benim bu Kürt Lideri'ne olan saygım kısa sürede ilk olarak bu kişiliği etkiledi ve Mustafa Barzani'nin muhtemelen bu hatıraların kaleme alındığı günlerde de evlerinde bulunan resmini o zaman büyüterek asmıştı. Yani ben gelinceye kadar bu kişilik Barzani'ye oldukça karşı bir noktada idi. Bu şahsiyet şimdi kalkmış Barzani sevgisini tapulamış bana satmaya kalkıyor. Ben gelişim itibariyle öncelikle Barzani hakkında bir kitap hazırlama koyuldum. Bu kitabı hazırlarken materyal açısından bana belirleyici fayda sağlayanlardan biri de Lütfü Baksi oldu!

Bu arada KUK'çularla örgütsel birlik için masaya oturduk. Fakat bu grup çok parçalıydı. KUK-SE denilen grupla hiç görüşmedik. Daraf'çılar ise ilk görüştüğümüz ve birleşme yolunda 'olur' aldığımız grupları oldu. Bunlarla görüşmemiz bu kez Selimciler diye tarif edebileceğimiz grubu kızdırdı. Onlar 'eğer Darafçılar varsa biz yokuz' demeye getirip müzakereye yanaşmadılar. Mahmut Al ve Hamit Kılıçarslan daha önce Selimciler'den kopmuşlardı. Onlar da Darafçılar'a kelimenin tam anlamıyla söylersek 'gıcık' idiler ve birliğe yanaşmadılar. Darafçılar da kendi aralarından 'Şeyhçiler' diye bir grup çıkarmışlardı. O da biraz havalar atıyor, ülkede bulunma numarası çekerek, diğerlerini rahata düşkünlükle suçluyordu. Bu da başka bir problemdi..

Fakat yine de Darafçılar'la yetinerek bir birlik deklerasyonu yayınladık. Derhal bir dergi çıkarmaya başladık. Adını 'Demokrat' koymuştum. Kısa sürede ismi duyuldu bunun. O sırada PKK'nin de gerilla düzeyinde biraz kriz yaşadığı bir dönemdi, ki PKK bunu asla saklamıyor. Zaten aralarında bazı ayrılıkların cereyan ettiği bir tarih idi bu. Ayrıca KDP ile de araları açılmıştı. Yani mücadele alanına çıkmak için durum hiç de fena değildi.

Fakat Avrupa'ya çıkmış olan bu kişilikler gerçekten tükenmişlerdi. Bunu aşağılama amacıyla söylemiyorum. Örgütsel bölünmeler, başarısızlıklar ve daralmalar bunları özgüvenden yoksun kılmıştı. Birlikte olalım, iyi. Fakat ne yapacaktık? Godot'yu mu bekleyecektik? Ama gelmeyecekti meret..

Buna rağmen ülkeden bir kadro çıkar umuduna kapıldım. Bundan dolayı çalışmaları hızlandırarak devam ettirdim. Bir kompüter almıştık. Bu kompüterin aşağı yukarı parasının yarısı benim yeni göçmen ailemin bütçesinden çıkmıştı. Berikiler çok rahattı. Ceplerine el attıkları pek yoktu. Sadece yeni göçmen arkadaşlara yükleniyorlardı. Kamplardaki bazı Nusaybinli arkadaşlar ve diğer bazı insanlar gruba para üreten birer makine gibi algılanıyordu. Bunun içinde biz de vardık. Ama yurtseverlik işte. Sineye çekiyorduk. Kısa bir süre sonra iki gece yaptık. Gücümüzü, kitlenin bize ilgi ve sempatisini ölçecektik. İlki Kuzey Kürdistan'a sığınmış olan Güney Kürdistanlı insanlar içindi. O sırada Iran-Irak savaşı bitmiş, sırtlarını Iran'a dayamış olan Kürt örgütleri de yenilmişti.. Kürdistan yangın içindeydi. Müsebbipleri hep o örgütlerdi. Şimdi bazıları tarafından kutsanan o örgütler. Gece iyi para getirdi. Masraflarını çıktıktan sonra gerisini doğrudan doğruya ihtiyaç sahiplerine yollayacaktık. Fakat yeni 'arkadaşlar'ımız bu parayı buradaki ihtiyaçlar için harcamaya kalktılar. Ben kesin tavır aldım ve parayı çok dürüst bir insan olan Şiyar denilen adama teslim ettim. Bu adam gerçekten parayı sağlam bir adrese postalamış, posta teslim kağıdını da getirmişti. Gecenin hesabını Demokrat'ta halka duyurmuştuk. Bu olay ayrıca Avrupa'daki PKK dışı bazı insanlarda meydana gelen çürümeyi de göstermesi bakımından ilginçti.

İkinci geceyi Mustafa Barzani'yi anmak için yaptık. Bu Avrupa'da Mustafa Barzani'nin anıldığı ilk gece olacaktı. Oğlunun başında bulunduğu KDP bile o güne kadar bu ulusal kahramanı anmaya cesaret edememişti.. Ilk olarak biz yapıyorduk bu işi. Geceye 500 cıvarında insan gelmişti. KDP derhal geceye sahip çıktı ve bizi geride bile bıraktı.. Ne cingözlük. Ne çamur siyasetti bu!

Aynı günlerde bu kez Berlin'deki yandaşlarımız bir Newroz tertiplediler. Buna da gittik. Salonu Kürtler'in geçmiş liderlerinin afişleri ile süslemiştik. Orada buluştuğum A. Dikili; 'Barzani bu gece yeniden doğdu' diyecekti..Sanırım 1200 seyirci ile yapılmıştı gece.

Sonbahara doğru Mesut Barzani Stockholm'a gelmişti. Yenilginin şokunu yaşayan bu en eski Kürt liderlerinden biri olan şahsiyet ile buluştuk. Bu çok ilginçtir ve bilinmesinde fayda vardır. Ferhat Aydın adlı biri ile gitmiştik görüşmeye. Karşı taraftan Hoşyar Zebarî, Mesut'la yeniden anlaşmış olan Cewher Namıq (bu zatın TKDP'nin bölünmesindeki rolunu hatırlayınız), Roj Nurî Şaweys gibi partilerinin önde gelen isimleri vardı. Bizim taraftan Ferhat önce kendi kişisel problemini açıklamakla konıuşmaya başladı. Ben ise kafama ektiğim konuyu, bir gerilla savaşını başlatmak için ne kadar yardımcı olabileceklerini çevre ülkelerden hangisi ile ilişkiye geçebileceğimizi sordum. Bize ilk olarak böyle bir teşebbüsü gerçekleştirebilecek misiniz? Diye sordu. Ben 'evet', Ferhat 'hayır' cevabını verdi. Demek ki baştan aramızda ayrılık vardı. Bunu yakaladı Mesut Barzani, fakat renk vermedi. Yine de önce çevre ülkelerle ilgili soruma cevap verdi. Ona göre çevre ülkelere elini vermek, kolunu kaptırmakla eş anlama gelirdi. Sakın böyle bir duruma düşmeyin. O zaman bir de bakacaksınız ki, Kürt Sorunu yerine çevre ülkenin kendi sorununu halletmesi için bir maşa olmuşsunuz. Bu çok mantıklı bir cevaptı. Tecrube konuşuyordu enikonu.. Kendisi de zaten bunu saklamıyordu. Bu işin varacağı yeri en iyi kendilerinin bildiğini tekrarladı. Ama eğer kendi gücümüzle çıkacaksak, bize 150-250 klaşinkoftan başka bir şey veremeyeceklerini söyledi. Bu arada çok önemli bir soru da ekledi: 'Peki PKK ile savaşabilecek misiniz?' Ferhat'ın ne dediğini hatırlamıyorum. Ama neredeyse kan davası düzeyinde PKK'ye karşı olan bu kişiliğin ne diyeceği de pek ilginç olmasa gerek. Benim cevabım kısa ve öz olmuştu: 'Biz 96 caşı olarak anılmak istemiyoruz. Biz sadece Türk Devleti ile mücadele edeceğiz. PKK'nin bunu anlayacağını umarım.' Ortalık biraz buz gibi oldu. Cevap pek beğenilmemişti.. Konuşmanın sonunda Mesut Barzani'yi yemeğe davet ettim. Peki dedi ve ayrıldık.

Yemek olayı da çok önemli olduğu ve KDP tarafından istismar edildiği için biraz ayrıntılı vereceğim:

Dışarı çıktığımızda Ferhat Neden yemek daveti yaptığımı sordu. Para açısından bu daveti karşılıyamayacağımızı söyledi ve oldukça kızdı. Benim tavrım çok net oldu: 'Daveti ben yaptım, tüm masraflarını karşılamak da bana ait olacaktır!' Gerçekten de öyle oldu. Mesut, yemeği herhangi bir lokantada güvenlik gerekçesi ile yiyemeyeceğini, Stockholm'daki bir evde, mesela Ferhat'ın evinde yiyebileceğini bildirdi. Hemen kaydedeyim ki benim evim o sırada Stockholm'dan 100 kilometre uzakta ve YNK'cilerin yoğun olarak bulunduğu bir kasabadaydı. Mesut Barzani bu konuda uyarılmış olsa gerek. Zaten Stockholm'un dışına çıkmak onun için oldukça riskli olabilirdi. Anlaştık. Yemek 60 kişilikti. Bir kısmı Ferhat'ın kayınpederinin evinde, diğer kısmı ise Mesut Barzani ile birlikte Ferhat'ın evinde yiyecekti. Bu 60 kişinin önemli bir kısmı Mesut barzani'yi yakından görmek isteyen halktan arkadaşlardı. Ben her iki evdeki masrafı, peçetesine kadar ailemizin bütçesinden ve onların onayıyla karşıladım. Buna Stockholm'da yaşayan Amca kod adlı bir arkadaş ile dürüst insan Hişar (şimdi on yıldan beridir PKK ve diğer bazı partisel sorunlardaki tavırlardan dolayı görüşmüyoruz) tanıklık edebilirler.

Mesut'u büyük bir saygı ile karşıladım. Bu bizim aile terbiyemizde vardır. Internet karalayıcıları, 'dizlerim üstünde sürünerek önünde durduğumu' yazmakla bu saygıyı istismar ettiler. Oysa evime gelenler, bir çocuk dahi eğer benim misafirim olarak evime gelmişse, aynı saygıyı gösterdiğimi çok iyi bilirler. Odaya her girenin önünden kalkarım. Misafir bizde evin efendisidir. Bu saygı ayırımsız herkese gösterilir bizde.. Yani Mesut'un şahsiyeti karşısında ezilme söz konusu olsaydı, herhalde 96 caşı olmayı kabulde bir beis görmezdim.

Üstelik aile özgeçmişimi de boş yere vermedim. O özgeçmişi iyi okuyanlar, benim xulamlık geçmişine sahip bir aileden gelmediğimi benim de böyle bir eğilimim olmadığımı çok iyi görürler. Benim ailem Mesut'un ailesi kadar bela çekmiş, yerel de olsa önderlik etmiştir. Şu an itibariyle, son direniş dolayısıyla ailem tamamen dağılmış durumdadır. Ben kendim ise Mesut'un en dar günlerinde ona omuz vermiş biriyim. Ona borçlu olduğum hiç bir şey yoktur. Mustafa Barzani'ye gelince, ben onu Mesut'un babası olarak görme eğiliminde değilim. O Kürt Tarihi'ne mal olmuştur ve benim tarafımdan gerekli saygıyı görmüştür, görecektir (ayrıca, kimse beni kimseye saygı göstermeye zorlayamaz). Yeni imana gelmiş olan eski Mustafa Barzani düşmanları bunu iyi anlasınlar. Ben babamdan çok şey öğrendim. Ona bilincimi borçluyum. Ama aynı ben, bir gün dahi olsa babamın gölgesine sığınarak politika yapmadım. Ailemi hiçbir parti ilişkimde kullanmadım. Ne yaptımsa düz bir halk çocuğu olarak yaptım. Bu anlaşılsın! Mesut da aynı şeyi yapabilseydi, aşiretine, Büyük lider Mustafa Barzani' ye dayanmayarak politika yapabilseydi, herhalde yeri şimdiki gibi olmazdı..

Bunu şimdilik bu kadarla kesiyorum. Evet, sadece ciddi itarazlar olursa onları karşılamak üzere konuyu burada kesiyorum.

Avrupa'da bundan sonraki günler kişisel çabalarımla geliştirdiğim bazı ilişkilerle geçti. İsveç'teki bazı parti önde gelenleri ile ve mahalli parti ileri gelenleri ile toplantılar, bazı kutlamalarda İsveçli insanla hitaplar, mahalli gazete röportajları gibi aktiviteler bunlar arasında sayılabilir.

Oluşturduğumuz birlik, çürümüşlüğün yarattığı etkiyle kısa bir süre içerisinde söndü. Bu arada, aralarında Ismet Şerif Vanlı, Şefik Kazzaz, Cemal Alemdar, Nureddin Zaza ve Hemreş Reşo gibi isimlerin de bulunduğu bir KDP-Rêxıstına Neteweyî deneyi de geçirdik. Bu örgüt ben Avrupa'ya gelmeden önce kurulmuştu. Kürdistan'a bağımsızlık isteniyordu. Silahlı mücadele kazanmak için şart görülüyordu. Dört parçada örgütlenme modeliydi bu. Fakat bu da yürümedi. Silahlı mücadele için de zemin özellikle ortadan kaldırılmıştı. Legal partiyi destekleme denemesinde Şerafettin Elçi oldukça boş çıkınca ve etrafındakiler, bilhassa Stockholm'da yanyana geldiğimiz Lütfü Baksi; Necdet ( Hasan Mizgin adını kullanan kişilik) ve Ibrahim Güçlü de PKK düşmanlığında ısrar edince onların da yerinin belli olduğu ortaya çıktı.

Ben böylece en doğru kararı vererek, sadece yazar kimliğimle (aydın olarak nitelenmek için onu hak etmek gerek) 1984 yılında başlayan Abdullah Öcalan'ın öncülük ettiği PKK öncülüklü ulusal hareketi var gücümle desteklemeye başladım. Bunu bağımsızlığımı, eleştiri hakkımı elimde tutarak yaptım. Bu destek ulusal çizgi belli ölçüde tutturulduğu sürece devam edecektir. Eleştirel yaklaşım bırakılmadan. Ama yapıcı eleştiri. Zaten babam da sağ olsaydı aynı şeyi yapardı…

Hatıratıma burada ara veriyorum. Eğer sağ kalırsam devamını uygun bir zaman sonra yayınlayacağım. Şu anda bazı süreçlerin devam ettiğini, nerede ve nasıl sonuçlanacağını bilmediğimizi takdir edersiniz.

________________________

Yazılı Çalışmalarım:

Makaleleler

---------------

-Emperyalizm… Sofya Radyosu, en iyi yazı ödülü

-Yön Dergisi… Bir okuyucu mektubu olarak çıkan yazım

-Xebat…Onun üstünde makale.

-Demokrat……Sekiz makale

-Berhem………Bir makale

-Özgür Politika.. Üçyüzün üzerinde makale ve bazı inceleme yazıları (Psikolojik savaş başta olmak üzere

-Almanca informasyon Dergisi….bir kaç makale

-Avaşin………Bir makale

-Ülkede Gündem….yüze yakın makale.. tümüne yakını hakkında dava

-Armanc…..biri kırdki, iki makale

-Berfin Bahar……Bazı makaleler

Bunun dışında ülkeye gönderdiğim ve yayınlanıp yayınlanmadığını bilmediğim pek çok makale.

Broşürler

-----------------

-Milli Mesele.. Türk Devleti ele geçirdi

-Kürt Gençliği ne yapmalı

-Ilkesi ilkesizlik olan Ilke'ye cevap

-Şeyh Sait Hareketi

Bunun dışında pekçok bildiri de tarafımdan kaleme alınmıştır.

Kitaplar

-----------------

Çıkan kitaplar

-Barzani, Istanbul ve Stockholm baskıları

-Barzani'nin son yıllarında Kürdistan'da çok parti (Türk Kültür Bakanlığıu 600 adet satın aldı)

-Zarathuştra

-Zerdüşt-Bir proto-Kürt Peygamber

-Yazatalar ve Homa, Aryan Mitolojisi

.-Zarathuştra-Gathalar

-Avesta-I, Vendidad

-Yapraklar açana dek, Almanya ve Türkiye'de yayınlandı

-Govend

Yayına hazır kitaplar

-------------------------

-Körfez Savaşı (dileyen yayınevine yayınlanmak üzere verilecektir)

-Beyinleri esir alma sanatı, Psikolojik Savaş (dileyen yayınevine yayınlanmak üzere verilecektir)

-Newroz (yayınlanma sırasını bekliyor)

Manuskriptteki kitaplar

----------------------------

-Avesta-II (yarıyı geçti)

-Zap-Dersim Hattı-Roman epey ileri

-Kurban-Bir uzun dönemin romanı

Benden şimdilik bu kadar…

Onceki sayfa