Sirac Kekuyon Kimdir?


-ortaya çıkış, mitingler ve demeçler

1967 Yılı'nın başında, 'Ötüken' adlı Türk Irkçı'sı bir dergide Kürtler'i çok aşağılayan bir yazı çıktı. Bu yazıda Nihal Atsız adlı bir ırkçı Kürtler'i hedeften ve hiç bir sınır tanımadan vuruyordu. Kürtler çirkindi. Birleşmiş Milletler'e başvurup Afrika'dab yurtluk istesinlerdi. Onları çingenelerle çiftleştirerek daha güzeş bir ırk elde etmelilermiş. Onları kovup yerlerine Ortaasya'dan insanları yerleştireceklermiş. Vs.

Biz grup olarak bunu fırsat bildik ve ortaya çıkmak için bir vesile olarak kullandık. Hemen üç kişilik bir bildiri komitesi oluşturuldu. Bu komitede; Erzurumlu, Ağrılı ve Karslı vardı. Ben sakıncalı durumumdan dolayı (aklımca veya güya) bir tedbir (!) olarak bu tür komitelerde yer alamıyordum. Arkadaşlar büyük bir gayretle çalıştılar ve hiç bir deneyimleri olmamasına rağmen, o zamanın şartlarına göre oldukça iyi bir bildiri hazırladılar. Bildiriyi oybirliği ile onayladık. İllegal olarak yayınlayıp sesimizi duyurabilirdik. Ama bunu yapmadık. Bencillikten ziyade hedefi bulmayı amaçladık. Bildiri kitlesel bir tabanın eseri olarak yayınlanmalıydı. O halde bildiri legal bir zemine oturtulmalıydı. Nasıl? O sırada Ankara'da pek çok Kürt Şehir dernekleri vardı. Metni bu Kürt şehir derneklerinin başkanlarına onaylatarak yayınlamayı önümüze bir hedef olarak koyduk. Derhal da işe koyulduk. Önce aramızda bulunan dernek başkanları mühürlediler metni. Sonra teker teker diğer dernek başkanlarına mühürlettik. Derneği olan Kürt şehirlerinden sadece Siirt Dernek Başkanı Mevlut Özarpacı imzalamadı metni. Köken olarak Araptı Özarpacı. Bu arkadaş daha sonra yaptığı hatadan dolayı bir platformun önünde özür diledi ve benim başkanı olduğum merkezi mitingde tertip komitesi üyesi olmak için adeta yalvardı ve kitlenin kararıyla komiteye alındı. Ona daha sonra geleceğim.

Bildiriyi 19 dernek imzalamıştı. Başlığı; 'Kim kimi kovuyor, hodri meydan' olan bu bildiri büyük yankı uyandırdı. Kürdistan'da kendi alanında ilk kitleesel kalkışmaydı bu. Hemen 30 bin adet bastırdık. 20 bin adetini Kürdistan'a gönderdik, 10 bin adetini Ankara'da ve Istanbul'da dağıttık. Ben resmi elbise ile dağıtıma eylemine katılmıştım. Bu arada imza sürecinde de bir hata yapmıştım. Varto Derneği Başkanı, Mehmet Tural adlı bir MIT ajanıydı. Onu kahveden tanırdım. Ben ve bir başka arkadaş, legalleştirme aşamasında bildiriyi ona imzalatmaya gitmiştik. Bazı sorular sordu. Bir ara yan odaya geçti ve dönüşte bildirinin altına kendi derneğinin mührünü tereddütsüz bastı. Bu, adama gitmek benim üçüncü kez okuldan atılmama yol açtı (başarısızlık bahanesi de eklenerek). Bu kez beni kapıdan çevirdiler ve; 'artık oynama fırsatın olmayacak' diyerek resmi elbiseyi üstümden çıkardılar. Ben yine altında kalmadım bunun ve; 'zaten sizinle uğraşmaktan daha önemli görevlerim var. Ben kendim de bunu istemiştim' dedim, sivil elbiselerimi alıp çıktım.

Bu arada bunca deşifrasyondan sonra arakadaşların arasında olamazdım. O sırada 'Koma Azadiya Kürdistan' adını alan ve tarihimizde çok önemli roller oynayan örgütten 'geçici' izin alarak yurda, Kürdistan'a dönmek üzere hazırlıklara başladım. Sıfırı tükettiğim sıralardı. Yani hiç param yoktu. Günde sadece bir öğün 'yemek yiyebiliyordum, o da öğlenleri.. Yediğim şey, bir gün dörtte bir ekmek ve dörtte bir sana yağı.. Ertesi gün ise yine dörtte bir ekmek, ama bu kez menüyü değiştiriyor bir şişe süt alıyordum. Bu menünün parasal değeri 70 kuruş idi. Iki buçuk ay böyle geçti.

Bu sırada yurda gönderdiğimiz bildirilerin büyük bir heyecan yarattığına dair haberler geliyordu. Mehdi Zana, Molla Abdulkerim gibi isimler bu bildirileri alıp dağıtmış, bu arada Mehdi bu bildiriyi esas alan bir bildiri de kendisi kaleme alarak dağıtmıştı (kendi ifadesi böyle). Olay gittikçe boyutlanıyordu. Bu arada Türk Devleti de, Kıbrıs olayının bunca boyutlandığı bir sırada başlarına bu kadar dert açan Nihal Atsız'ı; 'ırkçılık propagandası' yaptığı gerekçesiyle mahkemeye vermişti. Bildiğim kadarıyla Nihal Atsız, ırkçılık'tan mahkemeye verilen son Türk olmuştu.. Bu adamın mahkemesi sanırım 1970'e kadar sürdü ve neticede mahkum oldu. Adam, Türk Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından, Çetin Altan ile birlikte, 'sağlık' gerekçesi ile kendisini serbest bırakıncaya kadar da içerde kaldı. Bu, ufak da olsa bir ırkçıya karşı Kürtler'in ilk ve tek hukuki zaferi oldu.

Öte yandan ülkeden miting kararları peşpeşe gelmeye başlamıştı. Kürdistan Tarihi'nde ilkti bu. İlk miting Silvan'da yapıldı. Ardından Amed mitingi geldi. Sırayı Siverek kapmıştı. Bu arada heyecanın doruğa tırmanması üzerine Türk Devleti halka çok vahşi bir şekilde yönelmekteydi. Artık ayrışma başlamıştı, fakat yavaş ve biraz da lokal.. Türk Devleti 49'ların da mitinglerde görünmeye başlaması üzerine elinden geldiğince çok insanı cezalandırmaya başladı. Cezası kesinleşenler, tutukluluk sürelerini doldurduklarından, hemen sürgüne gönderiliyorlardı. Bu furyada ilk sürülen şahsiyetler; Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Şevket Turan gibi isimler oldu. Bunların hepsi ile arkadaşların ve özellikle ikisi ile benim çok iyi ilişkilerimiz vardı.

Ekim'de elimde kalan kitaplarımı bir Kürt öğrenciye satarak Ülke'ye gittim. Batman mitingine iştirak edecektim. Fakat Amed'in Dağkapısı'nda, müthiş bir ajitatör olan mitinglerin takdimcisi Nevzat Nas ile benim yolum bir bekçi tarafından kesildi. Kimlik sordu. Nevzat kimliğini verince, 'sen dur' dedi. Bu kez bana sıra gelmişti. Üstümde vakti geçmiş bir izin kağıdından başka bir şey yoktu. Onu gösterdim ve adamın cehaletine sığınarak 'subayım, beni durduramazsın' dedim. Adam özür dileyerek yana çekildi ve 'buyur komutanım' diyerek saygıda kusur etmeyen bir uşak gibi yol verdi bana. Ben, bundan istifade ederek doğruca Canip Yıldırım'ın uğrak yeri olan Tüccarlar klübüne koştum. Evet oradaydı. Canip Bey, bir kaç kişi ile oturup sohbet ediyordu. Nevzat'ın yakalandığını onlara anlattım. Derhal müdahale etmeye gittiler. Ben ise hiç beklemeden trene koştum.

Kompartımanda garip bir adam oturuyordu, fotörlüydü. Kısa bir süre içerisinde tanıştık. Adı Dervêş imiş, Dervêşê Sa'do.. Kısa bir tanışma faslıydı bu. Hemen ardından bir şiir okumaya başladı. Cigerxwin'in yeni kaleme alınmış olan şiiriydi bu; 'Kime Ez!'. Çok güzel okuyordu. Cigerxwin'i tanıdığımı söyledim. O da tanıyormuş onun da ailesi benimki gibi Suriye'de sürgün kalmış. Dervêş, lise on'a kadar okumuş orada.

Sabaha karşı Batman'a vardık. Hemen miting alanının yakınındaki bir kahvede oturduk. Büyük bir cemaat oluşmuştu. Sohbet ettik ve oradan Molla Abdulkerim'in kahvesine gittik. Türkçe konuşmaya başladım. Hiç kimse cevap veremedi. Meğer Abdulkerim kahvesinde Türkçe konuşulmasını yasaklamıştı. Ben ise Kürtçe'nin Kurmancisi'ni o sırada pek konuşamıyordum. Kırdki idi bildiğim. Neyse benim için orta yol bulundu ve sohbet başlayabildi. Öğlene doğru Amed kafilesi geldi. Nevzat'ı birlikte getirmişlerdi. Bu davudi sesli takdimcinin gelmesi herkesi sevindirmişti. Öğlen üzeriydi ve miting başlamak üzereydi.

Nevzat apar topar kürsüye çıktı. Konuşmacıları teker teker kaydediyordu. Behice Boran, Tarık Ziya Ekinci gibi isimler TİP kesimini temsil ediyorlardı. Ben, Mustafa Düşünekli, Kemal Badıllı ve bazı gençler ise ulusal solu veya ulusalcılığı temsil ediyorduk. Tarık Ziya Ekinci erken konuştu. Behice Hanım ise benden hemen önceydi. Kürsüye; 'Emekçiler, eli nasırlı kardeşlerim..' gibi basmakalıp bir hitapla başladı ve benim için Edirneli bir köylü ile Hakkarili bir köylü aynıdır, aynı çileyi çekiyorlar..' demesi ile kitle dağılmaya başladı. Bereket biraz kısa kesmişti. Bu sırada Nevzat beni; Ankara Doğulu Yüksek Tahsil Gençliği'nin temsilcisi olarak takdim etti. Kürsüye Kürtçe bir şiir okuyarak yavaş yavaş tırmandım: İşev şeve.. Şev bi şeve.. Dê digirî li tirba xwe ve.. Dilketîme o sîng jahrim.. Bê welêt û bê bajêrim… dememle meydan allak bullak oldu. 20 bin kişiyi aşan bu mahşeri kalabık birden dalgalanıvermişti. 'Allahume salliiii' diyerek kalabalığı yaran bir ihtiyarın kürsüye doğru ilerleyişini hiç unutamıyorum. Konuşmada Medya'lıların torunu olduğumuzu, bu yurdun yerlisi olduğumuzu üstüne basa basa anlattım. Sonunu ise hep bir ağızdan üç kez söylenen bir Kürt atasözü ile bitirdim: 'Berxê nêr jı bona kêre!..

Konuşma müthiş tuttu. Kitle bu kez Dersim'e davet etti beni. Fakat usulca kaybolmamı da istediler. Çünkü tutuklanacaktım. Kayabolmayı kabul etmedim. Fakat biraz uykusuzdum. Bir yurtseverin (Lütfü Baksi'nin babasının) evinde akşama kadar yattım. Oradan tekrar meydana indim. Biraz oturur oturmaz bir bekçi geldi ve beni karakola davet etti. Hiç itiraz etmeden gittim. O sırada konuşmamı teype almış tekrar tekrar dinliyorlardı. Halk ise karakolun etrafını sarmıştı. İki de bir avukat gönderip durumumu sorduruyorlardı. Tam bu sırada içişleri bakanı telefon etti. O sırada Faruk Sükan mıydı bakan? Hatırlamıyorum. Komiser; 'Efendim hiç bir delil yok ne yapacağız bunu?' dediğinde Bakan'ın telefondaki sesi bize kadar gelecek şekilde şöyle diyordu: 'Siz bırakmayın, ben gerekirse delil de gönderirim..' Mantık buydu bunlarda..

Fakat kitle de bastırıyordu. Nihayet sorgumu yapacak bir ekip geldi. MİT Bölge Şefi falan. Bana; 'sizi kimler teşvik ediyor biliyoruz. En iyisi sen anlat' deyip duruyorlardı. Ama hiç vurmadılar doğrusu. Bunda kitle baskısı ve Kürt Meselesi'ne ilgi duyan mahalli kişiler çok önemli rol oynadı desem yeridir. Ertesi gün mahkemeye çıkarıldım. Bir şekilde bırakıldım.. Kitle 'yaşasın adalet' deyip beni omuzlara aldı ve meydana kadar götürdü. Artık kaybolma zamanım gelmişti. Zaten bir üst mahkemeye derhal itiraz edilmiş ve tutuklanma kararım çıkmıştı bile..

Amed'e döndüm. Anam mücadele ettiği kanser hastalığının son demlerini yaşıyordu. Onu, yattığı bir çatı katında ziyaret ettim. Uzun uzun kucakladı beni. 'Gitme, kal' diyordu. Kendisine ‚ bu andan sonra ne faydam olur sana' diye sordum. Kanser olduğunu bilmiyordum. Ama yaşı itibariyle idi söylediklerim. O, 'peki dedi. Beni kucakladı, kokladı. Sanki çok kıymetli bir varlığı elinden alınırcasına bırakmak istemedi. Ama en nihayetinde eli gevşedi, gözlerine gitti. Ardıma baka baka uzaklaştım. Bu onu son görüşümdü.

Oradan babamın amcası oğlu Doktor Selahattin'e uğradım. Selahattin, Tarık Ziya Ekinci'nin oldukça fazla etkilediği bir insandı. 'Metodlu çalışan adam' diye niteliyordu Tarık Ziya Bey'i. Tam bir TIP'liydi yani. 'Kürt Sorunu ancak sosyalizm gelirse çözülür' der başka bir şey demezdi. Ayrı örgütlenme falan yanlıştı onun için. Batman'da olanların raporunu Tarık Bey'den almıştı. Konuşmamı çok etkileyici, fakat aşırı heyecanlı bulunmuştu. Neyse 'amcam' dediğim bu fedakar insan beni parasal yönden takviye edince doğru Dersim'e yollandım. Bir sonraki miting oradaydı. Komitenin başında Kemal Burkay vardı ve koyu bir TİP'liydi. Miting öncesi beni dolaylı olarak uyardı ve konuşma hakkı verilmeyeceğini bildirdi. Çünkü burada beni kurtaramazlarmış. Bu karar; Batman, Sason, Beşiri, Silvan ve Amed gibi yerlerden gelen arkadaşlar arasında tepkiyle karşılandı. Demek oluyor ki TİP'liler beni 'Kürtçü' olduğum için konuşturmayacaklardı. Meseleyi ekonomik bir mesele değil de ulusal bir mesele olarak koymam onların programlarına uymuyordu. Bundan dolayı benim yüzümden eziyet çekmek gibi bir hesapları da yoktu. Bunun üzere Ağrı'ya da gitmekten vazgeçtim. Çünkü o miting de TİP'lilerin yönetiminde yürütülüyordu. Mecburen Ankara'ya döndüm.

-ankara mitingi

Mitinglerin finali Ankara'da bağlanacaktı. Fakat oradaki Kürt Öğrenciler bir türlü istikrarlı bir komite oluşturamıyorlardı. En son komitenin başında Ruşen Arslan vardı. Fakat toplanan bir platformda karşılarına çıkan engelleri sıraladı ve istifa etti. Yeni bir komite oluşturulması gerekiyordu. Ben ülkede iken iki komite oluşturulmuş, fakat ikisi de iç engellerden dolayı işi bırakmıştı. Kararlı birileri gerekiyordu. Platformda şuraya buraya dağılmış olan KAK'çı arkadaşlar teker teker seslerini yükselterek beni miting başkanı olarak önermeye başladılar. Kısa bir süre içerisinde bu önermeler bir salgın halini aldı ve tüm salonu kapsamaya başladı.. Ben, çıkıp bir konuşma yaptım ve eğer görevi alırsam tek başıma da kalsam mitingi yapacağımı söyledim. Oybirliği ile kabul edildi. Yeni bir komite oluşturuldu. Komiteye Nusret Kılıçarslan, Mehmet Demir (Kızıltepeli-eski THKO'cu), Mevlut Özarpacı (Siirt Derneği Başkanı) ve Mehmet adlı Ruhalı bir arkadaş girdi.

Hemen bir yer tuttuk. Orada mitingin hazırlıklarını yürütüyorduk. Oldukça kararlıydık. Fakat o sırada Kıbrıs meselesi de çok alevlenmişti. Türkiye savaşa girdi girecek gibi bir şeydi. Kıbrıs'ta Türkler'e yönelik bir katliam gerçekleştiği için durum çok gergindi. Ortalıkta olağanüstü bir hal vardı.

Biz yine de hızla işe koyulduk. Bize örgütümüzden bazı arkadaşlar yardım ettiği gibi, ilk kez Ahmet Türk de gönüllü bir çalışan olarak aramıza katılmıştı. Ahmet, Kürt Meselesi'ne bu fiili girişle birlikte oradakilerin çoğunu geride bırakan bir kararlılıkla yürüyüşüne devam etti. Bu arada Kürt Meselesi ile ilgilenen belli başlı kişilere gittik, görüş sorduk. Türk kesiminden ise TİP dışındaki odakları, fikir klüplerini ve Federasyonu (TMTF) konuşmacı olarak davet ettik. Bunlardan TMTF Başkanı Sencer Güneşsoy ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyalist Fikir Klübü başkanı davetimize evet dedi. Ama miting günü Sencer de kayıplara karıştı. Sadece İbrahim Seven geldi (hatırladığım kadarıyla). Konuşmacıların gerisi hep Kürt Ulusal Konsepti yanlılarıydı.

Mitinge büyük engeller çıkarıldı. Bu engeller hem içten ve hem dıştan geliyordu. Hem Türk Devleti, hem de bazı Kürt Aydınları bu mitingin ertelenmesi için sonsuz bir çaba içine girdiler. Bilhassa Istanbul'dan gelen bir grup aydın çok bastırdı, ama muvaffak olamadı. Çünkü biz bütün aksi telkinlere kulak kapamıştık. Mitingi yaptık. Fakat sabotajcılar muvaffak olmuş, iştirakçi sayısının 300'e kadar inmesini sağlayabilmişlerdi. Bu arada miting alanının çevresi 3000 polis tarafından tutulmuştu! Mitingi ABD Büyükelçisi, Melik Fırat ve Yusuf Azizoğlu kendi arabalarından takip ettiler. Bu arada mitingin o sırada önemsiz gibi görünen bir iştirakçısı daha vardı; Abdullah Öcalan. Şam'da cereyan eden bir konuşmamızda; 'Ben Kürt Sorunu konusunda ilk olarak bu mitingde etkilendim' diyen Öcalan'ın daha sonra dev adımlar atarak Kürt Sorunu'nu neredeyse bir dünya sorunu haline getireceğini kim tahmin edebilirdi ki?

Velhasıl bu miting, 1990'lı yıllara kadar Kürtler'in Ankara'da organize ettikleri ilk ve tek miting olma özelliğini korudu.

Ben bu arada AP ajansı ile temas aradım. Bu ajansın Türkiye temsilcisi Nick Lundington idi. Mr Lundington öyle rast gele biri değildir. Çok daha sonraları Lübnan'da bir ara CIA Ajanı olduğu savıyla bir gerilla grubu tarafından tutuklanmıştı. Bu zat 1989 yılındaki Paris Kürt Konferansı'na da katılmıştı. Çok iyi bir gazeteci, iyi bir Kürt Dostu'ydu. Benimle derhal bir röportaj yaptı ve bunu The Turkish Daily News adlı gazetede yayınladı. Ben bu röportajda 'the young Kurdish Agitator' olarak tanıtılıyordum. O röportajda mitinglerin amacını, bir yönüyle, 'Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun geri kalmışlığına dikkat çekmek olarak, diğer yönüyle asıl amacının Kürt dilinin serbestçe kullanılması, Kürtçe radyoların serbest olması çabası olarak açıkladım. Yani bugünkü gibi, bir nevi Kültürel Özerklik idi talep. Konuşmam ayrıca Londra'da yayınlanan The Observer'de çok geniş bir makalenin konusu olarak yayınlandı. Her iki olay da Kuzey Kürtleri için ilkti. Yani Türkiye'de yayınlanan bir gazetede bir Kürt'le yapılan bir röportaj ilk kez yayıunlanıyordu ve ilk kez bir Avrupa Gazetesi bunu bir makaleyi bir yazının konusu olarak alıyordu..

Miting tertip komitesi olarak, Başbakan Yardımcısı Seyfi Öztürk'ün davetine de icabet ettik. İsteklerimizi sordu. Sadece kalkınma ile ilgili sorunları dile getirebildik ve Kürt bölgeleri için özel bir kalkınma planı oluşturulmasını talep ettik. Çok hararetli tartışmalar cereyan etti aramızda. Bazan elektrikli bir hava da doğdu. Türk Devleti'nin o vurdum duymaz, saptırıcı politikasını iliklerimize kadar hissederek oradan ayrıldık.

-mitingler'in sonuçları

Grubumuzun (daha sonra KAK olacak olan grubun) yayınladığı bildirinin fitillik ettiği bu mitingler bir çok sonuçlar doğurması nedeniyle çok önemliydi. Bu sonuçlardan birincisi; kalkınmanın soyut bir niyet meselesi olmadığı, asıl sorunun sömürgeci sistem ile sömürge ülke halkı arasında olduğu kafalara daha iyi yerleşti. İkincisi; buna bağlı olarak daha net bir ayrışma yaşandı. TİP içinde yer alan Kürtler'in önemli bir bölümü, sorunu daha değişik boyutları ile tartışmaya, Türk Solu ile geri dönüşsüz (gibi görünen) bir ayrışmaya girdiler. Başka etkenleri de hesaba katarak dikkatle baktığımızda, kademeli bir şekilde ve kendinden emin olarak hareket eden bir Kürt Aydın tipi oluşmasına bu mitinglerin sunduğu katkıyı unutamayız. Üçüncüsü; Kürtler'in her alanda ayrı örgütlenmesi gerektiği fikri aydınlar arasında ağır basmaya başladı. Sonuçta legalitede Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nın kuruluşu gerçekleşti. Dördüncüsü; Kürtler'in aydınlanma yolunda aldıkları mesafe Türk Devleti'ni adeta çıldırtmış, meşhur 'Komando Baskınları' dönemini başlatmalarına veya daha önce başlamış olan bu süreci sınırsız bir şekilde derinleştirmelerine yol açmıştı. Bir diğer görünmeyen önemli sonuç ise Kürt Aydını ile Kürt Halkı'nı aynı noktada, ulusal kurtuluş konsepti noktasında birleştirmesi diyebiliriz.

erzurum

1968'de biraz da özel problemlerimin halli ile uğraştım diyebilirim. Eczacıbaşı İlaç Fabrikası'nda 'propaganda ve satış elemanı' olarak işe girmemi, hem Kürdistan'nın tümünü tanıma, hem de elime geçen çok miktardaki ilacı Güney'deki Direnişçilere gönderme yolunda kullandım. Maaşımın bir kısmını sürgüne gönderilen yurtsever bir aileye yardım için yatırdım. İş gezilerimde Hakkari'den Ruha'ya, Kars'tan Erzincan'a kadar olan Kürdistan Coğrafyası'nın tümünü tarama fırsatı buluyordum. Oradaki insanlarla iyi dostluklar kurmak yeni insanlar tanımak harikaydı. Fakat aynı yıl, büyük acılar da yaşadım. Ilk olarak, anamı, yani Xala 'Eyş'i, Niyaca 'Eyş'i, 'Eyşonê Hüseyn Axê'yi kaybettim. Bu emekçi insanın çevredeki hemen herkese bir şekilde bir hizmeti olmuştu. Ya sofrasında ekmek vermiş, ya bir nakış veya yeni bir yemek yapmayı öğretmiş, ya da evliliklerine etkide bulunmuştu. Bundan dolayı onu hiç kimse adı ile çağırmaz, bir akrabalık yakıştırarak adını dile getirirlerdi. İkinci kaybım, babamın amcası torunu Feyzi idi. İstanbul'daki bir trafik kazasında kaybettiğimiz Feyzi, Tıp Fakültesi öğrencisi idi. Solcu düşüncelerle dolu bir kafa yapısına sahip olan Feyzi, ilerde büyük faydalar umduğumuz bir insandı.

Benim Amed'deki faaliyetlerimi açıktan açığa yürütmeme engel bazı durumlarım vardı. Bunların başında asker kaçağı olarak aranmamdı. Askeri okuldan atılmış, bu kez er olarak askere sevk edilmek üzere aranıyordum. Benim askerlik durumum bağlı bulunduğum muhtarlığa iletildiliğinde, köyün bilinçsiz ve belki de çekememezlikten muzdarip muhtarı bulunduğum yeri ihbar etmişti. Bu muhtar çok yakın akrabam olmasına rağmen devlete beni ihbar etmekte asla bir sakınca görmezdi. Bir şanssızlık da bu.. Küçük, ama hareket kısıtlayıcı. Aynı kişilik beni, evimiz Erzurum'da iken de ihbar etmişti. Polis orada da beni buldu, bir şekilde işi geçiştirdi.. Benim ikinci handikapım; hakkımda Batman Mahkemesi'nin verdiği bir tutuklama kararının bulunmasıydı. Gerçi o zamanlar Türk Devleti'nin kurumları arasında bugünkü gibi süratli bir iletişim yoktu, ama durum beni hep engelliyor, attığım adımları hesaplı atmamı gerektiriyordu.

1969 Ocağı'nda eşim ve yoldaşım Rahime ile evlendim. Rahime Beritanlı'dır. Benim çilemi sabırla çeken bu insan olmasaydı, siyasetin kaygan yollarında daha fazla dayanabilmem çok güçleşirdi sanırım.

Aynı yıl tayinim Erzurum bölgesine çıktı. Orada kısa bir süre içerisinde geniş bir Kürt öğrenci kitlesi ile ilişki kurdum. Bu arada İsmail Beşikçi Hoca ile dostluğumuz da o günlerde başladı. Bize sık sık gelirdi. Öte yandan ben, marksist klasikleri okuyor, bunları Kürt Sorunu'na uygulama yollarını da iyi kavramaya çalışıyordum. Bu arada satış elemanları sendikası kurmaya çalıştıysak da işverenlerin tek tek satıcılara uyguladığı baskılar sonucu akamete uğradı bu çabamız. Ama yine de radikal bir Türk öğrenci grubu ile çok iyi ilişkiler kurabildik. Gerçi TIP'i dışlamıyorduk, ama onu revizyonist olarak nitelemekten de geri durmuyorduk..

Bu arada bir parantez açmak istiyorum: Türk siyasi hayatında 1960 darbesi ile birlikte kurulan pek çok parti Süleyman Demirel'in Liderliği'ndeki Adalet Partisi (AP) tarafından yutulmuştu. Bu partilerden Yeni Türkiye Partisi'nin (YTP) de akibeti aynıydı. Daha önce kaydettiğim gibi, parti yutulmadan önce Kürt Siyaset Adamı Yusuf Azizoğlu'nun liderliğine kavuştu. Azizoğlu partiyi Demirel'le kaptırmaktansa onu bir Kürt Partisi haline getirmeyi denedi. Bunun için Kürdistan'daki örgütlenmeye büyük önem vermişti. Partinin Çewlig şubesi bizim ailenin nüfuz alanındaydı. 1969 seçimlerinde Kürtler adına YTP, ikinci barışçı bilek güreşine girişecekti. Yine daha önce kaydettiğim gibi, birinci bilek güreşi 49'ların öncülüğünde 1965 seçimlerinde yaşanmıştı. Bu seçimlerde 49'lar olarak (adına diyelim); Bitlis'te Ziya Şerefhanoğlu, Hakkari'de Ali Karahan, Siirt'te Şevket Turan, Mardin'de Musa Anter bağımsız adaylar olarak seçime girmiş ve bunlardan Karahan ile Şerefhanoğlu büyük oy farkları ile seçimleri kazanmışlardı (Hakkarililer Mustafa Barzani'nin tavsiyesi ile oylarını Karahan'a vermişlerdi, fakat o buna layık olacak şekilde davranmadı). Diğer adaylarda çok iyi oy aldılar fakat kazanacak kadar değil. Hatta biraz daha açarsak, Musa Anter'in 17 bin oy aldığı, fakat bunların 10 binden fazlasının rejimin bekçileri tarafından yakıldığı kesindir. Aynı şey Şevket Bey'in de başına geldi.

Işte 1969'daki bu ikinci bilek güreşinde bizim aile çok kötü bir adayla ortaya çıkmasına rağmen Kürt Sorunu adına arkasında durdu ve önemli oranda oy aldı, seçimi kazandı. Bir yazımda 'PSK bizim aile kadar bile oy alamadı' dediğimde bu partinin yandaşları çok kızmış internet kanalıyla beni şu soruyu cevaplamaya zorlamışlardı; 'Sizin aldığınız oylar ezenlerin mi, ezilenlerin mi oylarıydı' (veya benzeri sorular). Evet şimdi cevaplıyorum: Bu oylar, analarının ak sütü kadar temiz Kürtçü oylardı. Kürtler'in Kürt Sorunu için verdikleri oylardı. TİP'in anladığı veya Burkay'ın o zamanlar tanıdığı tek 'ezilmişlik' oyları da bunun içinde olmak üzere, asıl itibariyle ulusal ezilmişlik oylarıydı bunlar. Türk Devleti'nin politikalarını teşhir et diye verilmişti ve ailemiz de adayını bunu yapması için desteklemişti. Ama o, kazandıktan sonra bunu yapmadı.. Bunda ne bizim, ne de büyük değer verdiğim Azizoğlu'nun günahı yoktu. Bir not olarak ileteyim dedim.

Erzurum'da uyumlu bir takım çıkarmak mümkün olmuyordu. Ama yine de gerek bilgilenme alanında ve gerekse ilişki kurma yolunda adımlar atmıyor değildik. Buradaki önemli gelişmelerden biri Serhat Bucak'ın, KDP ile birlikte çalışma teklifini getirmesiydi. Ben, bu konuda Serhat Bey'e net bir cevap veremedim. Zaten aklım hep Ankara'da bıraktığım arkadaşlardaydı. Fakat bunlarla doğru dürüst bir köprü kuramıyorduk. Bağımsızlaşmıştım enikonu.

Bu arada 1970'te, Orhan Kotan bana geldi ve uzun bir konuşma yaptık. Bu konuşma Barzani adlı kitabımda; 'O.' ile konuşma olarak geçer. Orhan şimdi hayatta olmadığına göre adını açıkça yazmakta bir engel de yoktur. Sohbet biraz da tartışmaya döner. En sonunda Orhan; 'Yakında pek çok Kürt silahlanarak dağa çıkacak. Senin böylesi bir olay karşısında tavrın ne olur?' diye açıkça sordu. Kastettiği Şıvancılar'dı. 1971'de silahlı mücadele başlatacaklardı. Demek ki bu aşamaya da gelinmişti. Ben bir nevi şoke olmuştum. Gelişmelerin bizi bu kadar hızla direniş aşamasına getireceğini hiç ummuyordum. Demek çalışınca oluyormuş. Ankara'dan bu işin içinde bulunabilecek isimler sordum. Bizim arkadaşlar önemli oranda işin içindeydi. Demek ki arkadaşlar yerlerini seçmişlerdi. Hem de öncü kadro olarak. Biraz düşünmek için zaman istedim. Sonbahar aylarıydı.

Öte yandan Erzurum faşistleri ile problem yaşamadığımız gün olmuyordu. Bundan dolayı hep silahlı dolaşıyordum. İcap ettiği anda bu silahı tereddütsüz kullanacağımı faşistler çok iyi biliyordu. Bir defasında bu tereddütsüzlüğüm sayesinde hem bir gencin hayatını kurtardım hem de sürüyü epey ürküttüm. Doktor Taner Arkadadaş; eğer bu satırları okuyorsan (ve hala arkadaş demeye layıksan) ses ver!

1971 baharında Türk Ordusu'nun Komuta Heyeti, muhtıra ile Demirel Hükümeti'ni devirmiş, yerine kendi onayladıkları bir hükümet kurdurmuştu. Prtiler üstü bir hükümet. Çok oyunların oynandığı, Kontr-Gerilla'nın ilk kez açıktan açığa kullanıldığı bu darbeyi en iyi şekliyle Türkler'in, daha doğrusu onların devrimci-demokrat kesiminin kaleminden okuyabilirsiniz (Talat Turhan gibi). Bu arada THKP-C yöneticileri ve THKO yöneticileri teker teker yakalanmışlardı. Sıkıyönetim ilan edildiğinde artık legal hiç bir demokratik kurum ayakta yoktu. Işkenceler, tutuklamalar, entrikalar biribirini takip etmeye başlamıştı. Bu arada ben de tutuklandım. Evimde yapılan aramadan çok önceleri çok açık bir şekilde evi muhasaraya aldıklarından, baskının geleceğini biliyorduk. Zaten aramızda ajanlık yapan biri de vardı, ki İstanbul'daki tutuklanmamda bu açıkça ortaya çıktı. Neyse; bu muhasara esnasında evdeki silahı, kitapları ve kâğıtları kolayca yok edebilmiştik. Yine de tutuklanmamdan itibaren mahalli basın günlerce benim önemimden, evimi bir okul haline getirdiğimden, Komunistliğimden bahsedip durdu. Bunlara bakılırsa evimde büyük bir kütüphane ele geçirilmişti.. Velhasıl üç gün boyunca hedef gösterildim, 'karalandım'.

Kısa bir süre sonra, üstelik ben tutuklu iken, bazı THKO kadroları ile birlikte bu kez radyo ve gazete anonsları ile aranmaya başlandım. Yerimi bilen 'dürüst vatandaşların' en yakın emniyet güçlerine haber vermeleri isteniyordu. Bu arada cezaevi içinde de bazı komplolar tezgahlanmaya çalışıldıysa da orada yatan ve kendilerini solcu bilen bazı Karslı kabadayıların da yardımı ile bütün teşebbüsler boşa çıktı. Ben kısa bir süre içerisinde Amed Sıkıyönetim Komutanlığı Mahkemesine sevk edilecektim..

-sıkıyönetim tutukevi

1971 Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi'nde ilk aylar bir şenlik havası içinde geçmişti. Çok ilginç bahanelerle çok ilginç insanlar getiriliyordu buraya. Tutuklanma öncesi işkenceler artık sistematikleşmekteydi. Fakat yine de Kürt Yurtsever Kesimi devlet tarafından bir an önce hatırlanarak içeri tıkılmayı bir şeref sayıyordu. Bir ara Farqinli bir şeyh getirmişlerdi. Bu din adamı gelir gelmez bahçeye çıktı ve iki rekat namaz kıldı. 'Neden sadece iki rekat?' diye sorulunca cevabı kısa olmuştu: 'Allahıma, benim bu zalimler tarafından tutuklanmamı nasip edip, namussuz olmadığımı halka gösterdiği için şükrettim…' Bir diğer olay Edip Karahan tarafından yaratılmıştı. Sıkıyönetimin ilk günleriydi. Herkes içeri alınıyor, fakat Edip Karahan'ı hiç soran çıkmıyordu. Canı çok sıkılıyordu Karahan'ın. Bisikletine atladığı gibi doğru MİT'in kapısına. O sokakta bir aşağı gidiyor bir yukarı. Ama MİT'in kapısına geldiği sıralarda bisikletinin zilini uzun uzun çalarak pencerelere bakıyordu. En nihayet muvaffak olmuş, ertesi gün tutuklanmıştı..

Öte yandan tutukluluk günlerinin cicim ayları süratle geçmeye, yerini sıkıntılı bir rekabete bırakmaya başladı. Gruplaşmalar kısa bir süre içerisinde ideolojik içerik kazanmaya başladı. Tutukevinde üç yemek grubu vardı. Biri benim de içinde yer aldığım gerçek anlamı ile bir Komün, biri de DEV-Genç Komünü (bu da bizimki gibiydi), diğeri ise TİP ağırlıklı kişilerin yemek ortaklığı. Bizim komünde İsmail Beşikçi, Feqi Hüsêyn (Hüseyin Musa Sağnıç), Mümtaz Kotan, Yümni Budak (bu arkadaş Ankara Mitingi bildirisi dağıttığı için bir ara gözaltına alınmıştı), Nezir Şemikanlı, Ali Beyköylü, İbrahim güçlü, Zülküf Şahin ve kardeşi Fikret vardı. TİP yemek ortaklığında ise Tarık Ziya, Musa Anter, Mehdi Zana, Niyazi Usta, Naci Kutlay, M Emin Bozarslan, İhsan Aksoy, Canip Yıldırım, bazı Serhat gençleri, Kemal Burkay ve diğer tanınmamış isimler yer almaktaydı. Kısa bir süre içerisinde bizim komün disipliniyle, eğitim çalışmaları ile ve kararlılığı ile ön plana çıktı. Komünümüzün KDP grubu ile ve DEV-Genç ile çok iyi ilişkileri vardı. Fakat TİP grubu ile çok gergin ilişkiler içindeydik. Onlar bizi 'Kürt Milliyetçiliği' ile suçlarken biz de onları 'revizyonist' olarak niteliyorduk. Bu gerginlik şu anda bana biraz anlamsız olarak görünüyorsa da o zamanlar bir gerçekti ve gerekliydi.. Sınıf mücadelesi konseptini öne çıkaran Moskova çizgisine karşılık Kürt Ulusalcılığı'nın altının çizilmesi çok önemliydi ve bu bir ayrışmaydı. Nihayet bitmemiş olan bir ayrışmaydı yaşanan. Bir de o zamanın şartlarına bakmak lazım.

Bir ara Türk Hükümeti'nin adalet bakanına (soyadını unuttuğum Suat adında bir Galatasaray mezunuydu) ortak bir mektup yazmak söz konusu oldu. Bir komisyon kuruldu ve metin kaleme alınmaya başlandı. Bu komisyonun iki baş oyuncusu; İsmail Beşikçi ve Tarık Ziya Ekinci idi. Ama metindeki bir temel cümle üzerine bir türlü anlaşma sağlanamıyordu. Bu metin tutukevini ikiye böldü. Cümlenin iki alternatifi şöyleydi: birincisi, Ismail Beşikçi'nin önerisi; 'Bizim burada bulunmamızın sebebi Kürt olmamızdır'.. Ikinci alternatif, Tarık Ziya'nın ileri sürdüğü görüştü; 'Bizim burada bulunmamızın sebebi politiktir'.. Evet, politik ve Kürt.. Sonra iki metin ayrı ayrı imzaya açıldı. Ismail Beşikçi'nin hazırladığı bizim metin 110 cıvarında imza toplarken, TİP metni 38 imzada kaldı ve Türk Bakan'a ayrı ayrı gönderildi..

Bu arada Hapishane yönetiminin her sert önlemine karşı direnişler örgütlemeye başladık. Bir defasında tek başıma 15 gün hücre cezası aldım. Bu, bulunduğumuz hapishanede ilk hücre cezasıydı. Bir diğer direniş, görüşmelerde Türkçe'den başka dil kullanılmaması yönündeki talimata karşı başlatıldı. Bu direnişe TİP kesimi uymak istemedi. Fakat biz onlarında avukat dahil tüm görüşme teşebbüslerini engellemeye kalktık. Hatta sadece benim içinde bulunduğum bir kavga bile çıktı. Ne olduğunu kaydetmiyorum.

Bana gelen iki iddianameden biri çok komikti. Burada Ismail Beşikçi ile birlikte örgüt kurduğumuz iddiası yer alıyordu. Fakat her nedense birlikte 'örgüt kurduğum Beşikçi 'sanık' değil, 'tanık'tı.

Öte yandan 'Kürt Meselesi var mı, yok mu' konusunda uzun tartışmalar başlamıştı. TİP'liler sorunu sosyalizmin bir sorunu olarak görüyorlardı. Biz ise ulusal. Bu ayrışma yer yer 'Kürt Ulusu var mı?' tartışmalarını da gündeme getiriyordu. Bir ara Kemal Burkay ile tartışmaya giriştik. Bu zat o sırada 'Kürt Halkı ile Türk Halkı birlikte Türk Ulusu'nu oluşturur. Ayrı bir Kürt Ulusu yoktur' düşüncesini dile getiriyordu. Ama hiç olmazsa uluslaşma sürecindeki veya uluslaşma sürecini tamamlamamış bir halktır dese.. Dileyen şahit olarak Mümtaz Kotan'a, Feqi Hüseyn'e, Ismail Beşikçi'ye başvurabilir. Umarım kendisi de inkar etmez.. Bazan diğer gruplarla tartışmalar çok sertleşmiyor değildi hani. Bir ara Ismail Beşikçi'nin, sonradan çok iyi bir noktaya gelmiş olan bir zatı, neredeyse yakasına yapışarak, yüzüne karşı 'Cahş' olmakla suçladığını bile gördüm.

Bu arada iki Saitler'in ard arda ölüm haberleri ulaştı tutukevine. Bu büyük bir hayal kırıklığı ve öfke doğurmuştu. Fakat yine de açık yorum yapmaktan kaçınıldı. Barzani'nin yönettiği direniş hareketine destek pek azalmadı. Ben kişi olarak sadece Sait Elçi ile tanışırdım ve mücadelesini takdir ederdim. O, hep yarı aç yarı tok yaşadı, ama boyun eğmedi. Sait Kırmızıtoprak'la hiç tanışma fırsatım olmamasına rağmen arkadaşlarım, yani KAK mensupları onun partisinin taban ve tavanını oluşturmuşlardı. Onun yayınlanmış tek kitabı Barzani direnişi ile ilgiliydi ve bu kitap uzun süre benim başucu kitabım oldu. Bu iki Kürt Yurtseveri'nin hiç biri ile aynı zamanda aynı partide olmadım. Ama ölümleri ile ilgili bilgileri bulabildiğim kadarı ile Barzani adlı yapıtımda topladım. Dileyen sayfamda yer alan bu kitaptan bu acı hikayeyi okuyabilirler.

-Amed hapsi'nin sonuçları

Bu kitlesel tutuklama olayı boyunca 500 cıvarında miliyetçi, yurtsever ve sosyalist, Türk Devleti tarafından elden geçirildi. Büyük işkenceler ve ayrışmalar yaşandı. Ama sonuç itibariyle hapis hayatı bittiğinde aramızda Tarık Ziya hariç, hiç bir TİP'li kalmadı diyebilirim. Herkes belli bir pencereden bakmak üzere Kürt Sorunu'na eğilen birer çizgi tutturdu. Artık egemen çizgi ayrı örgütlenme şeklinde hayata geçecekti. Bu hapishane bir çok Kürt partisinin nüvesinin atıldığı yerdi. Mesela Rızgari, Kawa, PSK ve yeni Şıvancılar (KİP).

Biz ise süreklileştirdiğimiz eğitim çalışmaları ile kafamızda cevap bekleyen bir çok sorunu halletmiştik. Kürdistan'ın sosyo-ekonomik yapısını mümkün olduğunca iyi çözümlemiştik. İç ittifaklar sorunu, dış ittifaklar sorunu, öncülük sorunu, parçalar sorunu, örgüt modeli gibi sorunları kafamda halletmiş olarak, 1972'de tahliye edildim. Doğru eşim Rahime'nin beni beklediği Xarpêt'e yollandım.

Xarpêt'te bazı arkadaşların ziyaretleri de oldu. Dikkat ediniz, bazı yerlerde isim vermekten kaçınıyorum. Bu demektir ki o insanlar şu yazının kaleme alındığı 2002 ylında hayattadırlar ve Türk Rejimi'nin eli altındadırlar. Onun için yazamıyorum. Bu arkadaşların isteği üzerine 1972'de İstanbul'a kitle çalışması için gittim. Orası oldukça karmaşıktı. Sıkıyönetim şoku hala yaşanıyordu. Bu arada idamlar gerçekleşmişti ve Kızıldere Şehitleri'nin anısı daha henüz tazeydi. Hemen işe koyuldum. Bir grup Ruhalı öğrenci ile temas kurdum. Bunlar vasıtasıyla bazı Erzurum yöresi gençleriyle tanıştım. Bunlarla çok iyi ilişkilerim olmasına rağmen, bu ilişkileri bir türlü örgütlü düzeye çıkaramıyordum. Bu arada kendime Yeni Ortam adlı gazetede bir gece işi de buldum. Burada bol bol gazete okuyabiliyor, ortamı daha iyi takip edebiliyordum. Ibrahim Kaypakkaya'nın lideri olduğu parti (TKP-ML) daha henüz adını yeni yeni duyuruyordu. Onların kaleme aldığı 'Milli Mesele' broşürü elime geçti. Türk Solu açısından oldukça ileri, hiç bir partinin cesaret edemediği kadar açık bir şekilde 'Kürt Ulusu'ndan ve onun ayrılma hakkından bahsediyordu. Fakat yine de çekinceleri vardı ve ayrı örgütlenmeye sıcak bakmayan bir görüş hakimdi broşüre. Derhal oturup buna cevap teşkil edecek bir broşür kaleme aldım. Milli Mesele'ye Kürdistan penceresinden bakan marksist literatüre sadık bir bildiriydi bu. Onu kısmen dağıtabildik. Ikinci bir broşürü bu kez 'Kürt Gençliği Ne Yapmalı' başlığıyla hazırladım. Bu broşürü çok az dağıtabildik ve bir ihbar sonucu yakalandık..

Bizi Harbiyedeki kırk hücrelerde misafir ettiler ve daha sonra özel bir yerde sorguladılar. Burada ilk kez ölümün gölgesini ensemde hissettim. Gerçekten fiziki olarak yok etmeye hazır olduklarını göstermek için büyük insan Ibrahim Kaypakkaya'nın öldürülmesi olayını bütün detayları ile anlattılar. Bana da aynı yol görünüyordu. Bunun ıspatı olarak bir döneği hücreme getirdiler. Perişandı ve 'karşı tarafa geçtim' diyordu. Fakat benim onlara anlatacak hiçbir şeyim yoktu. Bu arada Erzurum'da aramızda bulunan bayan ajanı da getirdiler. O benim yalanlarımı düzeltecekti. Fakat bir detay vardı ve biz bu kadından zaten daha önce şüphelendiğimiz için hiç bir önemli aktivitemize ve görüşmemize götürmüyorduk. O dönemi bilenler, eğer tanıdık iseler, biz kendilerine bu kadının kimliğini bildirebiliriz. Ha bir şey daha; bu kadın Erzurum'dan sonra Amed'de Perinçekciler'in de arasına sızmıştı. Bunu da gözlerimle görmüştüm.

Sorgucular benim masalıma inanır gibi görünmek zorundaydılar. Fakat yine de ifademi bana göstermeden zorla imzalattılar. Bazı kâğıtlarla birlikte. Bu ifadede sadece benim onurumu kıran bazı 'pişmanlık' lafları dışında pek bir şey olmadığu daha sonra ortaya çıktı. Ama yine de büyük bir kişisel prestij kaybına uğradım. Bunu bir özeleştiri olarak alın. Ama şunu da görün, insanların hapishanedeki duruşları o anda kendi onurlarını kurtarır. Ama hapishanedeki bir direnişten sonra pisliğe dalmış nicelerini herkes her yerde görüyor. Bunun yanında hapihanede tam itirafçılaşmış Ahmet adlı Solhanlı bir arkadaşımın gerilla saflarına katılıp şehitler kervanına katıldığını biliyor musunuz? Zarar vermemiş olanın son duruşunu ben kişi olarak hep önemli bulurum. Zaten önemli olan son duruş değil mi?

-İstanbul hapishaneleri

İstanbul hapishanelerinde ilk durağım Selimiye'nin gözaltı bölümleri oldu. Benimle birlikte birkaç Viranşehirli genç de tutuklanmıştı. Orada eski tüfek, TKP'li Mehmet Reşat Nuri İleri ile tanıştım. Bu eski reel sosyalizm mücadelecisi, yazdığı bir kitap ile Kemalizm'i Marksizm ile mukayese ediyor ve özdeşleştiriyordu. Kitabı hatırlayanlar o zamanın değer yargılarını daha iyi değerlendirirler kuşkusuz. Çok iyi ahbab olmuştuk. Cezaevi yönetimi bir ara biz 'Kürtçü'leri ayrı koğuşa aldı. Orayı özel hazırlamış, dinleme araçları ile donatmışlardı. Bir şey çıkarmamış olacaklar ki, biraz da birarada bulunduğumuzda biribirimize neler söyleyeceğimizi öğrenmek istemiş olacaklar. Fakat bir şey alamadılar tabii ki.

Bu arada Newroz gelmişti. Elimizde bu günü kutlayacak hiç bir olanak yoktu ve yanımdaki gençlerin de Newroz'un ne olduğundan haberleri yoktu. Gardiyana para vererek biraz şeker getirmesini istedim. Hiç olmazsa ağzımızı tadlandıracaktık. Arkadaşlara gelen şekeri dağıttım. Bu olaydan yıllar sonra, orada bulunan Seyfi adlı Viranşehirli yurttaşımız olayı Lütfü Baksi'ye anlatmıştı. O da bana nakletti. Bu Seyfi adlı yurttaşımızın Paris'te Dilan adlı bir lokantası vardır. Giderseniz anlatabilir. Kuzey'deki bu mütevazi Newroz, belki de tutkevlerinde bir ilkti. 1982 Newroz'unu kutlama şeklindeki ihtişamı ile Mazlum Doğan'ın direnişini gözönüne getirdiğimizde, iki nesil devrimciliği arasındaki aşama farkını, sıfırın üztüne çıkan Kürt Meselesini yüklenenlerin ihtişamlı yürüyüşünü daha iyi anlarız. Fakat yine söylüyorum, iyice anlaşılsın, dünkü şekerli kutlama olmasaydı sonra ateş çemberi de olmayabilirdi..

İkinci zindan durağımız Davutpaşa kışlası'ndaki askeri tutukevi oldu. Orada Türk Solu'nun bir çok fraksiyonundan insanlar yatıyordu. Bunların önemli bir kısmı, o sıralarda parçalanmakta olan TIKKO'nun ayrı fraksiyonlarındandı. Aralarında Garbis Altunyan'da vardı. Yıldızımız hiç barışmadı Garbis'le. Hoş diğerleri de aynı durumdaydı ya. Bizimle tartışırken, tüm fraksiyonlar birleşiyordu. Karşılarındaki nihayet bir 'Kürtçü' idi. Hiç bir şekilde nizami bir tartışmaya girişemedik.

Üçüncü tutukevi durağıma ben yalnız gittim. Diğerlerinin tümü tahliye edilmişti. Sağmalcılardı bu kez durağım. Beni THKP-C davasından yatan devrimcilerin arasına verdiler. Işte burası benim için oldukça faydalı olmuştu. Tek kişilik odaları olan bir koridurdu bu. Beraber koridor ve havalandırma alanı paylaştıklarım arasında Yavuz Yıldırımtürk adlı bir THKO sanığı (müebbed almıştı), Necati Sağır, daha sonra doçent olacak olan Murat Belge, 1970'li yılların ikinci yarısının 'Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği'nin genel sekreteri ve ayrıca 1990'lı yılların 'İnsan Hakları Vakfı Başkanı' Yavuz Önen ve son zamanlarda hayata veda eden Hürriyet Gazetesi yazarlarından Yavuz Gökmen vardı (bu ne yavuz bolluğu).

Bu koridordaki günlerim bana büyük bir fayda sağladı. Öncelikle Türk Sol Parti ve Fraksiyonları'nı çok iyi tanıdım. Yanında kaldıklarımın çoğunluğu Mahirci olmasına rağmen, hemen karşı tarafta Yusuf Küpeli taraftarları da vardı. Aynı havalandırmayı kullanıyorduk bunlarla. Ben hem Mahirciler'in olaya bakışını en tepeden, Şehit Çayan'ın kaleminden, hem de Yusuf Küpeli'nin kaleminden okudum. İbret doluydu Küpeli'nin tavrı.. Arkadaşlarının hapisten kaçacağı sırada onları sığınacak bir evden dahi mahrum etmek, benim için derslerle doluydu. Öte yandan Çayan'ın 'Kesintisiz Devrim-I,II,III'ünü okudum. Çok iyi bir çalışmaydı. Bu çalışmayı hep örnek almaya çalıştım. THKP-C ve THKO'nun devrimci yürüyüş versiyonlarını hazmettim. Bu arada inançsızlığın insanı nasıl Mahirci devrim çizgisinden, Perinçekçi teslimiyetçiliğe savurduğunu gördüm. Necati Sağır bu inançsızlığın en uç örneği idi. Bu arada burjuva Ekonomi kitaplarını da birer birer deviriyordum, Demir Demirgil, Erol Manisalı (yazıları itibariyle), Samuelson bunlar arasındaydı. Ayrıca haftalık Türkiye Iktisat Gazetesi'ni de neredeyse ilanlarına kadar okuyordum.

Af kanunu sayesinde hapisten tamamen kurtulduğumda artık ufkum daha da genişti. Askerlik de, askeri öğrencilik yaptığımdan dolayı, af kanununda 'görevden muaafiyet' esasına bağlandı. Yani askerlik yapma mecburiyetim kalkmıştı.

-1974 sonrası yeni grup

Hapisten çıktıktan sonra doğruca ülkeye gittim. Istanbul bir aşiret gibiydi sanki. Oradakiler eski ilişkilerini bırakacak gibi değildi. Ülke toprakları daha iyi olmalıydı. Durak yerim yine Xarpêt'ti (Elazığ). Şimdi artık çok az isim kaydedeceğimden dolayı affediniz. Çünkü ilişki kurduklarımın çoğu hala hayatta. Evet bu durağımda kolaylıkla bir grup oluşturdum. Bu grupta Dersimli, Palu'lu, Amedli ve Çewligli arkadaşlar çoğunluktaydı. Bir yandan ikna ziyaretleri ile genişliyorduk, öte yandan da birliğimizi pekiştirir hafif sözel eğitim gibi konuları ön plana çıkarıyorduk.

Grubun prensipleri üzerine konuşmalar uzun sürdü. Birinci prensip olarak, Kürt Milliyetçiliği'ni asla red etmeyecektik. Kürt Milliyetçiliği'nin, ezilen ulus milliyetçiliği olarak, bir hak olduğunu saptadık. Kurtuluşa kadar çok önemli fonksiyonlar yerine getirdiğini kaydettik. Ezilen ulus milliyetçiliğini hiç bir marksist klasiğin red etmediğini bütün detayları ile ortaya koyduk. Bu konseptte ilkellik aramak, eğer politik bir saptırma değilse, en aşağısından bu konudaki bilgisizliktir. Ho Şi Minh'in, Viet Nam kurtuluş mücadelesi sırasında sosyal şöven tavır takınan Fransız komunistlerinin onları 'milliyetçi' olarak suçlamasına karşın 'biz nasıl milliyetçi olmayız' diyerek egemen ulustan marksistlerin sosyal şöven tavrını örnek göstermesini hep hatırladık ve kullandık. Bu bakımdan Mustafa Barzani'nin direnişini Kürt Milliyetçiliği'nin haklı direnişi olarak selamladık ve destekledik.

İttifaklar konusunda, hain olmayan herkesi dost kabul etme prensibi önümüze konmuştu. Türk, Arap, Fars devrimci demokratları dolaysız potansiyel müttefiklerimiz arasında sayılıyordu. Dünya devrimci hareketi, Sosyalist Sistem ve Üçüncü dünya ülkelerindeki işçi sınıfı hareketleri de dolaysız müttefikler olarak sayılıyordu.

Grup içi davranışları da sıkı kurallara bağlamıştık. İçki ve uyuşturucu kullanımı yasaktı. Kumar affedilemez bir suçtu. Bu yasaklar Bilhassa Çewlig'de başlamış olan çürümeyi kısmen de olsa durdurmuş, tersine çevirmişti. Kadın erkek ilişkileri konusunda bazı arkadaşlar evliliği dahi red etme eğilimindeydiler. Onlara göre devrimcinin ardında, onun dikkatini dağıtabilecek, onu engelleyebilecek bir bağı olmamalıydı. Biz buna esneklik getirdik ve gayrimeşru ilişkileri yasakladık. Okul okuma konusunda da ikilik vardı aramızda. Bazılarımız okulların terk edilmesi gerektiğini ileri sürdü. Çoğunluk, bu tür bir yasaklamanın daha henüz erken olduğunu belirtti. Buna rağmen bazı ardadaşlar süreç içerisinde okulu bırakacaktı.

Epey geniş bir grup haline gelince bize bazı şeyler lazım olmaya başladı. Bunların arasında daktilo makinası ve Teksir makinası başta geliyordu. Hemen para toplamaya başladık. Önce bir daktilomuz oldu. Bu daktilo ile İlke adlı Türkiye Sosyalist İşçi Partisi yayın organı'nın Mustafa Barzani yönetimindeki direnişe cahilce, gerçekleri çarpıtan bir tarzda yönelttiği saldırıları cevaplayan bir broşür hazırladım. Bu benim illegalitede hazırladığım üçüncü broşürdü. Broşür Barzaniciler arasında çok ses verdi ve onlar da bu broşürün bir kopyasını teksir edip her yerde dağıtmaya başladılar.

Ardından Ankara'ya gidip, topladığımız paralarla iki adet teksir makinası birden satın adım.

Burada Mümtaz Kotan ile bir görüşmemiz oldu. Mümtaz, benim Barzani hakkında bir kitap yazmamı önerdi. Bu kitabı kurulacak olan Komal Yayınları'nın ilk kitabı olarak yayınlayacaktık. Elimde yeteri kadar malzeme vardı. Fakat savaşın son durumu hakkında bilgim çok sınırlıydı. Bunu kendisine anlattım. 'Kolay' dedi. Orta Serhat'ın bir ilçesinde bazı medrese kaynaklı aydınlarımızın bu dönemde cereyan eden savaşları günü gününe banda aldıklarını, oraya gidip almamı istedi. Hepsi bu.

Hemen oradan ayrılıp malzemelerle birlikte önce Xarpêt'e gittim. Elimdekileri onlara bırakarak doğru verilen adrese gittim. Daha henüz hoş-beşe bile girmeden konuyu açtım. Karşımdaki 'Mümtaz Arkadaş haber gönderdi. Ikinci bir habere kadar bantları sana teslim etmememi istedi' deyince şok oldum. Arkadaşa yanlışı olduğunu, şimdi oradan geldiğimi, kitabı yazmayı ben değil, kendisinin bana yazmam için teklif ettiğini anlatmama rağmen karşımdaki çok disiplinli çıktı. Daha dün bu konuda talimat almıştı…

Derhal Ankara'ya döndüm. Karşımdaki yavuz bir hırsız gibiydi. Hem suçlu, hem de güçlü! Disiplini bozuyor muşum. Neden kurallara göre hareket etmemişim vs. Bunun o zatın karşısındakini baskı altında tutmak ve kendisine köle kılmak için ezelden beri uyguladığı adi bir numara olduğunu çabuk kavradım. Oracıkta arkadaşlığımızı bitirdim ve arkadaşların arasına döndüm. Çok geniş bir toplantıda olan biteni olduğu gibi onlara anlattım ve serbest bir oylamanın sonucunda ilişkiyi sona erdirme kararını onlardan çıkardım. Artık kendi yolumuza devam edebilirdik.

O sırada patlak veren Kıbrıs istilasına karşı bir bildiri kaleme alıp yayınladık. Söz konusu istilaya karşı yayınlanmış bildiğim tek bildiri budur. Ardından 'İslamiyet ve Milli Mesele adlı bir broşür yayınladık. Her iki bildiri de düşmanın eline geçti. Birincisinden dolayı Ziverli Hüseyin adlı mühendis bir arkadaşımız 15 ay hapse mahkum oldu. İkincisinden dolayı sanırım (şu anda net bir şekilde aklımda yok) Hişyar Ağaoğlu arkadaşımız bir süre hapis yattı. Bu arada Çewligli gençler bir dernek kurma teşebbüsüne girişmişlerdi. Hemen esnaftan yüklü bir miktar para toplayarak müteşebbislere destek olduk. Bu arada derneği ele geçirmek için harekete geçen Bingöllü Rahmetli Zeki Atsız başarılı olamadı (o sırada esaslı bir şekilde CHP'li idi) ve dernek tümüyle bizim kontrolumuzda kaldı. Bu derneğin prensibi, kitlesel olmaktı. Orada seccade dahi bulunuyordu, ki bu sol tandanslı derneklerde ilkti ve sondu. Herkes fikrinde serbest olsun isteniyordu.. Bizim derdimiz bir ulusal platform oluşturmaktı. Fikri ne olursa olsun, hain olmayan her Kürt'ün bu platformda yeri vardı. Bizim düşüncemize göre Kürdistan'da işçi sınıfı daha henüz çok cılızdı. Ulusal Harekete fiili öncülüğü bundan dolayı mümkün değildi. Kürdistan'da işçi sınıfı için ancak ideolojik öncülükten bahsedilebilirdi.

Dernek sayesinde Çewlig'de müthiş bir taban tuttuk. Bütün sokaklar bizim sloganlarla dolmuştu. Mustafa Barzani'nin öncülük ettiği hareketi destekleyen sloganlar en başta geliyordu. Bu sloganları herkes tekrarlıyordu. Sıradan Türkiye partilerinin militanları da mesela; 'AP- Barzani' (Adalet Partisi-Barzani) diye sokak yazıları yazarak tutunmaya çalışıyorlardı.

Güz aylarına doğru Ankara'ya, yeniden tıp tahsiline başlamak üzere gittim. Af kanunu bana bu hakkı vermişti. Bu kez hiç fire vermeden bitirecektim.

Ankara'da çok hareketli günler yaşadım. Önce Bingöl'lü arkadaşların çoğunlukta olduğu bir grup oluşturduk. Aramızda daha sonra PKK öncü kadroları arasında yer alacak olan Hayri Durmuş ve Resul Altı(n)ok da vardı. Haber aldığım kadarıyla Resul daha sonra yeni partisi tarafından ajanlık suçlaması ile infaz edilecekti. Bu sırada evimiz Güney Kürtleri'nin bir uğrak yeri haline gelmişti. Gelen gidenin sayısı belli değildi. Bu durum bizi biribirimize daha fazla bağlıyordu.

Bir gün evimize Bingöl'lü bir arkadaşla birlikte bir yabancı geldi. Bana onu Abdullah Arkadaş diye tanıttı. Abdullah Öcalan'dı gelen. Onunla uzun uzun tartıştık. Birlikte hareket etmemiz isteniyordu. Konumuz strateji idi. Örgütlenme stratejisi. O, Proletarya partisi olmadan direnişin mümkün olmadığını, proletarya partisinin işi bağımsızlığa kadar götürebilecek tek aygıt olabileceğini söyledi. Ben proletarya partisinin sadece sosyal devrimler için vazgeçilemez olduğunu, ulusal sorunu omuzlamada bir çok alternatif bulunduğunu anlattım. Ulusun yenilebileceğini, hatta katliamdan geçebileceğini, bunu proletarya partisi dahil hiç bir partinin engelleme şansı olmadığını anlattım. Ermenileri ve Marksist partileri Hınçak'ı misal gösterdim. Ben, önemli olanın doğru bir örgütlenme modeli geliştirmek olduğunu, bunun ise proletaryanın ideolojik öncülüğünü pekiştirmekten geçtiğini anlattım. Uzun uzun konuştuk. Fakat bir türlü ortak bir noktada buluşamadık. Öcalan daha sonra bir başka grupla da birleşme görüşmeleri başlattı. Bunu da dikkatle takip ettik.

Aynı yıl içinde bir kaç kez daha buluştuk. En son gördüğümde eski arkadaşlarının tümünü kaybetmişti. Bunların hepsi, Şıvancı olduğunu iddia eden bir gruba katılmışlardı. Öcalan bu arkadaş çalma işine çok içerlemişti. Çünkü çalma işi gerçekleşmeden önce iki grunun birleşmesi yolunda görüşmeler yapıldığını biliyordum. Bunun üzerine sıfırdan işe başlamış, yepyeni ve çok kararlı bir ekip oluşturarak Kürdistan'a gitmişti. Adları artık Kürdistan Devrimcileri, halk arasındaki şekliyle 'Apocular' idi.

1974'te temasta bulunduğum bir diğer grup, Nurettin El Hüseyni'nin etrafında kümelenen ve Kürdistan Maocuları olarak niteleyebileceğimiz bir gruptu. Ben bunları ezberci grup olarak niteliyordum. Bunlar bir eve kapanmış, Mao'nun bulabildikleri bütün kitaplarını adeta ezberlemişlerdi. Bir Kısım Ruhalı (Urfalı) gençle birlikte başlattıkları bu eğitim çalışmasında Maoizm'i Kürdistan şartlarına uydurma çabası içindeydiler. Oysa yaptıkları Kürdistan'ı Maoizm'e uydurmaktı. Daha sonra gerçekleşecek olan Mart-75 yenilgisi onlara 'Iki Süper Devlet'e düşmanlık alanında ve bilhassa 'yükselen emperyalist' Sovyetler Birliği aleyhine istediklerinden de çok malzeme veriyordu. Bizim evde giriştiğimiz tartışmada o kadar sert ve sekter idiler ki, onlarla konuşulmasının imkansız olduğunu görmek için bir kaç dakika yetiyor ve artıyordu bile.. Bunlardan bir kısmı daha sonra Kawacılar olarak ortaya çıkacak epey bir yaygınlık kazanacaklardı. Velhasıl onlarla da birlik oluşturma umudu yoktu.

Devamı

Onceki sayfa